Teknoloji ve Teknolojik Yenilik kavramlarına nasıl bakmalıyız? Bizleri teknolojik gelişime zorlayan nedenler nelerdir? Yeni büyüme modellerinde teknoloji ve yenilik konusuna nasıl bakılmakta?
Teknoloji, ilk anlamı itibariyle bilimsel temele dayalı olarak geliştirilen ürünlerin pratikte, insan yaşamını daha faydalı hale getirmesi olarak ifade edilebilir. Ancak teknolojinin bu dar kapsamlı tanımını biraz daha genişlettiğimizde, özellikle bilim ve teknolojideki yatırımlar vasıtasıyla kavramın, üretilen ürünün yanı sıra üretim sürecinde aktif rol alan fikir ve yöntemlerin tamamını kapsadığını söyleyebiliriz. Yani bir ülke, ne kadar fazla ve doğru şekilde bilime ve teknolojiye yatırım yaparsa o ülkede yapılan yatırımın neticesinde, bilim ve buna bağlı olarak teknolojik yenilik ortaya çıkar. Teknolojik yenilik dediğimiz şey ise eski ağır sanayi olarak ifade edilen üretim araçlarının yeni ve daha pratik üretim araçlarına dönüştürülmesidir. Bu, her ülkenin kendi üretimine katkı sağlayabilmesi açısından bir zorunluluktur diyebiliriz. Çünkü küresel şartlar ve özellikle teknolojik yenilik konusunda lider konumda olan ülkeler, küresel ticaret vasıtasıyla geride kalan ülkeleri bu değişime zorlamaktadır. Teknolojik yenilik, küresel ticaretten karlı çıkabilmenin önemli bir unsurudur aynı zamanda. Bir ülkenin sanayi yapısı, ağırlıklı olarak ne kadar fazla oranda eski teknolojiye dayalıysa, o ülkenin küresel rekabetten kazançlı çıkması ve hatta benzer sanayi yapılarıyla dahi rekabete girmesi zorlaşmaktadır. Bu sebeple bugün tüm dünyada, özellikle üretimde teknolojik yenilik arayışı bir zorunluluk olarak kabul edilmektedir.
Teknolojik anlamda gelişmenin arzu edilmesinin temel sebebi, bir ülkenin daha kaliteli ve benzersiz ürünler üreterek, daha yüksek oranda gelir elde edebilmesidir. Teknolojik yeniliklerin ve gelişmenin odağında özellikle, II. Dünya savaşından sonra iktisatçıların değişen tutumları yer almaktadır. Tam da bu noktada, içsel/yeni büyüme modelleri olarak adlandırdığımız modeller, teknolojik yeniliklerin ortaya çıkmasında önemli bir husus olan bilgi birikimi ve yenilik kavramlarını merkeze almaktadır. Yani iktisadi büyüme için fiziki sermaye yerine bilgiye yatırımın daha yoğun şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Bilgiye yapılacak olan yatırımın, teknolojik yenilik ve gelişimin üretilmesinde öncü bir rol oynayacağı belirtilmektedir. Bu kapsamda kritik bir üretim faktörü olarak kabul edilen bilginin itici gücü olan nitelikli insan kaynakları, araştırma ve geliştirme faaliyetleri, bilgi ve iletişim teknolojileri gibi kavramlar önemli kabul edilmiştir. Ayrıca yeni büyüme teorilerinde, daha önce dışsal olarak kabul edilmiş olan teknoloji, ar-ge, yenilik faktörlerinin içsel yani bilinçli yatırımlar yoluyla ekonomik büyümeyi doğrudan etkileyen faktörler olduğu ifade edilmektedir.
Yüksek/İleri Teknoloji Kavramı ve Yüksek/İleri Teknolojili Üretim deyince ne anlamalıyız? Sektörel olarak bugün en çok hangi alanlarda söz konusu edilmekte?
