Eğitimde Algı Operasyonları / Prof. Dr. Erdoğan Köse

Özgeçmiş
Erdoğan Köse, 1963 yılında Burdur’da doğdu. İlk, orta ve lise eğitimini Burdur’da tamamladıktan sonra 1983 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesini kazandı. 1987 yılında lisans eğitimini tamamladıktan sonra Sivas ve Erzurum illerine bağlı okullarda öğretmenlik yaptı. 1995 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümüne araştırma görevlisi olarak girdi. 1997 yılında yüksek lisansını 2003 yılında doktorasını Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri alanında tamamladı. 2003 yılında Atatürk Üniversitesi Kazım Karabekir Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümüne Yardımcı Doçent Doktor olarak atandı. Aynı üniversitenin aynı bölümüne 2011 yılında Doçent Doktor olarak atandı. 2014 yılında Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümüne naklen atandı. 2016 yılında Profesör olan Köse, aynı üniversitenin aynı bölümüne Profesör Doktor olarak atandı. 2017 yılında Antalya Akdeniz Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümüne geçiş yaptı. Halen aynı üniversitede görev yapmaktadır.
Evli ve üç çocuk babası olan Prof. Dr. Erdoğan Köse’nin ulusal ve uluslararası düzeyde makaleleri, ulusal ve uluslararası düzeylerde bildirileri, editörlü kitaplarda bölümleri, editör olduğu ve müstakil olarak yazdığı kitapları bulunmaktadır.

Algı operasyonları pek çok alanda bireysel hatta toplumsal karşılık buluyor. Sizin de eğitimde algı operasyonlarından bahseden kıymetli bir çalışmanız var. Konunun ana başlıklarında neler var? Niçin algı operasyonlarına muhatabız?
Öncelikle algı ve algı operasyonu kavramlarından bahsedeyim. Algı, herhangi bir ürün, hizmet, kişi, kurum, kuruluş vb. üzerinde zihinsel bir yönelim oluşturmadır. Yani insan zihnini o nesneye yönlendirmedir. Günümüzde algının en önemli aracı da reklamdır. Özellikle tüketicilere yönelik olarak, ürünlerin pazarlanmasında reklamcılık başlı başına bir sektör olmuştur. Reklamlar vasıtasıyla oluşan algı, olumlu da olabilir, olumsuz da. Yani kaliteli bir ürün veya değerli bir kişi veya iyi niyetli politikalar üreten bir devlet için algı oluşturulabilir ki bu olumlu algıdır. Ancak kalitesiz bir ürün, liyakatsiz bir yönetici adayı veya kötü niyetli devlet yöneticileri için de algı oluşturulabilir. Kaliteli nesneler için çok fazla reklam yapmaya gerek yoktur aslında. Çünkü tüketiciler o nesneyi kullandıkça birbirlerini etkilerler ve o nesne toplum tarafından kabul görür. Günümüzde reklamı yapılan nesne, kişi ve kurumlar daha çok belirli bir niteliği yakalayamamış şeylerdir. Bunları parlatmak, insanların gözüne sokarak algı oluşturmak asıl amaçtır. Buna Fransızca’da manipülasyon denmektedir. Türkçe’ye de geçmiş olan bu kavramın karşılığı olarak çarpıtma kavramı kullanılabilir. Ancak ne manipülasyon ne de çarpıtma kavramları olumsuz algıyı tam olarak karşılamamaktadır. Bundan dolayı algı operasyonu kavramı kullanılmaktadır. Yani algı operasyonu, kalitesiz, liyakatsiz, kötü niyetli olay, olgu, kişi, kurum ve nesneleri değerliymiş gibi gösterip sonuçtan menfaat elde etme işidir. Yani aslında algı operasyonu doğru bilinen yanlışlardır.
Eğitimde de algı operasyonları diğer alanlardan pek farklı değildir. Ancak eğitim toplumsal bir kurum olduğu için, oluşturulan olumsuz algıların çoğunluğu kötü niyetli olmakla birlikte iyi niyetli olanlar da olabilir. Bu iyi niyetli algıların sonuçları da uzun vadede eğitim için sorun teşkil etmektedir. Zaten eğitimde iki tür problemden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi eğitimle uğraşan veya uğraşmayan herkesin rahatsız olduğu durumlardır. Örneğin; genel anlamda eğitimimizin kalitesinin düşüklüğü, meslek liselerin atıllığı, hemen her kademede sınıf mevcutlarının fazlalığı, öğretmen niteliği problemi gibi. Bunlar gerçekten eğitimin görünen ve herkesin hemfikir olduğu sorunlardır. Bunun yanında sadece eğitim bilimcilerin sorun olarak gördüğü, normal insanların doğru bulduğu ve eğitim bilimcilerin normal insanlara bunun bir sorun olduğunu anlatamadığı sorunlardır ki biz bunlara eğitimde algı operasyonları dedik. İtiraf etmek gerekirse bu kitabı yazmaya karar verdiğimde eğitimimizde bu kadar çok algının olabileceğini tahmin edememiştim. Başta bir algı havuzu oluşturdum ve otuza yakın algı oluştu. Daha sonra eğitim bilimci arkadaşlarımla yaptığım istişareler sonucunda bu algıları 22’ye indirdik. Taslak olarak yazmaya başladığımda, bazı algılarla ilgili yeterli bilgiye ve belgeye ulaşamadığım için, 18 algıyla kitabı tamamlamaya karar verdim. Bu durumda ileriki baskılarda yeni algılar eklenebilir veya eskiler çıkarılarak düzenlemeler yapılabilir.
