19. Yüzyılda Osmanlıda Bilginin Dolaşımı / Dr. Nihal Özdemir

Öncelikle bilginin dolaşımının bilim tarihi açısından önemi nedir? Özellikle “yeni bilgi” kavramına yüklenen anlam nedir?
Bilginin dolaşımı, Bilim Tarihi alanının hafızasının taşınmasıdır. Bir insan için hafıza ne kadar önemliyse o kadar önemlidir diyebiliriz. İletişimin temel öğelerine başvurarak bu konuyu daha anlaşılır kılabiliriz. İletişimin üç temel öğesi; mesajımızı alıcıya ileten kaynağın varlığı, kaynaktan çıkan mesajın muhatabı olan alıcı ve bu ikisi arasında iletişimin gerçekleşmesini sağlayan ortamın varlığıdır. Bilgi de bir kaynaktan çıkar ve ortam üzerinden alıcıya ulaşır. Buradaki bilginin alıcıya ulaşmasını sağlayan ortamlar bilginin dolaşımının konusunu oluşturur. Bu ortamlar bilgiyi taşıyan hafızalardır aynı zamanda. Sözlü, yazılı, basılı ya da dijital olabilirler ama mutlaka bilgiyi taşırlar ve aktarırlar. Bu sebeple bilginin dolaşım araçları aynı zamanda bilginin taşıyıcı hafızlarıdır.
Bilgiyi hafızamızda tutarsak ve kimseyle paylaşmazsak ancak o zaman bize aittir. Bir kere o bilgiyi kelimelere yükleyip kanatlandırdıysak artık nereye kadar gidebileceğini hayal bile edemeyiz, o yüzden söz uçar derler. Aslında bu sadece kalıcılığa vurgu değildir, sözün görünmez kanatları vardır ve tüm coğrafyaları dolaşır. Yazı kalır çünkü nerede üretildiyse orada kayıtlanır ve korunur. O halde bilginin dolaşımda olması, sözün bir kere ağızdan çıkmış olmasını gerektirir. İşte o cümlelerden bizi ilgilendirenlerle karşılaştığımız ortamlar da bilginin dolaşım araçlarını oluştururlar. Bunlar kahvehaneler, akademiler, müzeler, kütüphaneler, büyük pazar yerleri, kutsal mekân ziyaretleri, dergiler, ilanlar, kitaplar, mektuplaşmalar, halka açık paylaşımlar gibi sayısını artırabileceğimiz pek çok ortamı içerir.
Gelelim yeni bilgi konusuna; aslında yeni bilgi ile kastettiğimiz 17. yüzyılda değişen bilim anlayışı ile üretilen bilgiden bahsediyoruz. Modern bilim kullanılıyor yaygın olarak ama o dönemin ruhuna uygun olan kelime modern değil, çünkü bu dönemin doğa filozofları eski bilim anlayışının yerine ifade etmek istediklerini eserlerinin başına ‘yeni’ kelimesini koyarak yapıyorlar: Yeni fizik, yeni matematik, yeni astronomi gibi. O halde o yüzyılda demek ki insanların bilime dair söylemek istedikleri yeni şeyler var, biz de bu iklime saygı göstererek yeni bilim ya da yeni bilgi ifadesini kullanıyoruz.
19. yüzyılda Osmanlıdaki toplumsal yapıdan biraz bahseder misiniz?
Özellikle klasik İslam geleneğini miras almış, yaklaşık 13. ve 20. yüzyıl gibi uzun bir tarih aralığına sahip, Doğu’da ve Batı’da büyük bir coğrafyaya hükmetmiş bir imparatorluğun toplumsal yapısını bir çırpıda anlatmak oldukça güçtür.