Yüksek veya ileri teknoloji, teknoloji tabanına daha fazla bilgi aktarımıyla üretilebilecek kompleks ürünler için en gelişmiş araç ve gereçleri ifade etmektedir. Genel olarak yüksek veya ileri teknolojili ürünler, içeriğindeki bilgi yoğunluğu fazla olan karmaşık ürünler olarak tanımlanabilir. Üretiminde teknolojinin yoğun olarak kullanıldığı bu ürünler, yüksek teknolojili üretime sahip ürünler olarak da ifade edilebilir. Daha açık belirtmek gerekirse, teknoloji yoğunluğuna göre üretim 4’e ayrılmaktadır. Bunlar; düşük teknolojili üretim, orta-düşük teknolojili üretim, orta-yüksek teknolojili üretim ve yüksek teknolojili üretimdir. Düşük teknolojili üretim, geleneksel üretim araçlarına dayalı, pratik uygulamanın yoğun olarak gerçekleştirildiği ve teorik bilgi ile araştırma faaliyetlerinin en az miktarda dâhil olduğu, modern olmayan üretim sektörlerini kapsamaktadır. Gıda, tekstil, mobilya ürünleri üretimi örnek olarak verilebilir. Bir üst basamak olan ve daha yoğun teknoloji üretimine sahip diğer sektörler ise orta-düşük ve orta- yüksek teknolojili üretim sektörleridir. Bu teknolojileri içeren sektörlerde, düşük teknolojili üretim sektörlerine göre daha yenilikçi teknolojiler üretime dâhil edilmektedir. Teknoloji yoğun üretimin nihai aşamasında ise yüksek/ileri teknolojili üretim yer almaktadır. Söz konusu üretim düzeyi, bilgi yoğun modern endüstrilerde gerçekleşmektedir. Bu sektörler, bilgi ve insan kaynaklarına bağımlıdır ve aynı zamanda, bu sektörlerde yoğun şekilde araştırma ve geliştirme çalışmaları gerçekleşmektedir. OECD’nin teknoloji içeriğini temel alarak yapmış olduğu üretim sınıflandırmasına göre yüksek teknolojili üretim sektörleri temelde üç ayrı şekilde kategorize edilmiştir. Bunlar; ilaç ve temel eczacılık ürünleri endüstrisi, elektronik ve optik ürün endüstrisi, havacılık ve uzay ürünleri endüstrisidir. Bu sektörler, bugün dünya çapında en rekabetçi üretim yapıları olarak görülmektedir. Eğer bir ülkenin sahip olduğu endüstri, henüz gelişme çağında veya tam anlamıyla yapısal gelişimini tamamlayamamış düzeydeyse, söz konusu ürünlerin üretimini gerçekleştiremeyecektir. Bugün dünyada üretimin zirve noktasını oluşturan bu üretim düzeyiyle, özellikle gelişmiş ülkelerin ve gelişmekte olan Çin’in ihracattan büyük paylar aldığını görmekteyiz.
Teknoloji temelli üretim ve ihracat açısından dünyadaki örnekler bize neler söylüyor? Türkiye açısından bir değerlendirme alabilir miyiz?
Teknoloji tabanında meydana gelen değişimler üretim düzeyinizle doğrudan etkileşim içerisindedir. Yani, düşük teknoloji yapısına sahip sektörler, kolay taklit edilebilen, sınırlı sermaye, en alt düzeyde niteliğe sahip hatta niteliksiz çalışan gibi faktörlere ihtiyaç duyan sektörlerdir. Söz konusu sektörlerin yoğunlukta üretim yaptığı ülkeler, ihraç ettikleri bu ürünlerden düşük katma değer sağlamaktadır. Endüstriyel gelişmenin bir üst kademesini oluşturan orta-düşük teknolojili üretim sektörleri de genellikle yeni sanayileşen ve ucuz emek gücüne dayalı üretim yapılarını temsil etmektedir. Bu endüstrilerin ihracatı neticesinde gerçekleşen katma değer, benzer ürünlerin üretimi küresel ölçekte oldukça yaygın olduğundan, düşük düzeyde kalmakta ve büyümeye yeterince katkı yapamamaktadır. Üretimde teknoloji yoğunluğunu artıran faaliyetler, orta-yüksek teknolojili üretime geçiş ile gerçekleşmektedir. Orta-yüksek teknolojili üretim faaliyetleri, daha yoğun teknoloji kullanımı ve iş gücü verimliliği ile ihracattan daha fazla pay alınmasına olanak sağlamaktadır. Yüksek teknoloji yapısına sahip sektörlerde ise meydana gelen üretim ile üretilen malın özellikleri ve değeri artırılmış olmaktadır. Bu durum, bu tür ürünlerin dış pazarda kilogram başına fiyatının daha yüksek olmasını sağlamaktadır. Bu ürünlerin ihracatını gerçekleştiren ülkeler, ileri teknolojili üretim sayesinde hem yüksek katma değerli ürün üretmiş olur hem de bu ürünlerin ihracatından yüksek getiri elde ederler. Yüksek teknolojili üretimi yüksek olan ülkelerin üretimlerinde teknolojik karmaşıklık düzeyleri de yüksektir ve bu ülkelerin yoğun şekilde bilim, teknoloji ve eğitim alanlarına yatırım yaptıkları bilinmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde ise hem ar-ge faaliyetleri hem de teknoloji, bilim ve eğitim yatırımları düşük oranlarda seyretmektedir. Bununla ilişkili olarak eğitim, bilim ve teknoloji yatırımı yapan ülkelerin ihracatları daha teknoloji yoğun bir yapı sergilerken, bu alandaki yatırımların düşük düzeyde gerçekleştiği ülkelerde ise düşük ve orta teknolojili üretimin ağırlığının daha fazla olduğu görülmektedir.