Kitapta bahsettiğim algılar; eğitimin okulun işi olduğu algısı, eğitimden politikacıların sorumlu olduğu algısı, zorunlu eğitimin süresinin artırılması algısı, herkesin öğretmenlik yapabileceği algısı, meslekte esas öğretmenliktir algısı, devlete girebilecek bir alanda öğrenim görme algısı, gençlerimizin yurt dışında daha nitelikli eğitim alacağı algısı, yabancı dille eğitimin niteliği artıracağı algısı, her Türk çocuğunun yabancı dili öğrenmesi algısı, daha çok kişinin üniversiteyi okuması algısı, sınavsız eğitimin olamayacağı algısı, halk istedi biz yaptık algısı, ÖYP ile bilim insanı yetiştirileceği algısı, bilimin evrenselliği algısı, bilimsel niteliğin yabancı dilde ve yabancı yayında olduğu algısı ve bilimle dinin uyuşmadığı algısıdır.
Niçin algı operasyonlarına muhatabız? Çünkü ekonomik anlamda en değerli yatırım insana yapılan yatırımdır. Özellikle ülkemizde yaklaşık 20 milyon öğrencimiz bulunmakta ve bu çocukları ve gençleri çağın koşullarına göre ve dengeli bir şekilde, en önemlisi nitelikli bir şekilde yetiştirebilirsek, dünyayı sarsacağımızı iddia ediyorum. Düşünün 20 milyon nitelikli mühendis, mimar, nitelikli öğretmen, nitelikli ziraatçı, nitelikli sağlıkçı, nitelikli hukukçu, nitelikli sosyolog, psikolog, nitelikli şair, yazar, müzisyen, sanatçı, sporcu, nitelikli teknisyen, nitelikli memur, nitelikli çiftçi, çoban, tamirci, inşaatçı vb. dünyayı sarsmaz mıyız? Asıl sorun bu, gelişmiş ülkeler bu potansiyeli harekete geçirmememiz için çaba sarf ediyorlar. Bunun yanında hem devlet hem de çocukların anne-babaları çocuklara bir maddi harcama yapmaktadır. Bu gençler işsiz kalırlarsa, yapılan bu yatırımlar boşa gitmektedir. Sonuç olarak ekonomide, teknolojide, tarımda, sanayide, sanatta, sporda vb. ilerlemenin tek yolu, nitelikli insan yetiştirmektir. Buradaki nitelik tamamen üretime yönelik olmalıdır.
Sizce eğitimin mekânı neresi olmalı? Eğitimin okulun işi olduğu algısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğitim her yerde yapılır gibi klişe bir söz vardır ve bu doğrudur. Elbette 21. yüzyılda profesyonel anlamda eğitim kurumlarının olması ve çocukların burada öğrenim görmesi gerekmektedir. Ancak burada bizim bahsettiğimiz, tam olarak bu değil. Eğitimin yer olarak değil de kurumsal olarak sadece okulun işi olmadığını savunuyoruz. Yani ülkemizdeki algı adeta çocuğun eğitiminden sadece okulun sorumlu olduğu algısıdır. Özellikle veliler açısından çocuğu en iyi okula gönderme, en iyi öğretmene verme gibi bir düşünce söz konusudur. Buradaki en önemli yanılgı, en iyi okulun ve en iyi öğretmenin somut bir ölçüsünün olmadığıdır. Bunun yanında bir çocuğun eğitiminde veya öğrenmesinde dış etkenlerin toplam etkisi yüzde 15’tir. Bu bağlamda en iyi okul, en iyi öğretmen gibi soyut ve kulaktan dolma bilgilerle hareket edilmesinin bir anlamı yoktur. Ayrıca eğitim yöneticilerimizin eğitimin sorunları ile ilgili çözümleri sadece okullarda aramaları ve okulları iyileştirmeye çalışmaları ikinci bir yanılgıdır. Genel anlamda bakıldığında da halkımız için eğitim denildiğinde ilk akla gelen okuldur. Yani eğitim-öğretim işinin okulda yapıldığı, bundan dolayı bütün önlemlerin okulda alınması gerektiği yanılgısı söz konusudur.