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumsal yapı oldukça karmaşıktı ve değişkenlik gösteriyordu. Genel olarak, Osmanlı toplumu sınıflara ayrılıyordu ve bu sınıflar arasındaki ayrım ekonomik, sosyal ve siyasi faktörlere göre belirleniyordu. En üstte padişah ve ailesi, saray mensupları, yöneticiler ve devlet bürokrasisindeki gibi aristokratik bir sınıf vardı. Bu sınıf genellikle zengin ve eğitimlidir. Orta sınıf; tüccarlar, esnaflar ve toprak sahipleri gibi çeşitli meslek gruplarından oluşuyordu. Bu sınıf, vergileri ödeyerek ve bazen askerî hizmetlerde bulunarak devletin işleyişine katkıda bulunuyordu. En altta ise köylüler ve işçiler bulunuyordu. Bu sınıfın yaşam koşulları daha zordu. Tarımsal üretimde çalışan köylüler, toprak sahiplerine bağımlıydı. 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yenilenme hareketleri yaşandı. Bu hareketler, toplumsal yapıda da değişikliklere neden oldu. Ancak, bu süreçlerin sonuçları ve etkileri zaman içinde farklı bölgelerde farklı şekillerde görüldü.
On yedinci yüzyıla kadar eski medrese geleneğini sürdüren Osmanlı, bu yüzyılın sonlarına doğru aynı hızda ilerlemedi ve buna bağlı olarak ülkede değişimlerin görülmesi kaçınılmaz oldu. Osmanlı İmparatorluğu, Doğu’nun en etkili idarecisi olmasına karşın özellikle Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra (1839) belirgin bir biçimde Avrupa’ya yönelmeye başladı. Batı’nın düşünme şekli ve yaşam tarzı, on dokuzuncu yüzyıldan sonra hayatın hemen her safhasında etkilerini göstermiştir. On dokuzuncu yüzyıl; Tanzimat Fermanı (1839), Islahat Fermanı (1856) ve I. Meşrutiyet’in ilanının (1876-1878) ardından ilk anayasanın (1876 Kanunuesasisi) yürürlüğe girmesiyle birlikte Osmanlı Devleti’nde büyük reformların yürürlüğe girdiği ve dolayısıyla yenilenmenin en yoğun yaşandığı dönemdi. Bu reformları halka benimsetmek ve kabullendirmek amacıyla en belirgin yenilikler eğitim alanında gerçekleşmiştir.
On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru gelindiğinde, padişahın otoritesi nispeten zayıflamıştır. Buna ek olarak ordu yapısında yaşanan dağılmalar, toprak ve vergi sistemindeki aksaklıklar huzursuzluklara neden olmuştur. Tımar sisteminin bozulması, nüfusun plansız artışı, fetihlerin azalması ve enflasyon; toprak gasplarına, idarenin bozulmasına ve köylü isyanlarına neden olmuştur. Yine bu dönemde üretimdeki durgunluk, mali bunalım ve para ihtiyacı halka ekonomik sıkıntı olarak yansımıştır. Yöneten ile yönetilen arasındaki güven ve huzur ortamı giderek bozulmuş, âyan adı verilen bölgesel temsilciler ortaya çıkmaya başlamış ve böylelikle idare, Anadolu’nun çeşitli şehir ve köylerinde yeni bir sınıfın tasarrufuna geçmiştir. Üst düzey yetkilerle donatılmış bu mahallî yöneticiler, on sekizinci yüzyılda taşra idaresinde önemli iktidar sahipleri olmuşlardır. Bütün bu manzara karşısında Osmanlı Devleti için yenilenme yani Nizâm-ı Cedîd hareketleri kaçınılmaz bir sonuç olmuştur.
Bilginin dolaşım tarihi açısından Osmanlının bir haritasını çıkarmak adına Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda bilime dair ‘yeni’ ifadeler nereden gelmiş, nerede üretilmiş, hangi dilde ürün vermiş ve topluma hangi araçlar üzerinden ulaşmış desek ne dersiniz?
Bu sorunun cevabını; yeni bilim Osmanlının kurumlarında, dilinde ve müfredatında, dolayısıyla bilimsel zihniyetinde bir değişime neden oldu mu, şeklinde düşünerek verebiliriz. Yeni bilimin ortaya çıkış menşei Avrupa’ydı. Şüphesiz ki bilim birikimli ilerleyen ve tüm medeniyetlerin katkılarıyla şekillenen bir olgudur. Bilimin meşalesi hiçbir medeniyette sonsuza kadar kalmamış ve sürekli el değiştirmiştir. Yeni bilim de kendisinden önceki medeniyetlerin de katkılarıyla Batı’da filiz verdi. Osmanlı, Batı’da olan gelişmeleri yakından takip ediyordu ve yanı başındaki topraklardan bîhaber değildi. Yeni bilim Avrupa’da kendi kurumlarını kendi yaratmıştı ve dolaşım araçları ile kamusallaşmıştı. Yani yeni bilim, Avrupa’da bir zihniyet dönüşümü meydana getirerek klasik bilim kurumlarının değişimine, halkın dili ne ise onunla eğitim ve yayınlar yapılmasına ve eğitim müfredatının bütünüyle değişimine sebep olmuştu. Osmanlı düşünce dünyasında da aradığımız yeni bilimin zihinsel dönüşümünün bilime ve topluma yansıttığı bu ipuçlarıdır.