Ülkelerin ileri/yüksek teknolojili üretimle dış ticaretten hangi oranda kârlı çıktıklarını daha geniş bir çerçeveden anlamaya çalışalım. IMF verilerine göre 2019 yılında dünyada gerçekleşen toplam gelirin yaklaşık %40’ı gelişmiş ekonomiler tarafından oluşturulmuştur. Bu oranın %24’ü ABD’ye; %16’ı ise AB ekonomilerine aittir. Gelişmekte olan ekonomilerin dünya hasılasına katkısı ise yaklaşık %59 oranında olup Çin’in bu orana katkısı %16 düzeyinde seyretmektedir. Yani 2019 yılında dünya toplam hasılasını 100 olarak kabul ettiğimizde, oluşan hasılanın %66’lık kısmının AB ülkeleri, ABD, Çin, Japonya ve G. Kore tarafından oluşturulduğunu, geri kalan kısmının ise gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelere ait olduğunu belirtebiliriz. Bu noktadan yola çıkarak dünyada en fazla ihracat gerçekleştiren ülkelerin başında Çin, ABD, Almanya ve Japonya gibi ülkeler olduğunu da rahatlıkla görebiliyoruz. Hatta en fazla ihracat gerçekleştiren ülkeleri sıraladığımızda da ilk on sırada yer alan ülkelerin, küresel ihracatın neredeyse yarısını tek başlarına gerçekleştirdikleri ifade edilebilmektedir. Türkiye’nin söz konusu sıralamadaki yeri ise 31 olup düşük düzeyde seyretmektedir. En fazla ihracat oranlarına sahip olan bu ülkelerin başarılarını anlayabilmek için üretim yapılarına bakmak yeterli olmaktadır. Söz konusu ülkelerin başarılarının ardında yatan temel sebep, orta ve yüksek teknolojili üretim gerektiren ürünlerin üretimine ve bu ürünlerin ihracatına ağırlık vermiş olmalarından ileri gelmektedir. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerden G. Kore, Çin, ABD, Japonya ve AB ülkeleri (özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere) yüksek teknolojili üretimde, üstün bir performans sergilemektedir. Söz konusu ülkelerin teknoloji temelli üretim yapısı incelendiğinde, toplam üretimleri içerisinde yer alan düşük teknoloji yoğunluğu ve orta düşük teknoloji yoğunluğu içeren ürünlerin paylarında yıllar itibariyle azalış gözlenmektedir. Bunun yanı sıra orta yüksek ve yüksek teknolojili üretimlerinde genel olarak artış vardır. Örnek vermek gerekirse, ABD’nin son verileri dikkate alındığında, toplam imalat ihracatı içerisinde en fazla ihracat gerçekleştirilen ürün gruplarının orta-yüksek ve yüksek teknolojili üretim içerisinde yer aldığı ifade edilebilir. Bundan dolayı, ülkenin düşük ve orta düşük teknolojili üretim içeriğine sahip ürünlerinin payının, yüksek ve orta yüksek teknolojili üretim içeriğine sahip ürünlere kıyasla toplam hasılaya olan katkısının daha düşük oranda kaldığı görülmektedir. ABD’nin yüksek teknolojili üretim sektörlerinde sahip olduğu pazar payına havacılık ve uzay endüstrisi (%31) liderlik etmekteyken; Çin’de yüksek teknolojili üretim sektörlerindeki en yüksek pazar payını bilgisayar, optik ve elektronik endüstrisi (%26) oluşturmaktadır. Benzer şekilde Japonya ve G. Kore’de de yüksek teknolojili üretim içerisinde en yüksek pazar payları, elektronik sektörlerinde oluşmaktadır. AB’de ise en yüksek pazar payının özellikle, ilaç sektöründe gerçekleştiğini görebilmekteyiz. Burada en ilginç örneği Çin oluşturmaktadır. Çin, halâ gelişmekte olan ülkeler kategorisinde yer almasına rağmen, üretim olanaklarıyla gelişmiş ülkelerle kıyasıya bir rekabet içerisindedir. Bunun pek çok nedeni olmasının yanı