Ülke olarak eğitimin neresindeyiz, arzuladığımız noktaya geldik mi?
İyi bir yerde olmadığımız kesin. Ama iyi bir yerde değiliz diye bu anlamda çok kötümserliğe kapılmak da doğru değil. Bir kere, dünyada eğitimle ilgili sorunlarını bitirmiş bir ülkeden bahsedemeyiz. Dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri, gelişmekte olan ülkeleri, gelişmemiş ülkeleri, yani dünyanın bütün ülkelerinin eğitimle ilgili problemleri devam ediyor, eder. Çünkü hayatın devam ettiği, çocukların, gençlerin ve değişimin-dönüşümün devam ettiği, bir taraftan insanların hayatına teknolojinin girip, yeni iş sahalarının açıldığı ve insanların bunlarla iletişiminin, etkileşiminin olduğu bir ortamda, yani sürekli değişen ve dinamik bir alan olduğu için eğitimde sorunlar dünyada hiçbir ülkede bitmemiştir, bitmez. Ama bu sorunlarını daha iyi çözmüş ülkeler vardır, bu sorunlarının bir kısmını çözen ülkeler vardır, bu sorunlarını hiç ya da büyük ölçüde çözememiş ülkeler vardır.
Dünyanın en kadim şikâyeti, zamandan ve insanların bozulmasından yapılan şikâyettir. Dolayısıyla, insanlık ya da eğitim kötü mü, insanlar bozuluyor mu, eskiden daha iyiydi tartışması dünyadaki en eski tartışılan, en kadim tartışmalardan birisidir. Bu anlamda, evet sorunlarımız var, bunları çözmeye çalışan bir ülkeyiz. Eğitimde yapmak ve yıkmak meselesi, Akif’in meşhur şiirinde çok güzel bir şekilde anlatılıyor: Süleymaniye’yi yapmak için bir Mimar Sinan bir de Kanuni Sultan Süleyman gerekirken, yıkmak için bir kazma bir de işçi kâfidir, diyor. Dolayısıyla, eğitimde de iyi bir eser ortaya koymak, bir nesli kurtarmak, çok büyük ve önemli işler yapmak oldukça meşakkatli ve uzun bir süreç gerektiriyor.
Tarihimize baktığımızda, mesela Selçuklu’nun eğitim sistemi güçlüydü, ama kendini kurtarmaya yetmedi, Selçuklu çok uzun vadede kendisini devam ettiremedi. Ama Selçuklu’nun eğitim birikiminden Osmanlı istifade etti ve Osmanlı dünyanın üç büyük imparatorluğundan birisi oldu.
Dolayısıyla eğitim çok uzun vade gerektiren bir alandır. Bu anlamda istikrarlı bir şekilde çalışmak, doğru işler yapmak ve insanı, çocuğu, zamanı, teknolojiyi doğru dürüst kullanmak gerekir, öğretmeni iyi yetiştirmek gerekir. Yani bütün eğitimdeki sosyal kurumlar, aileden okula, öğretmenden çevreye ve günümüzde teknolojiye kadar, daha sonra da iş hayatı, bütün bunların toplu bir şekilde planlanması gerekir. Bunlardan bir tanesinin eksik olması, hedeflediğiniz insan modeline ulaşmanızı engelleyebilir, birtakım sorunlar çıkmasına yol açabilir.
Ülkemizde şöyle bir yanlışlık da var: Eğitim önemli, herkes eğitime önem veriyor, “Eğitimle ilgili bir şeyler yapmalıyız…” diyor ama bu sürekli tekrarlanarak, eğitimin mimlenmeye doğru gittiğini düşünüyorum. Eskiden mühim olan şeylerin başına mühimden hareketle mim koyma durumu söz konusuydu. Günümüzde nasıl ki ders çalışırken ya da bir şey okurken önemli bir şeyin altını çiziyorsak ya da başına bir yıldız koyup burası önemli diyorsak, o zaman da önemli yerlere yıldız yerine mim konuyormuş. Günümüzde eğitime önemli diye diye eğitim zaman içerisinde mimlenir hâle geldi. Yani mühim kelimesi bir anlam değişikliğine uğrayarak, eğitim, mühimden mimlenmeye doğru, yani negatife doğru, olumsuzluğa doğru giden bir kavram hâline geldi. Eğitimi mimlenmekten kurtarmalıyız diye düşünüyorum.
Okullarda ahlaki eğitim nasıl verilebilir? “Değerler eğitimi” adı altında yapılan çalışmaları nasıl buluyorsunuz?