Osmanlılar, eski ve yeni bilimsel sistemlerin birbirlerinden çok farklı olduklarının farkındalardı ancak buna rağmen bilim ve teknikteki yenilikler kolay benimsenmedi. Avrupa’daki gelişmelerin topluma tanıtılmasında Osmanlı elçilerinin ve yurt dışında öğrenim görenlerin katkılarını göz ardı edemeyiz. İlk başlarda kökten bir değişim yerine yeni bilimdeki dönüşümler eski olana yeni bir şey eklemek şeklindeydi. Açılan yeni okulların müfredat programlarına, yeni bilimin en belirgin karakteristiği olarak teori ve pratiğin bir arada olduğu uygulamalı dersler eklendi. Böylece mesleki ve teknik eğitimin temelleri atılmaya başlandı. İlk kez, öğretmen yetiştiren meslek okulları Türkçeyi öğretim dili olarak benimsedi ve dildeki sadeleşmenin yeni bilimin kamusallaşmasındaki önemi ve işlevi anlaşıldı. 1848 yılında öğretmen yetiştirmek için bir okulun açılması yeni bir anlayıştı ve bu amaçla öğretmen adaylarına uygulama imkânı sağlamak için bir tatbikat mektebi devreye sokuldu. Tanzimat döneminden itibaren sivil okullara, gündelik konulara ilişkin dersler yanında bazı yeni bilim anlayışına uygun dersler girmeye başladı. Bir yandan da geleneksel dinî muhtevalı dersler varlıklarını sürdürdü. Cumhuriyet yıllarına kadar öğrenciler, yeni bilim içerikli ve din içerikli derslerde öğrendikleri bilgilerin ve öğretmen tutum farklılıklarının etkisinde kaldı. Bu yüzden Osmanlı öğrencileri eski ve yeni bilim anlayışlarını bir müddet beraber öğrenmek durumunda kaldı.
Osmanlıda kahvehaneler, matbaa ve yayınlar dışında Batı’daki örnekleri gibi yeni bilimin adının da geçtiği bilim akademileri karşımıza çıkmamaktadır. Ancak benzer faaliyetler ve oldukça tekil ve yalnız kalmış şahsi örnekler mevcuttur. Çeviri faaliyetleri için kurulan cemiyetler, kitap basımının artmasıyla sayıları çoğalan kütüphaneler, varlıklı kimselerin eğitim mekânı hâline gelen konaklar, yeni bilimin eğitim modelleri yapılmış cesur girişimlerdir.
Osmanlıda bu konuda temel problem sizce ne idi? Özellikle eğitim kurumları bu yeni bilgi alanlarının önünü açacak yetkinliğe sahip miydi? Batı’ya gönderilen öğrenciler konusu verimlilik açısından neler ifade ediyordu? Genel anlamda bu maya tutmuş mu? Artıları ve eksileriyle konuyu nasıl değerlendirirsiniz?
