Huzur Arayışı / Doç. Dr. Ferhat Kardaş

İnsanın huzur arayışına dair kıymetli bir kitabınız çıktı. Orada ifade ettiğiniz şekliyle “huzursuzluğun anatomisinde” neler var?
Her şey kendi fabrika ayarlarımızdan uzaklaşmakla başladı belki de. Bu uzaklaşma ve yabancılaşma zamanla hem iç dengemizi hem içinde yaşadığımız dünyanın dengesini bozmaya başladı. Böylece kendimize yabancılaştık, yaşamla kurduğumuz temas bozulmaya başladı ve insanlarla kurduğumuz ilişki giderek zehirleniyor. Huzursuzluk tam da böyle bir zeminde kök salmaya başlıyor. Fabrika ayarımız fıtrata uygun yaşamak denilen süreci ifade ediyor. Fıtrata uygun yaşam da kendimizle, insanlarla ve içinde yaşadığımız kâinatla uyumlu bir yaşamı ifade eder. Gerçek huzur da ancak bununla mümkün hale geliyor: Her ne için varsak onun için ve ona göre yaşamak. Ancak çoğu insan bunu başaramıyor. Bu yüzden içsel huzursuzluk çağın yeni salgınlarından biri haline geliyor. Fıtrattan, doğadan, kendimizden uzaklaşmak bizi huzursuz ve mutsuz hale getiriyor. İnsanlar bununla baş etmek için de bulabildikleri her türlü anlamlı veya anlamsız sebeplere sarılıyorlar.
Huzurumuz yok çünkü hayatımızın sürücü koltuğunda hep başka insanların kararları, fikirleri, yönlendirmeleri var. Hep insanlar ne derler, ne düşünürler, nasıl bakarlar diye adım atıyor, sürekli birilerini memnun etmek üzere hayatlarımızı şekillendiriyoruz. Bu bir noktaya kadar güzel bir hassasiyet ancak kendi hakkımıza girmeye ve kendimize zulmetmeye dönüştüğü noktada hem bize hem de sevdiğimiz insanlara zarar vermeye başlıyor böylesi bir tutum.
Huzurumuz yok çünkü yaşam sermayemizi doğru kullanmayı bilmiyoruz; aklımızı, kalbimizi ve vicdanımızı her türlü gereksiz ve faydasız fazlalığın toplandığı bir çöp alanına dönüştürüyoruz. Güzel işlere, güzel uğraşlara, güzel hayallere vaktimiz ve enerjimiz kalmıyor.
Huzurumuz yok çünkü tek kanatlı kuşlar gibi yaşıyoruz. Ruhlarımız sürekli dünyalık kaygıların peşinden koşarken yorulup nefessiz kalıyor. Maddi dünyanın içine hapsolup manevi ve insani olan alana yabancılaşıyoruz.
Huzurumuz yok çünkü çok fazla bitirilmemiş işimiz var. Ertelenmiş, yarıda bırakılmış, ifade edilmemiş, tamamlanmamış her iş keyfimizi kaçırmaya ve bizi rahatsız etmeye devam ediyor.
Huzurumuz yok çünkü çok fazla beklentimiz var. Her şeyin yolunda gitmesini, herkesin bize iyi davranmasını, dünyanın durup bize yol vermesini, önümüze engellerin çıkmamasını bekliyoruz. Dünya böyle bir yer olmayınca sürekli hayal kırıklıkları yaşıyoruz.
Huzurumuz yok çünkü hayatımızda tutunabileceğimiz güçlü bir anlam yok. Her şeyimizi yitirdiğimizde bizi ayakta tutacak şeyin ne olduğu sorusuna bir cevabımız yok.
Huzurumuz yok çünkü hep daha fazlasını istiyoruz. Sahip olduğumuz şeylerle yetinmek, bunlar için şükretmek bizi eksik, yetersiz, değersiz hissettiriyor. Herkesin sahip olduğundan daha fazlasına sahip olmak zorunda hissediyoruz. Sürekli bir yarış halindeyiz.
Huzurumuz yok çünkü çok hızlıyız ve durup ince şeyleri, güzel şeyleri, anlamlı şeyleri düşünmeye vaktimiz yok.
“İnsanı ilişkiler bozar ve ilişkiler düzeltir” derler. Siz, huzuru elde etmek için ilişkiler bağlamında neleri tavsiye ediyorsunuz?