Bütün bu yanılgıların sonucunda toplumda, eğitim işinin okulda yapılması gerektiği algısı ortaya çıkmıştır. Hâlbuki eğitim veya öğrenme doğumla başlar ve ölümle biter. Bu yaşam süreci içerisinde insanlar sürekli öğrenirler, biz buna yaşam boyu öğrenme veya hayat boyu eğitim diyoruz. İster eğitimci ister eğitim yöneticisi isterse de normal halk olalım, eğitime veya çocuk yetiştirmeye bu bakış açısıyla eğilmemiz gerekmektedir. Bireyin yaşamı boyunca eğitim aldığı kurumlar; aile, akran grubu, kitle iletişim araçları, okul ve meslek yaşamıdır. Buradan da anlaşılacağı üzere okul, çocuğun yetişmesinde sadece beş kurumdan birisidir. Bunun yanında çocuk sadece okuldaki öğretmen veya öğretmenlerden öğrenmezler, çocuğun çevresinde bulunan herkes çocuğun eğitimcisidir. Bu bağlamda herkes kendi çocuğunu eğitsin veya yetiştirsin gibi bir düşünce, yanlıştır ve bu düşünce toplumsal sorunların temelinde yatan yanlışlardan birisidir.
Bireyler öğrenirken birikimli veya ardışık bir şekilde öğrenirler. Yani önceki öğrendiklerimiz yeni öğreneceklerimize alt yapı oluştururlar. Yaratılışı gereği beynimizin öğrenmeyle ilgili bölümü olan bellek bu şekilde oluşturulmuştur. Örneğin; toplama işlemini öğrenemeyen bir çocuk, çıkarma işlemini de kesinlikle öğrenemez. Yani bizim eski bilgilerimiz, yeni öğreneceklerimize temel teşkil etmektedir. Bunun yanında çocukların her şeyi her yaşta öğrenmeleri de mümkün değildir. Hangi dönemlerde hangi şeyleri öğrenebilecekleri konusunda öğrenme psikolojisi yaptığı çalışmaları biz eğitimcilerle paylaşmaktadır. Bundan dolayı çocuğun hangi dönemlerde neleri öğrenebilecekleri bellidir. Daha basit, daha somut, daha bilinen ve gözle görülüp elle tutulabilenler daha küçük yaşlarda öğretilirken, bu öğretilenler aynı zamanda daha sonraki yaşlarda öğretileceklere de temel teşkil ederler. Basit bir örnek vermek gerekirse beşer ritmik saymalar direkt olarak öğretilemezler, bunun için birer, ikişer, üçer ritmik saymalar öncelikle öğretilmelidir.
Çocuk eğitiminin temel kurumu ailedir ve aile çocuk yetiştirmeden resmî olarak 18 yaşına kadar sorumludur. Bu resmî sorumluluğun yanında gerçekten çocuğun yaşama ilk gözünü açtığı, ilk tanıdığı insanların olduğu kurumdur aile. Ayrıca çocuğun kişiliğinin yüzde 70’inin 7 yaşına kadar oluştuğunu düşünecek olursak aile eğitiminin ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek bile yoktur. Bu bağlamda çocuk ailede aldığı eğitimle ve ailenin kontrolünde aldığı akran eğitimi ve kitle iletişim araçlarından aldığı eğitimle okul yaşamına geçmektedir. Yani ailede öğrendikleri okul eğitiminin altyapısını teşkil etmektedir. Burada ailelerin iyi okul ve iyi öğretmen peşinde koşmadan önce çocuğa okula hazır hale gelecek eğitimi verip vermediğini sorgulamaları gerekmektedir. Eğer çocuk ailede yeterli eğitimi alamamışsa, okul eğitimi de başarısız olacaktır. Çünkü altyapısı zayıf olan bir çocuğa yeni şeyler öğretemezsiniz, ancak evde anne-babanın, okulda öğretmenin zorlamalarıyla çocuk ezberler ve başarılı gibi görünmesine rağmen, genel anlamda ezberlediği ve unutacağı için başarısızdır. Bunun en güzel örneklerini liseye ve üniversiteye geçiş sınavlarında görmekteyiz. Örneğin; liseye geçiş sınavında (LGS) 20 tane matematik sorusu sorulmakta ve yıllara göre değişmekle beraber doğru cevaplamada ülke ortalaması 3.7’dir. Düşünün ki ortaokul sona kadar çocuk sekiz yıl okula gitmekte ve her yıl bir matematik sorusu yapacak kadar matematik öğrense ortalama sekiz eder. Bunun yanında okul eğitimi esnasında da aile evde okulla paralel olarak uygulamalı eğitimler vermelidir, yani ailenin okul eğitim esnasında da okulla birlikte eğitime devam etmesi gerekir.