17. yüzyıldan itibaren toplumsal, ekonomik ve kültürel yapılar gerek dış nedenler gerekse iç nedenler yüzünden yavaş yavaş dönüşmeye başladı. Bu dönem aynı zamanda yenilenmenin en yoğun yaşandığı zaman dilimidir. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve I. Meşrutiyet’in ilanı ile reformlar hayata geçirildi. Bu reformların başarılı olmaları halk tarafından anlaşılmaları ve benimsenmelerine bağlı olduğundan eğitime, eğitimin yaygınlaştırılmasına önem verildi ve en belirgin yenilikler bu alanda gerçekleştirildi. Eğitimde yeniliklerin ilk uygulama alanları, ihtiyacın da etkisiyle askerî okullar oldu. Mühendishanelerin kurulması bu yüzyılın önemli yeni bilimsel adımlarındandı. 1773 yılında Mühendishane-i Bahri-i Hümayun (Deniz Mühendislik Okulu) ve 1795 yılında Mühendishane-i Berri-i Hümayun (Kara Mühendis Okulu) kuruldu. Osmanlıda henüz yeni bilimin eğitimini verebilecek düzeyde eğitimciler olmadığından öğretim görevi mecburen yabancı öğretmenlerin sorumluluklarına verildi. Her iki okulda da hocalar, yani yeni bilimin ilk anlatıcıları önce Avrupa’dan getirtildi, daha sonra ise bu hocaların yanında yetişen yahut bizzat Avrupa’ya gönderilen öğrencilerden insan kaynağı sağlandı. Yine bu okullar aracılığı ile ilk kez Batı dilleri (Fransızca ve İngilizce) ders programlarına girdi. Böylece Batı’da kendi kurumlarını kendi oluşturan ve kahvehaneler, akademiler, dergiler gibi çeşitli dolaşım araçları ile kamusallaşmaya başlayan yeni bilimi, Osmanlıda da öğrenme ve öğretme yolunda ilk adımlar atılmış oldu. Bunun sonucunda tıpta diseksiyon uygulaması, yeni kurumların ortaya çıkması; karantina dairesi, aşılama kurumları gibi yenilikler görülmeye başlandı. Yeni bilime dair eserlerin basılma çalışmaları, Türkçe süreli yayınların çıkması, Batı dillerinden yapılan çeviri çalışmaları, eğitim sisteminde yapılan ıslah faaliyetleri, Türkçenin bilim dili olması amacıyla yapılan sözlük çalışmaları ve yeni teknolojik uygulamalar da diğer örneklerdendir.
Sonuç olarak günümüze ışık tutacak şekilde neler söylemek istersiniz? İdeolojik körlükten kurtulmak ve gerçeklerle temas etmek için tavsiyeleriniz nelerdir?
Osmanlı dönemi hakkında araştırma yapmak bizi kaynakların hem çokluğu hem de azlığı gibi ikili bir olguyla karşı karşıya getirir. Bunun yanında İsmail Erünsal ve Mehmet Genç gibi bu alanın tecrübeli araştırmacıları tarafından sıklıkla ifade edildiği gibi ideolojik körlüğe karşı bilinçli bir duruş geliştirmemiz gerekir. Başka çok az alanda rastladığımız birbirine düşman ya da birbirini anlamak konusunda istekli olmayan iki farklı bakış açısıyla yazılmış bir külliyat karşısındayız. İşte bu nedenle ilk cümlemizde ifade ettiğimiz gibi inceleyecek çok kaynağımız var ama ideolojik olmayan az kaynağımız var. Bu durumu dikkate alarak araştırmalarımıza, herhangi bir tarafın savunuculuğunu yapmadan, karşılaştırmalı ve çoklu okumalara dikkat ederek itidalli bir biçimde gerçeğin yanında durma ilkesiyle yaklaşmalıyız diye düşünüyorum.
Pozitivist bakış açısı yerine yani insanüstü özelliklere sahip gibi görünen bilim insanları ve onların üretimi olan kutsanmış bilim ürünleri yerine içinde geliştiği coğrafyayı, kültürü ve ekonomiyi de dikkate alan saf objektivizmin mümkün olmadığı ama ilmî dürüstlüğün daha az yanıltıcı olacağına inanan bir yaklaşımı temel almak daha gerçekçi olacaktır. Bu bakış açısına uygun olarak incelediğimizde sadece bilimi değil bilimin içinde geliştiği ve ona etki eden diğer parametreleri de dikkate alacağız demektir.
Son olarak kendi tarihî kimliğimizi inceliyoruz ve biz de bu topraklarda yetiştik. Bir yabancı gibi okuyamayız, övgü ve yergi arasında salınımlar yapalım demiyorum ama hafızamızın bizim hafızamız olduğunu ve hâkim oryantalist bakış açısından bakamayacağımızı, aksine bizim kendimizi kendimize ve tüm dünyaya tanıtırken doğru yansıtacak şekilde ilgi ve bilgiyle yaklaşmamız ve yazmamız gerektiğine inanıyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.