Ünlü bir psikolog olan William Glasser şöyle bir ifade kullanır; “Kırk yıldır yaptığım psikiyatri uygulamalarım sırasında mutsuz insanların hepsinin probleminin aynı olduğunu gördüm: İnsanlar iyi geçinmek istedikleri insanlarla iyi geçinememektedirler. Bu yüzden dünya hayal kırıklığına uğramış, öfkeli ve mutsuz insanlarla dolu. Bunlar, hiçbir mutlu insana yakın olmayı başaramayan insanlar. Başlıca iletişim tarzları: Şikâyet etme, suçlama ve eleştirme.” Bizi hasta eden de iyileştiren de en nihayetinde ilişkilerimizdir. İnsan insana hem şifa hem zehir olabilir. İnsan insana hem sığınak, hem hapishane olabilir. Huzurun yolu da hem şifa ve sığınak olmak, hem de bize şifa ve sığınak olacak ilişkiler geliştirmektir.
Hayattaki sorunlarımızın önemli bir kısmı ilişkisel sorunlardır. Yaşadığımız sorunların çoğunun temelinde sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanlarla kurduğumuz veya kuramadığımız ilişkiler yatar. Herkesi memnun etmeye çalışan, her söyleneni ciddiye alan, her yanlış anlayanı düzelten, her anlamak istemeyene cevap yetiştirenin anlamlı bir uğraş için enerjisi kalmaz. Çoğumuz yaşam enerjimizin önemli bir kısmını diğer insanların ne yaşadıklarına veya ne düşündüklerine ilişkin düşüncelerle heba ederiz. Başkalarının yaptıkları, yapamadıkları, başarıları, başarısızlıkları, düşündükleri, söyledikleri, planları, tutarsızlıkları, kötülükleri, malları ve yaşam tarzları… Başkalarının yaşadığı hayatı veya düşüncelerini her fırsatta kendi hayatımızın başköşesine oturtur, bütün enerjimizi oraya harcarız. Hep başkalarını konuşmak veya düşünmek de günün sonunda bizi kendi hayatımızın gerçeklerine yabancılaştırır ve kendi hayatımızla ilgili yeterince çaba gösterme imkânımız ortadan kalkar. Zihnimiz dağılır, iç dünyamızı bizimle ilgili olmayan anlamsız bir yığın soru işareti işgal eder.
Daha dengeli ilişkiler için yapılması gereken çok şey var elbette ancak benim gördüğüm olmazsa olmaz gereklerden birisi ilişkilerde doğru sınırlar kurmaktır. İlişki çatışmaları ve buna bağlı huzursuzluklar çoğunlukla sınır ihlallerinden kaynaklanır. İçsel ve dışsal huzur için doğru sınırlara ihtiyacımız var.
İlişkilerde huzuru yakalamak bazen tek başına kalmayı bilmektir. Her meselede insanlara mahkûm olmamaktır. Ara sıra bilinçli bir şekilde yalnızlığı tercih etmek ve kendimizi onarmaya zaman ayırmaktır. Uzun vadede hepimizin yalnız olduğunu kabullenmek, yaşamın bazı fırtınalarını kendi başımıza göğüslemeye hazır olmaktır.
İlişkilerde huzur insanların öyle kolay değişmediğini, kolay ikna olmadığını, kolayca düzelmediğini, kolayca memnun olmadığını baştan kabullenmektir. Herkesin kendince farklı bir hikâyesinin olduğunu hatırlamaktır. Sevdiğimiz veya sevmediğimiz insanları ısrarla düzeltme, değiştirme, ikna etme çabasından vazgeçmektir.
İlişkilerde huzur bazen insanlara evet demek, bazen de doğrudan hayır demeyi öğrenmektir. Böylesi bir durum ilişkilerimize denge getirir. Her şeye evet demekle her şeye hayır demek, her sorunda istediğini koparan taraf olmakla her durumda kaybeden ve kendinden taviz veren taraf olmak arasında bir dengeye ihtiyacımız var. İlişkilerdeki bu esneklik ne bizi muhatabımızın karşısında eğip bükecek ve yerlere serecek bir noktada ne de hiç eğilmeden sadece karşımızdaki insanı eğmeye ve bükmeye uğraştığımız bir noktada olmalı. Karşılıklı adım atmaya, birbirimize iyi gelmeye, muhatabımızın baktığı yerden bakmaya ve birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var.