Millet olarak hep eleştiririz de nasıl çözüleceğine fazla kafa yormayız. Bu bağlamda bu algının ortaya çıkardığı sorunlarının çözümü konusuna da değinmemiz gerekmektedir. Öncelikle tüm toplum olarak eğitimin sadece okulda olmadığını, yaşamın her döneminde olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Bunun yanında okul eğitimin alt yapısını aile eğitiminin oluşturduğu gerçeğinden hareketle her bir ailenin çocuğunu iyi yetiştirmesi gerekmektedir. Bunun için özellikle annenin 3 yaşına kadar çocukla ilgilenmesi ve eğitmesi gerekmektedir. Özellikle çalışan annelere 3 yıla kadar ücretli, ücretsiz izinler konusunda gereken kolaylıkların sağlanması gerekir. Ayrıca daha çocuk anne rahmine düştükten sonra gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, anne-baba adaylarına yüz yüze, uzaktan ve uygulamalı eğitimlerin verilmesi gerekmektedir. Çünkü okul eğitimi problemlerin çoğunun temelinde ailede verilen eksik eğitimlerin olduğu bir gerçektir. Millî Eğitim Bakanlığı yetkililerinin de okul eğitimi problemlerini çözerken aileyi de mutlaka göz önünde bulundurmaları gerekmektedir. Yani aileye hem çocuğun 6 yaşına kadarki eğitimi için hem de okul eğitimi esnasında bilinçli olarak yapacakları için, bakanlık tarafından uzaktan eğitimler verilebilir.
Algı değeri açısından sormak gerekirse yabancı dille eğitimle eğitimin niteliği arasında nereye kadar ilişki kurulabilir? Yanlış yönlendirmeler var mı?
Ülkemizde en önemli komplekslerimizden birisi, yabancı dil öğrenmektir. Kendi ana dilimizden daha çok önem verdiğimiz, adeta kendi dilimizi öğrenmesek de olur dediğimiz bir durum bu. Bu suni ihtiyacımızı önemli hale getirmek için uydurduğumuz slogan ise ‘bir dil bir insan, iki dil iki insan, üç dil üç insan’dır. Tamam küresel dünyada başka ülkelerinin dillerini bilmek, başka ülke insanlarıyla iletişim kurmak kötü bir şey değildir. Burada kötü olan ülkenin tüm insanlarının yabancı dile ihtiyacı varmış gibi bu durumu bir memleket meselesi haline getirmektir. Eğer yabancı insanlarla iletişim kurmak istiyorsa bir çoban, istediği yabancı dili kendi olanaklarıyla öğrenir. Bundan 20 yıl önce Antalya şehirlerarası otobüs terminalinde (o zaman uçak yolculuğu yaygın değil) ayakkabı boyacısı çocuklar (10-12 yaşlarında) Alman turistlerin ayakkabılarını boyamak için Almanca öğrenmişler ve dertlerini anlatacak kadar Almanca konuşuyorlardı. Dolayısıyla yabancı dil öğrenmeyi, yabancı dil eğitimini bu kadar ülke meselesi haline getirip anasınıflarına kadar indirmeye gerek yoktur.
Gelelim yabancı dilde veya yabancı dille eğitime; dünyada öğrencisi de öğretmeni de aynı milletten olup da başka bir dille eğitim veren (sömürge ülkeleri hariç) tek ülke biziz. Düşünün öğrenciler Türk, öğretmen Türk, dersi İngilizce veriyorsunuz. Bu rezillikte nasıl bir nitelik arayabilirsiniz. Avrupa’da bir ülkede Türk büyükelçiliği, Nasreddin Hoca şenlikleri çerçevesinde bir konferans düzenlemiştir. Dünyanın değişik ülkelerindeki Türkologlar konuşmacı olarak davet edilmiş ve özellikle büyükelçinin istekleri doğrultusunda konuşmacılar İngilizce sunum yapacaklar. Japon Türkolog bir kadın Nasrettin Hocanın yaşamından ilginç anekdotları İngilizce anlatmaya çalışıyor, fakat her halinden zorlandığı belli. En son salona dönüp soruyor, ‘İçinizde Türkçe bilmeyen var mı?’ diye. Hiçbir parmak kalkmayınca Japon kadın şaşırıyor ve ‘ben bundan sonraki sunumu Türkçe vereceğim, Nasrettin Hoca’ nın göle maya çalmasını ben İngilizce nasıl anlatayım?’ diyor ve sunumunu Türkçe yapıyor. Japon Türkolog bile bizim dilimiz Türkçeye sahip çıkıyor da biz maalesef öz dilimize sahip çıkmıyoruz.
Yabancı dil kompleksimizin bir sonucu olarak, birçok lisemizde ve birçok üniversitemizde yabancı dille eğitim verilmektedir. Buradaki yabancı dille eğitim derken, başka diller değil, sadece İngilizce eğitim verilmektedir. Buradaki algı da İngilizce bir dünya dilidir, ülkeler arası resmî platformlarda İngilizce konuşuluyor algısıdır. Örneğin Almanya’da hiçbir şekilde İngilizce konuşulmadığı gibi, Almanlar mecbur kalmayınca Almancadan başka bir dil konuşmazlar. Almanya’da uluslararası kurumlar dışındaki yerlerde Almancadan başka yönlendirme kelimeleri yoktur. Örneğin ulusal havalimanlarında kesinlikle İngilizce bir kelime yoktur. Bu algıdan dolayı ülkemizde başta yöneticilerimiz olmak üzere herkes yabancı dille eğitimden memnun, hele veliler ‘bizim çocuk İngilizce eğitim görecek’ lafıyla bile toplumsal bir statü kazanmaktadır. Herkes memnun olunca yeni liseler, yeni üniversiteler İngilizce eğitime geçmektedirler.