Dünyada, baktığımız zaman, kimi toplumların, örneğin Almanların kendine göre bir idealist modellerinin olduğunu görüyoruz. Ki Almanlar özellikle bunu Jean-Jacques Rousseau’dan hareketle, onun “Emile” isimli eserinde, kendi çocuğunun nasıl bir şekilde eğitim görmesinden hareketle ortaya koyduğu bir idealist eğitim sisteminin olduğunu görüyoruz. Fransızların daha çok sanat yönünün güçlü olduğunu ve eğitimde bunu başardıklarını da görüyoruz. Amerika’da pragmatik anlayışın daha çok ön planda olduğunu görüyoruz.
Geçmişte aslında bizim eğitim sistemimizde şu vardı: Bunu Gazali’nin eserlerinde de görüyoruz. Çocuk aileye Allah tarafından verilmiş bir emanetti ve aile, o çocuğu, başta ahlaki eğitimi olmak üzere, hayatta onun için lazım olan neyse onunla yetiştirmekle mükellefti. Günümüzde aileler böyle bir sorumluluğun bilincinde değiller, eğitim sistemimiz de buna göre düzenlenmiş durumda değil. Bizde değerler eğitimi dediğimiz uygulama çok yeni. Batı’nın yaptığı uygulamalardan hareketle “Biz de değerler eğitimi yapalım; onlar yapıyor, biz de yapalım.” düşüncesiyle başladı. Değerler eğitimi okulda bir etkinlik olarak, okulda yapılacak bir çalışma olarak ortaya konuldu. Değerler eğitimi diye kastettiğimiz şey -terim olarak da ben doğru bulmuyorum değerler eğitimini- bir kere, değeri eğitimin bir parçası olarak düşünemeyiz ya da bir köşesi, bir kulağı şeklinde düşünemeyiz. Bunu eğitimin tam merkezinde kabul etmeliyiz. Yani eğitim sistemimizi öncelikle bu düşünce dünyasını, zihin dünyasını ortaya koyup, yani bizim “değerler” dediğimiz, bu millete ait olan, millî değer ya da millî kimlik dediğimiz şey neyse, ideal insan modeli ya da ideal insan tipi dediğimiz o tipi belirleyip, o tipe göre bütün eğitim sistemimizi şekillendirmemiz gerekir. Değerler eğitimini eğitimin bir parçası olarak değil de; eğitimin merkezinde kabul edilip bütün eğitimin buna göre düzenlenmesi gerektiği kanaatindeyim.
Eğitimi etkileyen sosyal kurumların tamamında, çocuklara kazandıracak olan büyüklerin, başta öğretmenler, aileler, anneler babalar olmak üzere, bu özellikleri bizzat yaşayan, bizzat kendi nefsinde bunları uygulayan insanları onlara göstererek, onlara örneğini sunmalıyız. Günümüzde olduğu gibi bir satış psikolojisiyle, ticaret gibi değil, tam tersine, bunu mühim bir mesele olarak kabul ederek, o mesuliyeti, Nurettin Topçu’nun ifadesiyle bir mefkûre hâlinde benimseyerek icra etmeleri gerekir. Öncelikle ideal bir insan tipini ortaya koymak, bu insan özelliklerini de eğitimde asıl merkeze alarak, eğitimi buna göre inşa etmek gerekir.