Bunların dışında sınırları korumak ve daha dengeli ilişkiler kurmak için tutarlı şekilde daha açık sözlü ve net olmaya, insanlara tahammül eşiğimizi biraz daha yükseltmeye, sınırlı sayıda derin ilişkiler kurmayı öğrenmeye ve kendi imkânlarımız ölçüsünde başka hayatlara dokunmaya da ihtiyacımız var.
İnsan çok yönlü bir varlık hiç şüphesiz. Bu yüzden huzursuzluğun çok çeşitli nedenlerinden ve içsel huzurun çok çeşitli yollarından söz etmek mümkün. Kitapta ele aldığınız başlıklardan birisi “içsel huzurun öteki yolları” konusu. Nedir bu öteki yollar? Bunları nasıl tarif ediyorsunuz?
İçsel huzurun olmazsa olmaz bazı gereklerinden söz etmek mümkün. Bunlar hayatı daha yavaş bir tonda yaşamak, kendi içimize doğru derinleşmek, sakin kalmanın gücünü keşfetmek, zihnimizi gereksiz yüklerden arındırmak, duygu, düşünce ve davranışlarımızda daha ölçülü olmak, sağlıklı ilişkiler kurmak, dertleri misafir etmeyi öğrenmek, daha erdemli bir yaşama talip olmak, daha sade bir yaşam sürdürmek, çok boyutlu yaşamak, kalbimizi yumuşatmak gibi farklı yollardır. Kitapta bu yöntemlerin hepsini ayrıntılı şekilde ele almaya çalıştım. Bunların yanında çoğu zaman gözden kaçan, önemsiz gibi görünen veya en azından hak ettiği değeri görmeyen bazı öteki yollar da mevcut.
Öteki yollardan birisi güne erkenden başlamayı öğrenmektir. Yukarıda ifade ettiğim gibi huzursuzluk çoğu zaman ertelemekten, bitirilmemiş işlerden, plansızlıktan, üst üste yığılan işlerden ve bütün bunlara bağlı olarak ortaya çıkan suçluluk, pişmanlık, üzüntü hislerinden kaynaklanır. Bunu önlemenin yollarından birisi güne erken başlamayı alışkanlık haline getirmektir. Güne erken başlamak dikkat ve irade gücümüzün en yüksek düzeyde olduğu sabah saatlerinin veriminden yararlanmayı sağlar. Erken başlayan bir gün önceki akşamdan erken uyumayı, zamanı daha etkili kullanmayı, uykuya ayıracağımız vakti kararında tutmayı, yapılacaklar listesini daha erken tamamlamayı ve zamanı daha iyi kullanarak yapacağımız işe daha fazla odaklanmamızı sağlar. Böylece hem daha fazla yol almış oluruz hem de ilerlediğimiz yolda adımlarımızı daha emin bir şekilde atarız. Telaş içinde koşturmamıza ve kaygıyla hareket etmemize gerek kalmaz. İşleri daha ölçülü bir tonda yapmak da bize daha az hata yaptırır. Bütün bunlar içsel huzur olarak hayatımıza yansır.
Huzurun öteki yollarından birisi yola çıkmayı öğrenmektir. Kimi zaman yaşadığımız yer üzerimize gelmeye, bizi rahatsız etmeye başlar. Her şeye karşı daha tahammülsüz hale geliriz. Eskiden hiç dikkatimizi çekmeyen şeyleri fark etmeye ve olur olmaz şeylerden rahatsız olmaya başlarız. Yorgunluk, bitkinlik, tükenmişlik, isteksizlik, can sıkıntısı hayatımıza yayılmaya başlar. Bu durumlarda bize iyi gelecek şeylerden biri tez elden yola koyulmak ve kısa süreliğine de olsa mekân değiştirmektir. Seyahate çıkmak bazen boğulmakta olan ruhumuza nefes aldırır ve bazı kaygılarımıza şifa olur. Daha önce hiç görmediğimiz bir yerde ve tanımadığımız insanların arasında yürümek bize kısa süreliğine de olsa birçok şeyi unutturur. Yürüdükçe, farklı deneyimler yaşadıkça, bizi bunaltan önceki halden uzak kaldıkça rahatlamaya ve daha iyi hissetmeye başlarız. İç dünyamızın yavaş yavaş iyileşmeye başladığını ve yenilendiğini hissederiz.
Huzurun öteki yollarından birisi de helal kazancın peşinde olmaktır. Psikoloji kitaplarında yazmıyor ancak helal yoldan kazanmanın ve helal yoldan harcamanın iç huzuruna önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Helal kazancın peşinde olan insan işini hakkıyla yapar, başkasının mutsuzluğu ve trajedisi üzerine bir geçim kaynağı inşa etmez, başkasının hakkına girmez ve yaptığı her işi sorumluluk bilinciyle yapar. Bu yüzden içini kemiren yanlış işlere girmez, vicdanını suçlu hissettirecek şeylere kapı aralamaz, huzurunu kaçıracak kararsızlıklar yaşamaz. Böylesi bir hassasiyet aile ortamına ve yaşamın diğer bütün alanlarına bir şekilde yansır. Bu durum kimi zaman dışsal zorlanmalara neden olsa da kişinin iç dünyası doğru işi yapmış olmanın verdiği gönül huzuruyla kaplanmıştır.
Huzurun diğer bir yolu insanlara nezaketli davranmaktır. Nezakete, ihtimama, saygıya hasret bir dünyada yaşıyoruz. Kimsenin incelikler üzerine düşünmeye vakti ve enerjisi yok gibi görünüyor. Böyle bir dünyada hem bizi hem de muhataplarımızı iyileştiren güçlerden birisi de nezakettir. Herkesin güzel bir davranışa, incelikli bir düşünceye, şefkatli bir dokunuşa susuz kaldığı bu koşullarda nezaket çöldeki vaha gibi hissettiriyor. Güzel bir söz, bir iltifat, ince bir düşünce, bir tebessüm, şefkatli bir yaklaşım, düşünceli bir tepki, nazik bir yardım teklifi, küçük bir anlayış, hoşgörülü bir tutum, dostça bir el uzatma gibi haller muhatabımızı çok iyi hissettirir. Bu iyi oluş hali bizim iç dünyamıza da doğrudan yansır. Başkalarının mutluluğuna küçük de olsa vesile olmak bizi de mutlu eder. Bu yüzden nezaketli davranmayı ihmal etmemek gerek.
Huzur için önemli olduğunu düşündüğüm öteki yollardan birisi aile ile iletişimi sürdürmek ve anne-babanın rızasını kazanmaktır. Hiçbirimiz ailelerimizi tercih ederek dünyaya gelmedik, bu karar bize sorulmadı. Ancak günün sonunda bir aileye, bir eve doğduk. Her birimizin doğduğu evde farklı bir hikâyesi vardır. Kimimiz için zorluklar ve imtihanlar daha baskın, kimimiz için de güzel hatıralar ve olumlu yaşantılar. Uç noktalarda kötü şeylerin yaşandığı aile ortamları da içinde yaşadığımız dünyanın bir gerçeği. İnsanlık olarak bununla baş etmenin yollarını arıyor ve travmatik yaşantıları tedavi etmenin yöntemlerini geliştiriyoruz uzun yıllardır. Aile eğitimleri ile daha bilinçli ebeveynler ve daha sağlıklı bir çocuk eğitiminin arayışı içindeyiz. Bununla birlikte ailemiz bizim son sığınağımızdır. İyi günlerimizin de kötü günlerimizin de en yakın ortağı ailemizdir. Hem biyolojik hem sosyal hem de manevi boyutun sağladığı güçlü bir bağdır bu. Uç durumlar dışında kolay kolay parçalanmaz. Bu bağı sürdürmek bize iyi gelir ve bu alanı ihmal etmek bizi kötü hissettirir. Bununla bağlantılı diğer bir boyut da anne-babalarımızla kurduğumuz ilişkidir. Anne-babalık konusu üzerine kitaplar yazıldı, filmler çekildi, masallar anlatıldı, analizler yapıldı. Bundan sonra da yapılmaya devam edilecek. Ebeveyn olmanın da ayna tutulması gereken boyutları; anne babaların da eleştirilecek çok eksikleri var. Ancak günün sonunda koşullar ne olursa olsun anne-babamıza karşı güçlü bir vefa ve sadakat borcumuz var. İnsan olarak onlara karşı hissetmemiz gereken bir sorumluluk var. Çünkü hiçbirimiz bugün olduğumuz halimize