Yabancı dille eğitim veya yabancı dilde eğitim niçin ülkemizde faydalı değildir? Özellikle üniversite eğitimi üst düzey düşünme becerilerine hitap eden bir eğitimdir, yani bir sertifika eğitimi, bir genel kültür eğitimi değildir. Eğitim görülen alana yönelik olarak üst düzey bir eğitim alınır ki o alanla ilgili düşünce üretebilsin, o alanın sorunlarına yönelik çözümler sunabilsin ve gerekirse o alanla ilgili buluşlar yapabilsin. Bu tür eğitim ancak ve ancak ana dilde alınır. Tek istisnası vardır; çocuk ebeveynlerinin işi gereği başka bir ülkede doğmuştur ve belirli bir dönem o ülkenin eğitim sisteminden geçmiştir, o zaman bu genç o dilde üniversite eğitimi alabilir. Başka türlü Türkiye’de liseyi de İngilizce okumuş olsa bile, üniversite eğitimi için bu yetmez. Çünkü üst düzey düşünme (karar verme, sorun çözme, yaratıcı düşünme, eleştirel düşünme, yansıtıcı düşünme, pratik zekâ gibi) becerileri için gerçekten dil becerilerinin de üst düzey olması gerekmektedir. Bu da çocuğun içine doğduğu, günlük yaşamını şekillendirdiği, okullarda eğitim gördüğü ana dilinden başkası olamaz. Durumu bir örnekle somutlaştıralım. Türkçe ‘gitmek’ kelimesinin karşılığı İngilizce ‘go’ kelimesidir. Türkçe eğitim veren bir okulda öğrenim gören bir gencimiz, gitmek kelimesinin onlarca farklı anlamlarını kullanabilir. Sırf söyleniş biçimine göre farklı anlamlar çıkarabilir. Sert bir şekilde git demekle kısık sesle git demek farklı anlamlara gelmektedir. İngilizce eğitim veren bir okulda öğrenim gören bir gencimiz de go kelimesini, sadece soğuk bir gitmek olarak kullanır. Bunun yanında en azından kelimelerin metaforik kullanımı bilinmelidir. Bizim çocuklarımızın İngilizce kelimelerin metaforik kullanımlarını bile bildiklerini tahmin etmiyorum.
Bunun yanında yabancı dille ilgili en önemli sorunlardan birisi, öğrenci yabancı dille eğitim veren okula gittiğinde İngilizce mi öğrenecek, İngilizce dilinde bilimsel bilgileri mi öğrenecek? En büyük çıkmazlarımızdan birisi bu. İngilizce öğrenmeye kalksa, dersi aksatacak, dersi öğrenmeye kalksa yeterli İngilizce bilmediği için ne İngilizce öğrenebilecek ne de dersi öğrenebilecek. Soru şu; ODTÜ, Boğaziçi ve Bilkent Üniversitesi mezunu olup da ülkenin gelişmesine veya bir sorunun çözümüne yönelik çalışma ya da dünya çapında buluş yapmış bir kişi hatırlıyor musunuz? Çünkü gerçekten mezun oldukları alana yönelik bırakın üst düzey düşünme becerilerini, sıradan bilgileri ancak öğrenebiliyorlar. Ancak toplumda oluşan algılar nedeniyle bir kuruma eleman alınacağı zaman bu İngilizce eğitim veren üniversitelerden mezun olanlar daha avantajlı olmaktadır.
Yine İngilizce eğitim algısının sonucu olarak, bu üniversitelere, bu liselere seçme öğrenciler gitmektedir. LGS’de veya YGS’de çok yüksek puan alan çocuklar bu liselere ve bu üniversitelere gitmektedir. Anadolu’nun mütevazı bir ilinden bu okullara giden çocuklar, o ilde o yılın konusu ve gurur vesilesi olmaktadır. Hâlbuki o zeki çocuğun zekâsının körelip sıradan bir yetişkin olacağını kimse düşünmemektedir. Bu liselere ve üniversitelere giden öğrencilerle ilgili enteresan istatistiklerden birkaç örnek verelim. ODTÜ’nün değişik bölümlerini üniversite sınavına giren en yüksek puanlı 1000 öğrencinin 1/3’ünden fazlası tercih etmektedir ve genel anlamda da ODTÜ’de öğrenim görmek isteyen bir öğrenci yüzde üçlük dilime girmesi gerekmektedir. 2021 yılı verilerine göre Bilkent Üniversitesi’ni tam burslu olarak kazanan öğrencilerin de önemli bölümler için ilk 1.000’e giren öğrencilerden olduğu gözlenmektedir. Galatasaray Lisesi ve İstanbul Erkek Lisesi gibi yabancı dille eğitim veren liselerin 2022 verilerine göre, bu liselerde öğrenim gören öğrenciler OKS’de binde birlik dilime girmişlerdir. Maalesef ülkenin en zeki çocuklarını, gençlerini bu okullara vererek sıradan bir eğitim almalarını sağlamaktayız. Bu gençler gerçekten anadillerinde eğitim almış olsalardı, belki de ülkelerinin en büyük bilim insanları, en büyük buluşçuları olacaklardı.