sıra, ülkeye uzun zamandır devamlı şekilde gelen yabancı sermaye ve buna bağlı olarak gerçekleştirilen yapısal reformlar, söz konusu gelişmenin itici güçleri olarak ifade edilebilir. Çin’in özellikle son beş yılda ihracat büyümesinde, orta ve yüksek teknolojili üretimin pazar payındaki artışın itici bir güç oluşturduğu da belirtilmelidir. Tüm bu örneklerle kıyasladığımızda Türkiye’nin üretim ve ihracatının henüz yeterli düzeye ulaşamamış olduğu açıkça görülmektedir. Ülkenin üretim yapısı göz önüne alındığında daha ucuz iş gücüne dayalı emek yoğun sektörlerde düşük ve orta-düşük teknolojili üretim hacminin ağırlıkta olduğu, bunun yanı sıra orta-yüksek teknolojili üretiminin de artış kaydettiği gözlenen bir durumdur. Özellikle Türkiye’nin imalat sanayi ihracatında teknoloji yoğunluğuna göre üretilen ürünlerinin payları incelendiğinde, son yıllarda orta-yüksek teknolojili ürünlerin paylarının (%36) diğer ürünlere kıyasla en yüksek seviyeye ulaştığı bir durum gözlenmektedir. Ancak ülkenin söz konusu ürünlerde düşük (%33) ve orta-düşük (%28) teknolojili ürün payları da hala yüksek seviyede seyretmektedir. Bununla beraber Türkiye’nin yüksek teknolojili (yaklaşık %3 civarında) üretim gerektiren ürünlerde oldukça düşük seviyelerde kaldığı belirtilmelidir. Orta-yüksek ve özellikle yüksek teknolojili üretimin yeterince artırılamamasında özellikle, söz konusu alanlarda gerekli olan girdilerin büyük bölümünün ithal edilmesi sorunu devam etmektedir. Orta-yüksek teknolojili üretimde bunu bir anlamda kırmayı başarmış olabiliriz. Özellikle savunma sanayindeki gelişmeler dikkate alındığında, orta-yüksek teknolojili üretimin daha fazla yerli girdiyle gerçekleştirilmesine dair çabalar etkili olmuş olabilir. Ancak bu başarının yeterli olmadığı ve benzer gelişmelerin yüksek teknolojili üretim sektörlerinde henüz kaydedilemediği de önemli bir gerçektir. Öyle ki ülkenin yüksek teknolojili üretim ve ihracat payları, havacılık ve uzay endüstrisinde %0.2; İlaç endüstrisinde %0.19; Bilgisayar, optik ve elektronik endüstrisinde %0.2 oranlarında kalmıştır.
Yenilik ve inovasyon, teorik plandan pratiğe nasıl dönüşebilir? Bu konuda eğitim reformu hangi düzeyde ve nasıl söz konusu edilebilir? Türkiye ölçeğinde hangi kademelerde neler yapılmalı? Çalışmalarınız, sonuç olarak bize neler söylüyor?
Bu soruya özellikle Asya ülkelerinin endüstrilerinde geçmişte meydana gelen değişmeler ve bu değişmelerde devletin oynadığı rol ile cevap verilebilir. Özellikle Japonya ve G. Kore’nin yanı sıra gelişmekte olan Çin ekonomisinde de uzun vadede bilinçli müdahaleler neticesinde gerçekleşen sanayi dönüşümü, söz konusu ülkelerin bilim ve teknolojiye dayalı uyguladıkları politikalar ile desteklenmiş ve bu sayede üretim teknolojileri yenilikçi bir yapı kazanmıştır. Söz konusu ülkeler, tıpkı gelişmekte olan diğer ülkeler gibi ilk aşamada teknolojiyi transfer etmiş fakat transfer ettiği teknolojiyi, bilim ve teknoloji temelli politikalar ile yönlendirerek özümsemeyi başarmıştır. Bu sayede, ülkelerin özümsedikleri teknolojileri ile üretkenlikleri artmış, bu durum yaptıkları ihracat içerisinde yüksek teknolojili ürünlerin payının artmasına yol açmıştır. Yenilik ve inovasyon dediğimiz süreç, başlangıçtan son aşamaya kadar bilinçli müdahaleler neticesinde bu şekilde gerçekleşmiştir.
Teknolojinin gelişimi, nitelikli birey sayısını artırmakla mümkündür. Bu kapsamda yenilikçi bir eğitim politikası, kişinin teorik becerilerinin yanı sıra uygulamaya dayalı becerilerini geliştirecek şekilde tasarlanmalıdır. Hâlihazırda dünya ölçeğinde uygulanmaya çalışılan temel amaç da budur. Yani özellikle gelişmiş ülkelerin veya geniş ölçekte gelişmiş ekonomilerle rekabet içerisinde olan gelişmekte olan ekonomilerin eğitim reformlarını incelediğimizde, genel olarak söz konusu politikaları, geleceğin iş gücü ihtiyacına göre tasarlamaya giriştikleri görülmektedir. Bu kapsamda kişilere, ilköğretim kademesinden yükseköğretim kademesine kadar olan süreçte, hem teorik hem de uygulama alanındaki gelişmelerle paralel şekilde eğitim yapıları oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ülkelerin avantajı ise tüm bu yenilik hareketlerine oldukça erken tarihlerde başlamış olmalarıdır. Gelişmiş ülkeler, yüksek teknolojili üretim stratejilerini eğitim politikaları kapsamında şekillendirmektedir. Bu kapsamda dünya genelinde eğitimde kabiliyet, yetenek ve yenilikçiliğe dayalı temel üç unsurun geliştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Genel olarak ülkelerin eğitim reformlarında ilk, orta, mesleki ve teknik ve yükseköğretim alanlarında kapsamlı değişiklikler yürütülmekte, her kademedeki eğitimin nitelik ve kalitesinin artırılmaya çalışıldığı açıkça görülmektedir. Söz konusu yenilikleri iki şekilde kategorize edebiliriz. Bunlar; ders programları ve öğretim yöntemlerini geliştirmeye yönelik reformlar ve kişisel, yönetsel ve iletişim becerilerini geliştirmeye yönelik reformlar olarak sınıflandırılabilir. İlk başlık altında yer alan reform düzenlemeleri daha çok eğitim materyalleri dâhil olmak üzere eğitimin ve öğretimin içeriğini geliştirmeye çalışan değişiklikleri içermektedir. Ayrıca bu başlık altında yer alan düzenlemelere, teknolojinin eğitime daha fazla dâhil edildiği, uygulamalı eğitimin teorik eğitimden daha yoğun olduğu düzenlemeler de dâhildir. İkinci grupta yer alan reformlar ise kişinin bilişsel, araştırmaya dayalı ve iletişimsel becerilerini düzenlemeye yönelik değişiklikleri içermektedir.
Türkiye’nin eğitim sistemi genel olarak değerlendirildiğinde, geçmişten günümüze kadar olan dönemde birtakım gelişmeler gözlense de kapsamlı bir müdahale söz konusu olmadığından, hala pek çok yapısal problemi bünyesinde barındırdığı ifade edilebilir. Ülkenin eğitim çıktıları, ulusal ve uluslararası göstergeler ışığında gözlemlendiğinde, her kademedeki eğitimin kalitesinin geliştirilmeye ihtiyacı olduğu açıktır. Türkiye’nin eğitim sisteminin yapısal göstergelerindeki bu zayıf performans, nitelikli üretici ve kaliteli üretim üzerinde etkisini göstermektedir. İlköğretim kademesinde, öğrencilerin becerileriyle uyumlu mesleklere yönlendirilmeye, ortak çalışma, araştırma, ezberci eğitim yerine öğrenmeye dayalı yaklaşımın benimsendiği öğretim yöntemlerine ihtiyaç duyulmaktadır. Ortaöğretim kademesinde özellikle de mesleki ve teknik eğitim alanında, eğitim ve eğitici nitelikleri ile öğrenme ortamlarının kalitesinde belirgin değişiklikler gözlenememektedir. Söz konusu alanda, Almanya ve benzer pek çok ülkede örneğine rastladığımız dûal (ikili) eğitim yapısına benzer bir sistemin geliştirilmesine ihtiyaç vardır. Çünkü mesleki ve teknik eğitim, iş gücü piyasasına doğrudan geçişin ilk kademesini oluşturmaktadır. Bu