Gençleri yeteneklerine göre, eğilimlerine göre kategorize edip eğitebiliyor muyuz? Yapılan bir çalışmada meslek lisesi mezunlarının mezun oldukları bölümle ilgili bir işte çalışmadıkları tespit edilmiş. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Evet, doğru, araştırmalar tam da bunu gösteriyor. Türkiye’de büyük ölçüde herkes çocuğunun tıp doktoru olmasını istiyor. Ama araştırmalara göre, Türkiye’de meslek gruplarına göre en mutsuz insanlar doktorlar. Yani herkes çocuğunu doktor olarak yetiştirmek isterken, en mutsuz olan meslek grubu da doktorlar. Bu durum insanların çok zorlanarak, bütün sınavlarda en başarılı öğrenciler olarak geldikleri mesleği beğenmediklerini, bu mesleğin onları mutlu etmediğini gösteriyor. Diğer meslekler için de durum aynı. Bakıyorsunuz, öğretmen olmuş, öğretmenliği sevmiyor; mühendis olmuş, mühendislikle alâkası yok, mesleğini yapmak istemiyor. Hangi meslekten olursa olsun, böyle pek çok insan var. Ailelerin karar verdiği ve gençlerimizin yeteneklerinin de keşfedilmeden yönlendirildiği bir süreç var. Burada en önemli faktör yeteneğin keşfedilmemesi. Eğitim sistemi, çocuğun yeteneğinin belirlenmesi ve bu yeteneğe göre eğitim verilmesini sağlaması gerekirken; tam tersine, yeteneklerin göz ardı edildiği ve herkesin aynı sınava mecbur bırakıldığı, sonra da kazananlar ve kaybedenler diye sıralandığı bir sistem durumunda. Bu durum ne çocuklarımızı başarılı ve mutlu kılacak ne de bu ülkeyi daha iyi yarınlara götürecek. Biz eğer dünyada başarılı, güçlü bir nesil yetiştirmek istiyorsak, bu ülkeye daha iyi yarınlar oluşturacak bir nesil oluşturmak istiyorsak mutlak suretle eğitimimizi yeteneklerin tespitine ve bunların geliştirilmesine göre dizayn etmeliyiz.
Çocukları, gençleri yeterince motive edebiliyor muyuz, önlerine bir hedef koyabiliyor muyuz?
Eğitim sistemimizin en büyük sıkıntılarından birisi motivasyon konusu. Bugün Türk eğitim sisteminin en temel problemi eğitimde istikamet problemidir. Çocuklarımızın önüne, “İşte sizin olmanız gereken, gitmeniz gereken yer şurasıdır. Bu eğitimi alınca şöyle bir insan olacaksınız ve şunu kazanacaksınız.” dediğimiz, onları koşarak o hedefe götürecek, o eğitimi güzel bir şekilde alacakları bir motivasyona maalesef sahip değiliz. Çocuklar için güzel olan şey, okuldaki hayatın zevkli bir şekilde geçip geçmemesidir. Orayı evden, mahalleden, sokaktan daha cazip bir hâle getirmemiz gerekir. Getiremediğimiz için de tabii, bugün çocuklar okullara çok güle oynaya, koşa zıplaya gitmiyorlar. Yani bizim okulları hayatın merkezi hâline getirmemiz gerekir. Çocukların daha zevk alabilecekleri ve mutlu olabilecekleri bir ortam hâline getirirsek çocuklar da herhâlde burayı daha çok önemseyip gelmek ve bulunmak isterler. Bu sadece okulun bahçesi, koridoru, sınıfıyla ilgili değil; okuldaki derslerin de mutlaka bu anlamda daha heyecanlı, canlı, uygulamalı, zevkli ve eğlenceli bir şekilde geçmesi gerekiyor. Türkiye’de oyun, derslere 2004’ten sonra girmeye başladı. Okuma-yazma faaliyetleri 2004’ten beridir tamamen oyunlar, etkinlikler üzerinden yürüyor.
Eğitim sisteminin sıkıntılarının faturası öğretmenlere kesiliyor. Sürekli olarak öğretmenlerin yetersiz olduğu, işlerini iyi yapmadıkları, çok az çalıştıkları, çok tatil yaptıkları gündeme getiriliyor.
Faturanın öğretmenlere kesilmesinin sebebi şu: Genelde insanlar başarısızlık durumunda faturayı birilerine kesmek isterler. Öğretmen sayımız da çok. Dolayısıyla, birinci ulaşabildiğimiz, hemen karşımıza çıkan ilk kişi o olduğu için, yani bize yakın olan ilk sorumlu kişi o gibi durduğu için ona kesiyoruz. Ama bana göre öğretmen bir sonuçtur. Asıl “neden böyle oluyor” diye sorgulamalıyız. Yani çocuklarımız başarısızsa niye başarısız diye sorgulamalıyız; çocuklarımız istediğimiz davranışları sergilemiyorsa, örneğin saygıda kusur ediyorsa, haşarılık yapıyorsa, kırıp döküyorsa, ailelerini, annelerini babalarını dinlemiyorsa, ödevlerini yapmıyorsa, çok televizyon izliyorsa, tablet-bilgisayarı çok kullanıyorsa niye bunu yapıyor diye sorgulamalıyız. Dolayısıyla, çocukların bunları yapmasının sebebi öğretmenler değil mutlaka. Öğretmenler de bunun bir parçası sonuçta. Bu, aileyle başlayan bir sorun. Ailenin sorumluluğu var, okulun, eğitim sisteminin sorumluluğu var, çevrenin sorumluluğu var. Tabii, öğretmenin de sorumluluğu var. Ama faturayı öğretmene kesmeden önce, öğretmeni nasıl yetiştirdiğimize bakmalıyız. Öğretmen yetiştirme politikamız acaba doğru bir politika mıdır, öğretmenlerimizi nasıl daha iyi yetiştirebiliriz, bunların cevabını aramalıyız, bunlarla ilgili çözüm ortaya koymalıyız.