Sonuç olarak, dünyada eşi benzeri olmayan yabancı dilde (İngilizce) eğitimden bir an önce vazgeçmeliyiz. Yoksa 2050’li yıllarda böyle bir sorunumuz kalmayacak, çünkü dilimiz de kültürümüz de İngilizce olacak. Bu tehlikeye Oktay Sinanoğlu “Yabancı dille eğitimin, en değerli gençlerimizi ezberciliğe yönelten, onları bilimden soğutan, anlama, anlatım ve yaratıcılıklarının gelişmesini engelleyen, yaşam boyu kullanacakları meslek bilgileri edinmelerini engelleyip ezberleten çok yanlış bir yöntem olduğu ortadadır.” diyerek parmak basmaktadır.
Bilimin evrenselliği algısına dair neler söylemek istersiniz? Sizce bilimle din çatışır mı?
Bize hep yıllarca bilimin evrensel olduğu, bilimin dünyanın her yerinde aynı olduğu düşüncesi aşılanmıştır. Bu bağlamda da bazı bilim insanlarımız evrensel olan bilim için evrensel dil olan İngilizce’de bilimsel çalışmalar yapmamız gerektiğini şiddetle savunmuşlar ve halen daha savunmaktadırlar. Hatta bazıları daha ileriye giderek “Türkçe bilim dili olamaz.” demişlerdir. Hâlbuki bilimin hangi dilde olduğu veya bilim yaparken hangi dili kullandığınız çok da önemli değildir. Yeter ki siz bilimsel çalışmalar için kafa yorun, yapacağınız bilimsel çalışmayı kurgulayın ve uygulayın. Ülkemizde bilimsel çalışmalar rahatlıkla yapılmasın, bu anlamda dünyanın diğer ülkeleri ile rekabet edemesinler diye bilim insanlarına İngilizce öğrenme zorunluluğu dayatılmıştır. Bilim insanları dil ile ilgili zorunlulukları yerine getirene kadar zaten her şeyden soğumaktadırlar. Bunun yanında İngilizce ile ilgili koşulları yerine getirdikten sonra da yine Türkçe bilimsel çalışmalar yapılmaktadır. Çünkü akademik İngilizce ile ilgili sınavlara ezberleyerek girilmekte ve başarılı olunmaktadır. Ancak bu bağlamda hiçbir bilim insanı İngilizce bilmiş olmamakta ve çalışmalarını yine Türkçe yapmaktadır.
Bunun yanında bilim veya bilimsel çalışma bir süreçtir. Bu sürecin bazı birimleri evrenseldir, bazı birimleri evrensel değildir. Bunun yanında üretilen bilimin evrenselliği bilim dallarına göre değişmektedir. Örneğin fen bilimleri evrenseldir, çünkü fen bilimlerinin konusu doğa ve doğa olaylarıdır. Doğadaki her bir varlık dünyanın her yerinde aynıdır. Bir fare, bir yılan, bir rüzgâr, bir meyve, bir sebze aynıdır ve bunlar üzerinde yapılan deneyler de aynı sonuçları verecektir. Bu bağlamda bakıldığında bilim evrenseldir. Zaten oluşan algı da burada ortaya çıkmakta ve Latincede ‘science’ kelimesinin Türkçedeki anlamı hem fen demek hem de bilim demektir. Yani bizim dilimizde fenle bilim eş anlamlıdır ve bilim demek fen demektir. Bu bağlamda dünyanın her yerinde aynı sonuçlar verdiği için fenle ilgili yapılan çalışmalar evrenseldir. Ancak sosyal bilimler açısından baktığımız zaman bilim evrensel değildir. Sosyal bilimler açısından evrensel olan şey, bilimsel yöntemlerdir. Dünyanın neresinde olursa olsun, ister sosyal, ister fen bilimlerinde olsun kullanılan bilimsel yöntemler aynıdır ve dünyanın her yerinde aynı şekilde kullanılır. Elde edilen sonuçlar açısından bakıldığında, fen bilimlerinde ve sağlık bilimlerinde sonuçlar evrenseldir, bir yerde elde edilen bir sonuç dünyanın her yerinde kullanılabilir. Burada sağlık bilimlerinde elde edilen sonuçlar insanlar üzerinde kullanıldığı için, sonuçların uygulanmasında da farklılıklar olabilmektedir. Örneğin; bir ilaç dünyanın herhangi bir yerindeki bir insanı iyileştirebilmektedir, ama başka bir yerindeki bir insana fayda sağlayamamaktadır. Bundan dolayı sağlıkta bile sonuçlar evrensel olmasına rağmen sonuçların uygulanmasında evrensellik olmayabilir.