özelliği göz önünde bulundurulduğunda, söz konusu kademedeki eğitimin özellikle uygulamalı eğitim aşamasının geliştirilmeye ihtiyacı olduğu açıktır. Hem bu eğitim kademesi hem de yükseköğretim kademesinde, ders içeriklerinin geleceğin teknolojilerine uyarlanabilmesi de oldukça önemlidir. Mevcut sistem ile ne yazık ki hem mesleki ve teknik hem de yükseköğretim kademesinde verilen eğitim, işgücü becerilerini karşılayamamaktadır. Bunun yanında yükseköğretimde özellikle araştırma olanaklarının artırılması ve nitelikli çalışmaların yaygınlaştırılması önem arz etmektedir. Mevcut teknik ve profesyonel sayılarımız yetersiz düzeydedir. Teknolojik gelişim için önemli olan öncelikli alanlar belirlenmeli bu alanlarda eksikliklerimiz doğru saptanmalı ve söz konusu sorunları çözüme kavuşturacak köklü değişimler uygulanmalıdır. Eğitim sisteminin yapısal sorunları bünyesinde barındırması, ekonominin küresel beceri gerektiren üretim düzeyine ulaşamamasına yol açmakta ve ülkedeki, üst düzey becerilerin oranı düşük seviyede kalmaktadır. Özellikle, yenilikçi üretimi yönlendiren baş aktörler olan bilim adamları ve mühendis sayısı ile profesyonellerin sayılarının düşük oranda seyretmesi, ileri teknolojili üretim süreçlerini olumsuz etkilemektedir. Söz konusu olumsuz etki ise katma değeri yüksek ihracat göstergelerinde açıkça görülmektedir.
Tüm bu sorunlardan yola çıkarak biz, Türkiye’nin eğitim kademesinde bahsedilen eksikliklerini belirlemeye çalıştık. Mevcut sorunlar, genel olarak tüm kesimler tarafından kabul edilmektedir. Yani Türk eğitim sisteminin ilk, orta, mesleki-teknik ve yükseköğretim kademelerinde, üretkenlik ve beceri düzeyini artırmaya yönelik problemleri bulunmaktadır. Biz, bu sorunlara bir de üreticilerin gözünden bakalım dedik. Çünkü nihayetinde beklentimiz üretimin artması veya özelde yüksek teknolojili yenilikçi üretim alanında artış nasıl sağlanabilir sorusuna çözüm getirmekti. Sahada olanların bu konudaki fikirleri bu sebeple bizim için oldukça önemliydi. Bu düşünceden yola çıkarak, İstanbul’daki teknokentler de dâhil olmak üzere pek çok firma yöneticisine, eğitimin her kademesinde nitelikli ve yenilikçi reformlara ihtiyaç olup olmadığını, şayet ihtiyaç olduğunu düşünüyorlarsa, yapılması muhtemel yenilikçi reformlar ile yüksek teknolojili üretimde bir artış olup olmayacağını bir anket tasarlayarak sorduk. Toplamda yaklaşık 1300 firma yöneticisinin görüşleri doğrultusunda yapılan araştırma sonuçları, beklenen şekilde yüksek teknolojili üretim ve ihracatın artırılmasında eğitim reformlarının önemli bir faktör olduğunu desteklemiştir. Bununla birlikte her kademede belirlemiş olduğumuz reform düzenlemelerinin yüksek teknolojili üretim üzerinde etkili olacağı sonucuna ulaşılmıştır. Şunu da belirtmekte fayda görüyorum. Eğitimin yapısal dönüşümünü içeren yenilikçi üretimin artışı, topyekûn bir mücadeleyi içermektedir. Bu doğrultuda devlete düşen büyük sorumlulukların yanı sıra özel sektör ve bağımsız araştırma kuruluşlarına da pek çok görevler düşmektedir. Özellikle bu konuda yapılacak detaylı araştırmaların politika geliştirme sürecinde oldukça faydalı olacağı kanaatindeyim. Türkiye’nin de tüm bu fırsatları sağlayacak olan çalışmaları göz ardı etmeyeceğine eminim. Bu konuda alınmış olan belli tedbirler var, ama çok daha fazla gayret ve düzenlemeye de ihtiyacımız var.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