bir günde ve sadece kendi çabalarımızla gelmedik. Araştırma sonuçlarıyla ortaya konulmuş değil belki ama yaşamda anne-babasını mutlu edebilen insanların yaşam akışları daha iyi ve daha istikrarlı ilerliyor. Anne-babasına saygıda kusur etmeyen, onlara değer veren ve bunun gereği olarak onlara karşı sorumluluklarını yerine getiren insanların daha huzurlu olduğunu gözlemledim hep. Özellikle anne-baba yaş aldıkça ve yaşam güçlükleri çoğalmaya başladıkça onlara karşı fedakârlıklarını çoğaltarak sürdüren insanların eylemleri güçlü bir erdem örneğidir. Yaşlı anne-babaya karşı “of ” bile demeyen ve onlar için elinden gelenin en iyisini yapan insanlar derin bir saygıyı hak eden kahramanlardır. Dışsal zorlukları olsa da bazen, böylesi bir erdem güçlü bir iç huzuruna kaynaklık eder her zaman. Bu yüzden huzurlu bir yaşama giden öteki yollardan birisi aile ile bağları güçlü tutmak, onlarla iletişimi sürdürmek ve eksiklerine, hatalarına, kusurlarına rağmen anne-babaya hak ettikleri saygıyı ve sevgiyi göstererek yaşamaktır.
İnsanın huzur arayışında, bütün bu konuşmaların yanında “son söz niyetine” neler söylemek istersiniz?
Huzur en nihayetinde haddimizi bilmekle, yani sınırlarımızın ve sınırlılığımızın farkında olmakla mümkün. Her şeyi kontrol etme çabasından vazgeçmekle. Dünyanın en güzel haliyle bile eksik bir yer olduğunu hatırlamakla. Ve günün sonunda insan olarak kusurlu ve yetersiz bir varlık olduğumuzu kabullenmekle. Bu kabulleniş hem kendimizle hem de diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiyi daha yapıcı ve daha sağlıklı hale getirir. Sınırlarımızı kabullenmemek öfkeyi ve hayal kırıklığını çoğaltır sadece.
Sınırlılığımızın farkında olmak bizi rüzgârın önündeki yaprak haline getirmiyor ve olan biten her şeye pasif şekilde boyun eğmemiz gerektiği anlamını taşımıyor elbette. Sadece değiştirebileceğimiz ve değiştiremeyeceğimiz şeylerin ayrımını doğru yapmakla ilgili bir ayrıma işaret ediyor. Bütün olumsuzluklara, bütün zorluklara, bütün acı ve imtihanlara rağmen her zaman iyi şeyler yapabiliriz. Değiştiremediğimiz kötülüklerin içinde bile iyilik yapma potansiyelini içimizde taşımaya devam ederiz. Gücümüzün yetmediği yanlışlara karşı kendi kişisel mücadelemizi elimizle, dilimizle veya kalbimizle sürdürebiliriz. Bu tutum pasiflik, sorumluluktan kaçış ya da duyarsızlık anlamına gelmez. Tam aksine daha gerçek ve daha samimi bir sorumluluk hissine işaret eder. Gerçekten etki edebileceğimiz, değiştirebileceğimiz, kontrol edebileceğimiz, engelleyebileceğimiz şeyler düşündüğümüzden daha sınırlı ve çoğu da sadece kendi sorumluluk ve etki alanımızla ilgili durumlar. Günün sonunda sadece kendimizi değiştirme ve kendimizi kontrol etme seçeneğimiz var. Bunu başarmak da kolay değil. Eğer diğer insanların ve yaşam alanımızdaki çeşitli sorunların değişimine bir etkimiz olacaksa bunun yolu da öncelikle kendimizden başlamaktan geçer. Değiştirebileceği şeyler için endişe duymalı, kendini yormalı, cesaretini korumalı ve çabasını sürdürmeli insan. Kontrolünün dışındaki şeyler için ise zihnini, gönlünü ve bedenini anlamsızca yormamalı. Bu iki durumu aklıyla, gönül gözüyle ve vicdan terazisiyle ayırt etmeyi öğrenmeli. İçsel huzur ancak bu yolla çoğalabilecektir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.