Sosyal bilimlerde de özellikle psikoloji, sosyoloji, eğitim, hukuk, dil bilim gibi alanlarda sonuçlar evrensel gibi görünmekle beraber, aslında evrensel değildir. Çünkü her ülkenin, her coğrafyanın, daha doğrusu her toplumun insanları birbirinden farklıdır. Dolayısıyla herhangi bir yerdeki bir sosyal olayın o toplumdaki etkisi veya o toplumda bulunan çözüm yolu, başka bir toplum için çözüm olmayabilir. Örneğin; Finlandiya eğitim sistemi, bizim ülkemizde aynı şekliyle uygulanamaz. Uygulanır da bizim sorunlarımızı çözemez. Onlardan yararlanarak, kendi kültürünüze, kendi toplumunuza uygun bir hukuk sistemi, bir eğitim sistemi oluşturabilirsiniz. Bu bağlamda sosyal bilimlerin sadece yöntemleri evrenseldir, yani sosyal bilimlerde de tıpkı fen bilimlerinde olduğu gibi kullanılması gereken yöntemler dünyanın her yerinde aynı şekilde kullanılır. Örneğin; tarihsel yöntem bütün tarihî araştırmalarda, dünyanın her yerinde aynı şekilde kullanılarak veriler toplanır.
Bunun yanında edebiyat, kültür, halk bilimi, ahlak, spor, sanat, ilahiyat gibi alanlar ise tamamen toplumsaldır, bu bilimler hiçbir şekilde evrensel değildir. Ancak bu bilimlerde de evrensel olan tek şey, bilimsel yöntemdir. Bu tür bilimlerin konusu, problemi, elde dilen sonuçları ve sonuçların uygulanması toplumsaldır ve sadece o toplumu ilgilendirir. Bir ülkede elde edilen sonuçlardan benzer başka ülkeler de yararlanabilir. Ancak aynı şekilde kendileri uyguladıkları zaman olumlu sonuçlar elde edemezler. Ülkemizde YÖK tarafından her bilim dalı sanki fizikmiş gibi evrensel kabul edilerek, bütün bilim dalları aynı kefeye konulmakta ve her bilim dalına konulan koşullar hep aynı olmaktadır. Bu durum ülkemizde özellikle sosyal bilimlerin yeterince gelişmemesine neden olmakta ve bu alanlarla ilgili problemlerin çözülmesi için gelişmiş ülkelerin çözümleri getirilip aynen uygulanmaktadır. Bu da ülkemizdeki sosyal problemleri çözmediği gibi iyice dallandırıp budaklandırmaktadır. Bu bağlamda bilimlerin kendi doğası gereği birbirinden farklı olduğu yetkililer tarafından göz önünde bulundurulup ona göre hareket edilmesi gerekir.
Bilimle din ilişkisine gelince, buradaki en önemli sorun din kavramından ne anladığınızdır. Din denince ilk akla gelen ayrım, dinin insan yapımı mı yoksa ilahi bir din mi olduğu sorusudur. Eğer din Allah tarafından indirilen, kuralları (emir ve yasaklar) olan, insanların yaşamını düzenleyen ve uygulayıcı olarak bir peygamberle birlikte gönderilen din ise, bilimle çelişmez veya çatışmaz. Ancak filozoflar tarafından insanlara verilen öğütlerden oluşan felsefi öğretiler (sonradan dinleşir) veya ilahi olup Allah tarafından gönderilen ve daha sonra insanlar tarafından değiştirilen (bir nevi insan yapımı) dinler, bilimle uyuşmaz.