Bununla ilgili benim aklıma gelen enteresan bir örnek şu: 2004 yılında, malumunuz, Türk eğitim sisteminde bitişik eğik el yazısına geçildi. Eski yöntem terk edildi, yani ayrık olan, bildiğimiz, dik temel harflerle yazdığımız yazıdan bitişik olan yazıya geçildi. Bununla ilgili ne öğretmen yetiştirme ne de branşlar bazında bir değişikliğe gidildi. Güzel yazı dersi o zamanlar Türkçe öğretmenliği programında ve sınıf öğretmenliği programında vardı; eğer bu öğrencilere bu dersi okutan hoca bitişik eğik el yazısını kazandırdıysa bu öğretmenlerimiz bu yazıyı öğrendiler ve öğretmenlikte bunu kullandılar. Ama onun dışındakiler, okul öncesi öğretmenleri, edebiyat öğretmenleri, matematik, fen bilgisi ve diğer bütün branş öğretmenleri bu dersi almadılar. Ama 2017 yılında Milli Eğitim Bakanlığı dedi ki: “Biz artık bunu kaldırıyoruz. Çocuklarımız bunu istemiyor, çocuklarımız başarısız oluyorlar, öğretmenler de bunu istemiyor.” Bunun gereği olarak öğretmenlere kazandırmadığımız, öğretmenlere dersini vermediğimiz bir şeyi öğretmenlerden istedik ve öğretmenler de tabii, gayriihtiyari olarak, böyle bir şeyi istemediler. Çünkü kendileri de zaten bu durumdan çok fazla haberdar değillerdi.
Öğretmeni nasıl yetiştireceğimizi öncelikle ortaya koymalı, bunun planlamasını doğru bir şekilde yapmalıyız; ondan sonra eğer öğretmenler bu konuda başarısız olurlarsa o zaman öğretmenler başarısız diyebiliriz. Türkiye’de bir anlamda perşembenin gelişi çarşambadan belli aslında. Öğretmenlere yükümlülük ya da sorumluluk anlamında bir olumsuzluk yüklememizin bir manası yok gibi görünüyor.
Eğitim alanındaki sorunları nasıl aşmalıyız, nasıl yol almalıyız, nasıl daha yapıcı olabiliriz?
Bütün bunlara rağmen kötümser olmamak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de eğitimle ilgili sorunlar çok. Ama dünyada herkesin eğitimle ilgili sorunları var. Eğitimle ilgili sorunlar bitmez. Yani bugünkü sorunlarımızı hallederiz, yarın başka sorunlar mutlaka çıkacaktır. Esas olan, eğitimde sorunları çözmeye dayalı ve geleceğin planlamasını doğru dürüst bir şekilde yaparak, sadece sorunları çözen değil, geleceği de bu anlamda planlayarak, gelecekte nasıl bir insan yetiştirmemiz gerektiği düşüncesiyle yol almak. Eğitimimizi buna göre önceden planlamalı ve onun gereğini yapmalıyız diye düşünüyorum. Kesinlikle kötümserliğe kapılmamak gerekir. Bugün diğer ülkelerle kıyasladığımız zaman, ülkemizin en büyük artısı genç nüfusa sahip olması. Eğer bu gençlik iyi yetiştirilirse Türkiye’nin geleceği aydınlık demektir. Ama gerekenleri yapmazsak o zaman ülkemizin geleceğini tehlikeye atmış oluruz. Başta eğitim modelimizde istikamet problemini ortadan kaldırarak, bizim şu günlerde üzerinde çalıştığımız, eğitimde millî kimlik ve ideal insan modeli arayışlarında olduğu gibi, Türkiye’nin nasıl insan yetiştireceğini düşünmesi ve bununla ilgili karar vermesi gerekiyor. Eğer bu hedefimizi düzgün bir şekilde ortaya koyar, bunların gereğini yaparsak inşallah Türkiye’nin gelecekle ilgili iyi bir durumu olacağı kanaatindeyim.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

