Ahirette görmek istediğimizi dünyada iken derûnumuzda hissetmek… “Yâr ve var” olanı kendi kabımızca hissetmek ve anlamaya çalışmak… Bu konuyu, dünyada zikreden insanlar olarak Allah’ı tanımak düşüncesiyle gündemimize taşırız. Dünyada ve ahirette bundan daha büyük bir merak yoktur, olamaz da… Aslında, bu çaba, ruhlar âleminde yüzleştiğimiz Zât-ı ulûhiyyeti, yüceler yücesi Rabbimizi, unuttuğumuz Rabbimizi, her demde hatırlama çabamızın bizi taşıdığı yerdir. Kaliteli ruhlar zorlu bir manevi yolculukla bu konuda idrak sahibi olurlar.
Derûnunda hissetmek, hasretin getirdiği bir iştiyak hali. Aradığını fark etmek, istediğini fark etmek, bir ilişkimiz olduğunu fark etmek, bu konuda duyguları ve düşüncesi olmak… Allah’ı arama ve tanıma düşüncesinin farkındalığı dahi O’na yönelişin ciddi bir belirtisi olmalı ki, insan bu durumdan büyük bir manevi haz alır. Varoluşun tam da ortasında, tam da arayışı olan bir insan olarak… Çünkü nefsi yine var ve nefsine rağmen gelişen bu çaba, insana, Allah’ın çok açık bir yardımı… Feridüddin Attar’ın (k.s.); “Allah (c.c.) dilediğine kendini zikrettirir.” sözü, bu ilgi ve alakanın temelinde Allah’ın dilemesi ve daveti olduğunu gösteriyor. İnsana uzanan merhametler merhameti bir Kudret eli… İnsanı yalnız bırakmayan ve bunu insana bizzat hissettiren bu ilahi ilgi, onu tanımak isteyenlere de Allah (c.c.) tarafından adım adım yaklaşılması ve ilahi bir yardım demek… İnsanın çabası arttıkça, bu tanışma ve yardımlar her an kendini hissettirerek onun lütfettiği bir ilişkiyi, kalbî bir duyumsamaya dönüştürüyor. Tabir yerindeyse, Allah (c.c.), insana kendisini hissettiriyor. “Yalnız değilsin, Ben yanındayım, sana şah damarından daha yakınım, her ânına ve her haline vâkıfım” hitabını bir hal lisanıyla söylüyor. İnsan bunu vicdan, merhamet, sevgi ve her türlü duygu olarak hissediyor. Hissedemediği duyguları ise ahlakî bir eksiklik olarak kabul ediyor. Çünkü insanın bu yoldaki idrakleri, ahlakî değişimle hayat buluyor. Allah’ın mutlak yardımı olmadıkça, nefsine rağmen değişemeyecek olan insan, Allah’ın (c.c.) yardımıyla değişmeye başlıyor. Yani terbiye oluyor. İnsanın içsel manevi yolculuğu böyle…
Yeryüzündeki tüm çabamız, öldükten sonra söyleyeceklerimizi, ölmeden önce fikretmekle, ahlakî duruş ve yapımıza çok dikkat etmekle yakından alakalı. Allah’ı (c.c.) tanımak amacıyla ahlakî değişimi önemseyen insan, kendisiyle yüzleşirken aynı zamanda toplumla yüzleşmek zorunda… Çünkü Allah’ın ahlakına benzemeye dayalı “iyi ahlakın” unsurları, mücadele edilmesi gereken kibir, riya, haset vb. kötü ahlaklardan kurtularak sevgi, şefkat, merhamet, diğergamlık, cömertlik, yardım severlik, tevazu, vakar gibi iyilik hallerinin insanda hayat bulmasıyla kötüden iyiye doğru bir “değişimi” gerçekleştirmekle kazanılıyor. “Öteki” olmadan insan olunamıyor. Çünkü insan hep, ötekiyle imtihan oluyor. Kibir, riya ve haset başka türlü nasıl anlaşılabilir ki… Nasıl bir ahlak ki, tüm dünya hayatı bunun üzerine bina edilerek kazanılan bir ebedi hayat söz konusu… Dedikodudan, gıybetten, mâsivadan uzak, omurgası ve ana caddesi, istikameti belli dupduru bir ömür, net bir varoluş algısı ve beklentisi, insanı her an muhasebe ile tefekkür ettiren bir çaba, böyle güzel bir ömrün kısa özeti oluyor. Hz. Ali’nin deyimiyle “bir nokta büyüklüğündeki” ilmin, ebedi bir ahirete kıyasla bir “nokta” süresinde, sadece iyi niyetini ortaya koymak ve gerçekleştirmek için mütevazı çabalar harcamakla, akla hayale sığmayacak lütuflarla ödüllendirilmek, çok büyük bir merhamet ve iyilik değildir de nedir?.. Allah (c.c.) ile olan ilişkimize bir “anlam” yükleyeceksek, öncesinde kesinlikle bu durumu görmemiz gerekiyor. Aksi halde ilk tanışmalardan eli boş döneriz. Sonrasında “Nârın da hoş, nurun da…” diyecek ve dedirtecek sınavlara, bu ilişkiye layık iyi ve doğru temeler atamayız.
En önemlisi de insanın kendisini “eşref-i mahlûkat” ve “yeryüzünün halifesi” hissetmesi ki, bu olgu ne metaforik ne de anlaşılması zor bir konudur. Tam aksine, kendini bilen ya da bilecek insan için net bir sorumluluk, rütbe ve görevdir. Yeryüzünü iyilik ve güzellikle, iffet ve gayretle, onur ve şerefle imar etmek… Böyle bir yetkinlik hali, Allah’ın (c.c.) kudretini bilen ve buna layıkıyla iman eden, özellikle rıza, tevekkül ve sabır konularında ahlaken gerçekten iyi bir yere gelmiş ve bunu yeryüzündeki mücadelesinde maddi ve manevi bir özellik olarak ortaya koyan insanların erdem halidir, mücadele ruhudur, duygusudur. Dünyayı ve içindekileri sadece hakettiği kadar büyük gören ve değer veren ama Allah’ın (c.c.) rızasını ve yardımını her şeyden büyük gören bir anlayış, böyle insanların olmazsa olmaz ruh halidir. Onlar, insana hakiki manada böyle değer verirler. Yoksa dünyaya verdikleri değer koca bir hiçtir. Ama görevleri itibarıyla da onlar için dünya çok ama çok kıymetlidir. Bu anlamda da dünya içindeki her şeye olması gerektiği gibi değer verirler. Bu, dünya, hayat ve insana dair hem maddi hem manevi bir okuma biçimidir. Çünkü dünya ahiretin tarlasıdır… Ama bu değer verişin en önemli nedeni, Allah’ın (c.c.), insana ve hayata verdiği değerdir. Allah’ın (c.c.) ahlakıyla ahlaklanmanın önemli bir boyutu da budur. Çükü Allah (c.c.), insanla öyle ilgilidir ki, bazen insanın zâtını sever, fiilini sevmez, bazen fiilini sever zâtını sevmez, bazen hem fiilini hem zâtını sever, bazen de ne fiilini ne de zâtını sever. Demek ki insanın her eyleminin Allah (c.c.) katında bir karşılığı vardır. Yani insanın her eyleminin bütün ayrıntılarıyla Allah (c.c.) katında hem adalet hem merhamet boyutunda değerlendirilmesi söz konusudur. Bu da insana verilen büyük değerle ilgilidir. Bu, Allah (c.c.) indinde böyledir. Önemli olan, insanın, sorumluluk ve görev dolu bu ayrıntılı ve inceliklerle dolu durumun farkında olmasıdır. Normal şartlar altında, asırlarca peygamberler göndererek bizzat kendi varlığından insanı haberdar eden Allah’ın (c.c.) , böyle bir konudan haberdar olan insan için, his, duygu, düşünce olarak varlık ve evrendeki mutlak değerinin, unutulmamacasına farkında olunması gerekirdi. “Niye unuttu, nasıl unuttu?” konuları, temelde insanın heva ve hevesleri, dünya hayatına ahireti unuturcasına yüklediği anlam ile ilgili… Bir tür düşünce çarpıklığı ve insan bunu bir şekilde ifade ediyor zaten…
Bugün, inanmış bir insanın, hayatın hızlı akışı ve sınırlı süresi içinde, İslam’ın kendisine yüklediği bireysel ve toplumsal sorumlulukları kuşandığında, yakın ve uzak çevresini değerlendirme adına tebliğ mantığında hangi alanlara ve nasıl yöneleceği konusu önemli bir konudur. “Atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” bir dünyada “Ben ne yapmalıyım?” sorusu, samimi ve gayret isteyen bir cevabı hak ediyor… Çünkü bu konulardaki diğergamlığın temelinde inancımız yatıyor. O inancın gereğidir ki, konulara merhametle, vicdanla, sağduyu ile yaklaşıyoruz. Ama artık üzerinde durulmaya değer konular bilgi, profesyonel bir bakış açısı, konuyu pek çok cephesiyle kuşatacak bir feraset istiyor. Üstelik tüm bunların önüne merhameti koymamız gerekiyor. Zamanla bu çabalar, bizleri belli konularda başkalarına yardım edebilecek hale getirdiğinde de kendimizi, Allah’a (c.c.) hesap verecek insanlar olarak bahtiyar hissedeceğiz. İnsan bu dünyada başka türlü nasıl mutlu olabilir ki… Duygularımız ve düşüncelerimiz bizi belli yerlere taşırken, bu çalışmaları yapacak ekonomik bir güç ya da dayanışmaya ihtiyacımız oluşu da gayretimizi azaltmamalı, tam aksine artırmalı diye düşünüyorum. Çünkü yeryüzünde güzel yürekler vardır ve bir kısmımız bedeniyle bir kısmımız aklıyla bir kısmımız da maddi sermayesi ile iyilik ve güzelliğin yayılması adına kendi varlığını, sosyal sermayesini, organizasyon gücünü ortaya koyabilir.
Düşünün ki, sosyal ve psikolojik manada yardıma muhtaç insanlar var… Düşünün ki, ihtiyaç sahipleri var… Düşünün ki ciddi sağlık sorunları olanlar var… Kimisinin anne babası, kimisinin çocuğu, kimisinin yakın akrabası, dostu, arkadaşı… Üç günlük dünyada hepimiz gelip geçeceğiz ve geride sadece yaptığımız güzel şeyler kalacak… “Usûl olmadan vusûl olmaz.” derler… Bugün toplumun genelindeki en büyük değer kayıplarından biri güven konusudur. Ön yargılar, sû-i zanlar, değersizlik duyguları, ahlakî zaaflar hep bu güvensizliği besler. Hatta öne çıkan gönüllülerin dahi kısa sürede önü kesilir. Ama toplumun içinde bulunduğu keşmekeş, sessiz yığınların büyük dertleri denilecek kadar büyüktür. Dert bizde değil diye kendimizi dertsiz hissettiğimiz o kadar çok konu var ki, canı yanan ve ömrü böyle geçen insanların sayısı hiç de az değildir. Seneca’nın dediği gibi: “Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir.” Bunların ifade edilmiyor oluşu, insan ruhunun ıstırabını azaltmaz… Bu içsel psikolojik hecmeler, bazen dışa vurur ve aysbergin üstünde de kan görmeye başlarız. Bu tür bireysel acıların toplumsal temeli bugün her şeyden daha fazladır. Hem kafa karıştırıcı kasıtlı dillendiricilerin sayısı artmış hem de bireyin kendini koruyacağı zihinsel mottoları zayıflamıştır. Yani moral savunma düzenekleri azalırken kasıtlı olarak dillendirilen pek çok konu gündeme gelmiştir. Vesveselerini tefekkür addeden pek çok eksik akıllı, kafa karıştırmaya devam etmektedir. Bu işin katalizörü ise kontrolsüz dijital dünyadır. İyiliğe kodlanması gereken ruhlar ve zihinler bir şekilde iğfal edilmektedir. Eski felsefeler, masa üstüne orijinal fikirler gibi çıkartılarak büyük bir ruhi boşluk içindeki insan tekili, kendini dahi tanıyamaz halde, öz benlik algısı zayıf, her türlü fikrî ve duygusal saldırıya açık hale gelmiştir. Öyle ki, neredeyse her evde bir psikiyatrik sıkıntı doğal karşılanır olmuştur.
New age akımlar, deizm saçmalığı, absürd ateist eğilimler, ayyuka çıkmış cinsel sapmalar, yaygınlaşmış psikiyatrik durumlar yeni nesli bekleyen büyük tehlikeler… Bu konularda kitaplar yazılmakta, çalışmalar yapılmakta, yetkin akademisyen ve yetişmiş insanlar bu ortama doğruları anlatmak adına bir merhamet eli gibi uzansalar da artık sosyal medyada geniş kitlelere uzanan ciddi çabaların gösterilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Toplumun ilgi duyduğu ve yaygın kullandığı dijital platformlar, gerçekten sorusu, sorunu ve derdi olanların öncelikle başvurduğu sanal zeminler. Böylesi platformlara akla ve gönle hitap eden içten ve doğru söylemlerle yapılacak müdahaleler bu kötü gidişe bir nebze “dur” diyebilir.
Manevi arayışların cevap bulabileceği en önemli ortam ise maneviyatın ta kendisidir desek bu, tartışılmayacak bir gerçeği ortaya koymak olur. Öncelikle iyi ahlakın modellendiği örneklerden toplumun büyük kesimlerini haberdar etmek, insanoğluna engin ufuklar açacaktır. Maneviyata niçin değer verdiğimiz, neden ihtiyaç duyduğumuz konusu, iç ve dış âlemde kendimizi ait hissettiğimiz ontolojik (varoluşsal) bir tasavvuru da kaçınılmaz kılıyor. Ama bu ontolojik ve kozmolojik tasavvur, tefekkürle beslenmezse, “güneşi ceketinin cebinde kaybeden marka Müslümanları” misali, tüm bu güzellikleri kolayca unutan ve aslında Allah’ı (c.c.) unutan insanlar durumuna düşeriz ki, bu da bizleri, kendi varlık nedenini unutmuş aciz ve ucube insanlar durumuna düşürür. Oysa iman hep zikirle, tefekkürle, gayretle ve amelle beslenir. Bu zamanda da imanını gerçek manada korumak hiç kolay değildir. Çünkü imanını korumak, imana dayalı tüm hassasiyetlerde teyakkuz halinde olmak demektir. Şeytanın ve nefsin itmeleri, içimizdeki direncin gerçek sebepleri olmakla zaten bizzat kendi içimizde vermemiz gereken bir savaş vardır. Bu savaşın adına “mücadele” diyoruz. Müslüman, bu anlamda, içinde ve dışında mücadele vermek zorunda olan kaliteli bir profesyonel askere de benzetilebilir. Bu anlamda bizlerin askerliği hiç bitmeyecektir…
Günümüzün kafa karıştırıcı ortamından nasiplenen pek çok inanmış yürek vardır. Tam anlamıyla bir kafa karışıklığı olmasa da aslında bir duruş sorunu bu. Aidiyetlerini, ahlakını, söylemlerini bir bütün halinde kişilik ve kimlik haline getirememenin oluşturduğu bir duruş eksikliği… Çünkü temsil ettiği gerçeğin kuşatıcı büyüklüğüne liyakat kesbetmek ya da bir temsil kudretini ortaya koymak için, kendi ahlaklarından emin bir yerde durmak gerekiyor. Yani güzel ahlak konusunda başka türlü davranmak mümkün olmayan iyilik halini koruma çabası ve bu konuda mücadelesine devam eden bir ciddiyet… Çok kıymetli büyüğüm Şenel İlhan Beyefendi bunu “İslam Hobi Değildir” diye ifade ediyor. Ahlakın inceliklerine vâkıf bir zihin ve bunları içselleştirerek sıfatlaştırmış bir kalp taşımak, ne demek istediğimizi anlatmaya yeter sanırım. İkide bir ayakları kayan, istikrarsız ve tutarsız bir hayat, asla sağlam bir duruş ifadesi olamaz. Başkalarına bir şeyler pazarlama ihtiyacı hissetmeden yani riyasız bir duruşla, yaptıkları ve söyledikleri tutarlı, yapmadığını yapmış gibi söylemeyen ve sırf bu nedenle kendi samimiyetinden şüphe etmeyen bir ahlak olmalı ki, söylediği söz ve örneklik boyutu, muhataplarında onları da ciddiyete davet eden bir karşılık bulsun… Donanımsız bir insanda ise bu ancak başkaları nezdinde “saf insan samimiyeti” olarak kalır ki, aciz insan nefsi bunu ancak küçük gören bir edepsizlikle karşılar. Oysa tevazunun ne olduğunu gerçekten bilen vakarlı bir insan duruşu, söylenen içi dolu her sözü daha kıymetli kılacaktır. Ne yazık ki, günümüz insanına başka türlü tesir eylemek mümkün görünmüyor. Dert, galebe çalma ucuzluğu ise lafla da peynir gemisi yürür. Lakin amaç, hakikati bölüşmek ise öncelikle ortada bizim üzerimizde sakil durmayan bir hakikatin olması lazım.
Yani tüm bu anlatılanlardan kasıt, hakikatin öncelikle bizde karşılık bulmasıdır. Bulanık olmayan bir zihinle işe başlayıp, kendimizi layıkıyla geliştirerek, kısacası İslam’ı doğru anlayıp yaşayarak ancak İslam’ın değerlerine toplumsal bir alan açabiliriz. Samimiyetimizin zerresi dahi hakikati temsil etmeye yetiyorsa, bize düşen samimiyetimizi artırarak yola devam etmek olmalı vesselam…
En kötüsü de bizlerin eksiklikleri nedeniyle İslam gibi, Allah’ın (c.c.) yüce ve son dininin ön yargılı ve kasıtlı eksik akıllar tarafından masaya yatırılmasıdır ki, Allah korusun, kendi zaviyemizde çok kötü durumlara düştüğümüz gibi, Allah indinde de asıl bunun hesabını veremeyiz…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