İslam dini ise gerçek bir ilahi dindir, daha öncekiler (Yahudilik, Hıristiyanlık) gibi önceden ilahi bir din olup peygamberler öldükten sonra insanlar tarafından değiştirilen dinler gibi değildir. Zaten o ilahi dinlerin hepsi de İslam’dır ve insanlar tarafından değiştirildikten sonra İslam’dan uzaklaşır. En son peygamber olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği son din olan İslam dininin bilimle çelişmesi veya çatışması mümkün değildir. Peki bilimle din uyuşmaz algısı nasıl ortaya çıkmıştır? Hz. İsa göğe çekildikten ve onun havarileri öldükten sonra (İslam dinine göre), Pavlus adında bir rahip Hz. İsa’nın ilahi olan dinini değiştirerek kilisenin dini olan Hristiyanlığı yaymaya başlamıştır. Bu kilise dinine göre Hz. İsa Allah’ın oğludur ve ondan sonra dünyada din de olmayacaktır, peygamber de olmayacaktır. Çünkü yaratan kendi oğlundan sonra başka birini peygamber olarak gönderir mi? Böyle bir sığ düşünce içerisinde Hristiyan âlemi Hz. Muhammed’i (s.a.v.) ve O’nun dinini kabul etmemişlerdir. 18. yüzyıldan itibaren bilimin Hristiyan Avrupa’da gelişmeye başlaması ve bilimle birlikte Avrupa ülkelerinin gelişmesi sonucunda, özellikle 19. yüzyılda bilimin ve bilimsel gelişimin merkezi olarak görülmüştür. Buna bağlı olarak Hristiyan Avrupa’daki bilim insanları, kendi dinlerinin soyut ve olması gereken emirlerine göre ve akla uygun olmayan teslis inancı, günah çıkarma gibi akıl dışı uygulamalarla bilimin dinle uyuşmadığını ortaya koymuşlardır. Bu algı günümüze kadar gelmiştir çünkü Avrupa bilim insanları İslam dinine kalıp yargıyla baktıkları için hiç inceleyip araştırmadan kendi dinleriyle aynı kefeye koymuşlardır.
Ülkemizde de özellikle Osmanlıların son dönemlerinden itibaren Avrupa’ya (özellikle Fransa) lisansüstü eğitim için bilim insanı adayları gönderilmeye başlamışlardır. Bu uygulama Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Oraya giden bilim insanı adaylarımız, oradaki kendi hocalarının dine bakış açılarını aynı şekilde almışlar ve ülkemize döndükten sonra bilimle dinin uyuşmadığı algısını özellikle üniversitelerde yaymışlar ve günümüzde dahi birçok bilim insanı bu algıya o kadar kapılmışlar ki bilimle din uyuşabilir mi sorusuna bile sert tepkiler vermektedirler.
O zaman İslam dini niçin bilimle uyuşur veya en azından bilimle çelişmez? Öncelikle İslam dininin diğer felsefi öğretilerden ve bozulan ilahi dinlerden farklı olduğunu kabullenmemiz gerekmektedir. Gerçekten İslam dininin diğer öğreti ve dinlerden en önemli farkı; sadece emir ve yasaklardan ibaret olmadığı, bunun yanında insanların maddi ve manevi günlük yaşamını ele alan bir din olduğudur. Bu durum bilimsel açıdan da çok önemlidir, çünkü tıpkı bilim gibi İslam dini de insanların günlük yaşamını konu etmektedir. İslam dini insanların günlük yaşamlarını idealize etmektir. Burada diğer dinlerden en önemli farkı emir ve yasaklara uymayanlar İslam’dan atılmazlar veya aforoz edilmezler. Bu anlamda İslam ideal olarak iyiyi, güzeli, olumluyu oluşturmaya çalışmakta, ancak yaşamın içinde kötüyle, olumsuzla da mücadele etmektedir.
İslam dini bilimle çelişmediği gibi ne bilime karşıdır ne de kendisini bilimin dışında tutar. İnsan yaşamını ele alan bir din olduğu için, insan yaşamındaki olumlu ve olumsuzlukları sürekli araştırır, inceler ve insanları sürekli olumluya yönlendirir. Namaz ibadetinde namaz vakitlerinin belirlenmesi, zekât ibadetinde zekât miktarlarının belirlenmesi, oruç ibadetinde sahur ve iftar vakitlerinin hesaplanması gibi yüzlerce ibadetin icra edilmesinde bilim vardır. Namaz vakitleri için astronomi bilimi, zekât miktarları için matematik bilimi gibi farklı bilimlerden yararlanılmaktadır. Dinlerin bilgileri dogmatiktir, mutlaktır, kayıtsız şartsız inanmak esastır gibi düşünce söz konusudur. Bu bilgilere ilahi bilgi denilmekte, bilimsel yöntemle elde edilen bilgilere de bilimsel bilgi denilmektedir. İki bilgi de sorgulanmaz, iki bilgi de doğru kabul edilir, sadece bilimsel bilgi aksi ispat edilene kadar doğrudur ve geçerlidir. İlahi bilgiler soyuttur denilebilir, ancak o soyut olan bilgiler peygamber tarafından uygulanır ve somutlaştırılır. Bunun yanında İslam dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de belirtilen birçok ilahi bilgi, bilime altyapı oluşturmuştur. Bu bağlamda da İslam dini ve ilahi bilgiler, bilimin önünü açarak bilimin gelişmesini sağlamıştır.
Sonuç olarak felsefi öğretiler ve insan yapımı dinler bilimle uyuşmazlar, fakat İslam dini bilimle çelişmez ve bilime de yol açan görüşler öne sürer. Bundan dolayı bilimle din uyuşmaz algısı, felsefi öğretiler ve insan yapımı dinler için doğru olmasına rağmen İslam dini için doğru değildir. Özellikle toplumun büyük bir çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde İslam diniyle bilimin uyuşmadığı algısını ortadan kaldırmamız gerekmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir