“Günümüz” diye başlayan her yazı, insanı şöyle biraz durdurur, yutkundurur. Çünkü “günümüz” hakkında konuşmak ya da yazmak, hiç kolay değildir. Sebebine gelince, yekpare bir insan tipi ile karşılaşmak asla mümkün değildir. Sosyolojik, psikolojik, tarihsel bir etkilenmemişliği hiçbir yerde bulamazsınız. İnsan ve hayata dair elimizde pek çok veri akışı olmasına rağmen bu böyledir. İlk bakışta negatif bir durum gibi görünse de zihninde derli toplu bilgileri olmayanlar için bu açmaz çok daha açık bir şekilde görünür. Genellikle de kendimizden menkul bir zihin yapısının esiri olmak zorunda kalırız. Mevcut halimizi ya da paradigmalarımızı dinler ve ideolojiler yönlendirir ve iç dünyamızda izler bırakmaya her zaman adaydırlar. Ama hakikatin ne olduğu sorusu epey can yakıcı bir soru olmaya hep devam edecektir… Burada devreye dogmatik yanlarımız girer ve temel kabullerden hareket etmeye başlarız. Ama ahlaki olanı anlamada her zaman vazgeçilmez birtakım sağlam ölçülere ihtiyaç duyarız, duymalıyız. “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” diyen bir dinin, son peygamberin, ahlaka dair değerlendirmelerini, tavsiye ve emirlerini doğru anlamaya çalışmak bugün insanlık için bir umut ışığı, esin kaynağı, düşünme alanı olmaya doğal olarak bugün de devam etmektedir. Çünkü kadim kültürün kadim düsturları baştan sona ilahî bir mühür taşımaktadır. Ama bugün bu düsturları yani muhkem ölçülerimizi güncel bir dille ve anlaşılır bir biçimde sunma ihtiyacı emr-i bi’l ma’ruf nehy-i ani’l münker (iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak) düşüncesinin temelini oluşturmaktadır.
Günümüzde insan psikolojisinden bağımsız bir oluşum ne ekonomide ne siyasette ne günlük hayatta asla ama asla mümkün değildir. Hiç şüphesiz her biri diğerinden bağımsız parametreler vardır ama çok amaçlı toplum mühendislikleri de dahil olmak üzere insan unsuru ön planda olmadan hepsi de bir parça akamete uğramaya mahkûmdur. İnsan, kişilik özelliklerine ve yetişme şartlarına bağlı olarak iç ya da dış odaklı olmak durumundadır.
Özellikle ahlakın ne olduğu, ne olmadığı hususu en bilinen unsurları başta olmak üzere temel özellikleri ve incelikleriyle açıklanmaya muhtaçtır. Psikoloji ilminin inceliklerini terapi mantığında mahir bir biçimde açıklayan Klinik Psikolog Ahmet Emin Acar, Gönül Dergisi’ne verdiği röportajda gelişim psikolojisi ve kendilik açısından “ego” konusunu iç ve dış odaklı olmak noktasında şöyle açıklamaktadır:
“İç odaklı olmak nedir?
İç odaklı olmak, kendi sorunları veya kendi duygularıyla ilgili ipuçları için kendi içine bakabilmek demektir ki doğru olan da budur zaten. Bazı hastalar, ‘Şu anda ben ne hissediyorum?’ diye bize sorarlar. Düşünebiliyor musun, dış odaklı olmak ne hale getiriyor insanı! O andaki duygularını bize sorup bizden öğrenmek istiyor. Kendi içindeki duyguyu bana soruyor. Bu artık son nokta. İçine bakmayı o kadar ihmal etmiş ki kendi içindeki süreçlerden bîhaber. Bu bir kısır döngüdür. İçine bakmazsan, onu bakılamaz duruma getirirsin. Kendi içine bakmak artık sıkıntı vermeye başlar. Bu da kendi içine bakmamayı pekiştirir ve hiç bakmaz hale gelirsin. İçerisi de giderek vahşileşir. Bu, kötü bir kısır döngü, yani fasit daire.
Dışarıya elbette bakarız ve tabii ki normlarımızı da oradan devşiririz. İçeriyi dışarıya göre tanzim etmek bir yere kadar normaldir. Çünkü dışarı ile uyum içinde olmak zorundayız. Ama şu an ne istediğimi, ne hissettiğimi başkasından öğrenmemeliyim. Böyle bir şey kendimi fırlatıp bir kenara atmak demek. Fırlatıp attığım şeyi geliştiremem, güzelleştiremem, iyileştiremem. Çocuklukta kişinin kendisini bir kenara bırakması, benliğini, kendiliğini adeta bir çekmeceye koyup onu orada unutması, egosunu yenmesi anlamına gelmez; çünkü ortada henüz tam bir ego yok, daha yeni gelişiyor. Gelişim çağındaki ego, sakatlanmaya en müsait konumdadır. Egoyu yenmek için önce ego gerekir. Ego önce gelişecek; kendi istekleri, arzuları, hevesleri olacak. Bunlardan iyi yönde olanları geliştirip diğerlerini bastıracak. Bu bastırmanın olabilmesi için önce çocuklukta egonun gelişmesi gerekir. Ancak gelişmiş bir ego kendisi ile mücadele edebilir çünkü. Egoist dediğimiz kişiler, egoları zayıf olan kişilerdir, bilakis onların egoları gelişmemiştir. Egoları gelişmediği için kendilerinin gerçekçi bir resmini çizemezler. Egoları gelişmediği için kendilerinin sıradan birisi olduğunu kabullenemezler. Gerçek karşısında zayıf olduklarından, gerçeği reddederek, acziyetlerini inkâr ederek, zavallı bir kabarma ile insanların karşısına dikilirler. Heybetli bir görünüm vererek insanları korkutmaya veya hayran bırakmaya çalışırlar. Bu numara sayesinde gerçeklik ile başa çıkmada bir umutları vardır. Bu heybet; makam, mevki, para, pul, vücut, güzellik vesaireden kaynaklanabilir. Bunlar olmadan gerçekle başa çıkmaya hazır değillerdir, egoları o kadar güçlü değildir. Perdeye yansıttıkları sahte görüntü büyüktür, egoları ise küçük ve çelimsizdir aslında. Bu sahte görüntüye sahte kendilik diyebiliriz. Şişkin olan kendiliktir, ego değil. Bunların egosu aslında çelimsiz, zayıf ve beceriksizdir.
Yani sonuç olarak çocuğun kendisini bir yana bırakıp dışarıdan gelecek onaya odaklanması, kendisinin gelişmemesi ile sonuçlanır. Bu zayıf egolar dediğim gibi kendilerini şişirme ihtiyacı duyarlar. Bir kısmı bu şişirilmiş sahte kendiliği dışarıya gösterir, çoğu ise buna da cesaret edemez, içinde saklı tutar. Mesela bunlar genellikle başkalarına “hayır” diyemezler. Haklarını savunamazlar. Dinî bir çevrede bu bir meziyet gibi algılanır. Ama acaba o kişi acziyetinden mi böyle yapıyor, yani zaten başka çaresi yok; mecburiyetten. Yoksa aslında gelişmiş bir egosu var ve bu ego, yüksek ahlaki bir meziyeti tercih ederek başkasını kendisine tercih mi ediyor? Tercih yoksa, o fiil ahlaki bir eylem değildir, çünkü zorunluluktur. Kendi arzularını tercih edebilecekken başkasını yeğliyor ise, kendisini yenebilen güçlü bir pehlivan var karşımızda demektir. Yoksa olmayan bir şeyi yenmek anlamlı değil. O zaman kendi hakkını savunmaktan aciz olan herkesin evliya gibi olması gerekirdi. Hâlbuki onlar sadece aciz kişiler. Hatta derecesine göre ahmak denir. Hakkını savunabilecek durumda olmasına rağmen, hatta başkasının hakkını bile gasp edebilecek kadar güçlü olmasına rağmen, bazı yüksek gayeler uğruna hakkını terk etmek fazilettir ancak.
Bu durum, zaten fakir olan bir kişinin, bu yaşantısıyla övünmesine, kendisine pay çıkarmasına benzer. İyi de başka bir şansın yok ki senin. Fakirliği sen tercih etmedin; mecburiyet o. Sen tercih etseydin, o zaman üstün bir fazilet olurdu bu. Varlıklı bir insanın fakir gibi yaşaması yüksek bir erdem olabilir ancak. Çünkü burada bir tercih var, mecburiyet yok. İşte bunun gibi, olmayan bir egonun diğerkâmlığı da erdem değildir. Bu çeşit insanlar acziyetlerini fazilet addederler ve bazen öyle takdim ederler. Böyle yapmaları, işte içlerinde sakladıkları o şişirilmiş resimden dolayıdır. Acziyetlerini kabul etmek istemiyorlar. Çok yüce bir insan olduklarını düşünerek rahatlıyorlar. Çünkü dışarıdan çok fedakâr ve diğerkâm görünüyorlar.
Peki, anne ne ister ki çocuktan, sevgisini vermek için? Bazı anneler çocuğun büyümemesini isterler. Çocuk, gelişimin her köşe başında, annesinin hüzünlü gözleri ile karşılaşır ve büyümeyi, gelişmeyi, ilerlemeyi hüzün ile eşleştirir. Okuldan mezun olurken, iş kurarken, evlenirken vs. bu hüzün peşini bırakmaz; annesi ölmüş olsa bile bırakmaz. Çünkü o gelişme ve hüzün ikilisi, kişinin kendi ruhunda yapılanmıştır artık ve hayatının her önemli safhasında ona çelme takacaktır; yapmak istemeyecektir, kalkmak istemeyecektir, bırakmak gitmek isteyecektir, kavga edecektir, huzursuz olacaktır, çıngar çıkaracaktır vs. Hayatın tadını asla çıkaramayacaktır. Başını alıp gitmek isterler böyleleri. Ama bilmezler ki o kırbaç kendi içlerindedir, nereye gitseler onu da beraberlerinde götürecekler.
Bu anlattığım mesela borderline bir tablo; annenin büyümesini istemediği çocuk örneği. Annenin, çocuğuna sevgisini bir ücret mukabilinde verdiği başka tablolar da var. Bu durumlarda çocuk sürekli annesinin yüzünde bir işaret aramak zorunda kalır, onu memnun edebilmek için. Kendisinden vazgeçer. Kendiliğini bir dolaba kilitler. O gerçek kendilik orada çürümeye bırakılır.
Bu konudaki en büyük yanlış anlama, çocuğa sınır konulmaması gerektiğini anlamak olur. Koşulsuz sevgi o demek değil. Çocuğu koşulsuz sevmek onu cezalandırmamak anlamına gelmez. Tam tersine, ona sınır koymamak, çocuğa yapılacak en büyük kötülüklerden birisidir. Çocuğunu koşulsuz sev ve gerektiği zaman mutlaka sınır koy. Çocuk yetiştirmenin iki altın kuralı budur, gerisi ansiklopedileri dolduran teferruattır. Ebeveyn içi yansa da gerektiği zaman mutlaka çocuğuna ceza verecek. Cezayı öfke ile vermek hatadır, hatta çok büyük bir ahlaksızlıktır. Kızarak ceza veren kişi bilsin ki aslında, kendisine geçmişte yapılan haksızlıkların acısını el kadar çocuktan çıkarıyor. Kızarak değil, üzülerek verilen cezalar çocuğu geliştirir. Ebeveyn, “Sana bu cezayı verirken üzülüyorum ama bunu yapmak zorundayım.” dediği zaman, çocuk, ebeveynin de bir parçası olduğu düzenin bir parçası olarak hisseder kendisini. Öfkeyle cezalandıran ebeveyni ise bir sadist olarak algılar. Eski hale dönüldüğünde ise o sadist anne veya babayı zihninde koyacak bir yer bulamaz ve mecburen onu zihninden kopararak bir kompartımana koyar. Böylelikle çocuğun zihninde birbiriyle uzlaşmaz, uygunsuz, zıt imgelerin depolandığı, ana zihinden kopmuş kompartımanlar birikmeye başlar. Bu kompartımanlardaki imgeler şişede durduğu gibi durmaz, ileride iş açarlar kişinin başına.”
Değerli akademisyenin psikoterapik çözümlemesinden sonra kibir-tevazu-zillet konusuna İslam ahlakı açısından bakmaya devam edelim.
Zilletin tevazu zannedildiği bir dünyada gerçek tevazuya sahip insanlar ön yargıyla karşılanır. Bu kavram kargaşasının en çok vurduğu insanlar ise yine kendini tevazu sahibi zanneden zilletlilerdir. Kibriyle başı dertte insanların bu güzelliklerde gözü olmaz. Tüm bunlar ilk bakışta dış görünüşe dair gibi görünse de kökleri derinlerde olduğu için “kalp hayatının”, “kalbî olgunluğun”, “ahlaki kemâlâtın” konusudur. Asıl gündem, tevazunun sadece kendisiyle sınırlı bir erdem olmayıp merhametle, empati ve sencillikle, adalet duygusuyla ve güzel ahlak kavramıyla ilişkili olan her şeyle iç içe oluşudur. Bu bazen cömertlik bazen sabır ve tevekkül bazen doğru ölçülere sahip insanların içine sinen bir sağduyu olarak insan ilişkilerine yansır. Temelde, kendini kandırmadan doğruluk adına durduğu yeri tespit ve kendine sağlam bir referans alanı oluşturmak kaçınılmazdır. Tevazuya dair sorunlarda bilgi ve bilinç olarak insanın “kendi benliğine dair” durduğu yeri tespit edememesiyle ilgili bir problem söz konusudur. İyi ya da kötü, erdeme dayalı ahlaklarının, psikolojik ruh haline ve benlik algısına yansımasına, bulunduğu yer açısından bir not vermek zorundadır insan… Çünkü kendisiyle ilgili belirsizlikten kurtulup, ruhunun sesini dinleyerek kutsala öykünen taraflarını ayağa kaldıracaktır. Bu sayede lahutî olanla, müteal olanla irtibata geçecek, yeryüzünde ilahî olanın ayak sesleri duyulacak, acılar içinde kıvranan tüm ruhların ızdırabını dindirecektir. Perdeler kalkacak, hakikat denen güzelle yüzleşecektir. Aksi halde, kendisi layıkıyla tevazu olmadan kendisine yönelik ilahî bir tevazuyla, merhametle de layıkıyla yüzleşemeyecektir. Ruhunda tevazu öne çıktığında, kâmil manada sıfatlaştığında, aksi mümkün olmayan bir huy ve ahlaka döndüğünde ise Allah’ın kullarına gösterdiği tevazunun, yeryüzünde örneği ve temsilcisi olacaktır. Bu anlamda, gerçek tevazu sahibinin ilahî olanla bağı kaçınılmazdır. Talip olunan tevazu ahlakının kökleri, ruhlar âleminde Yaratıcı’ya verilen söz ve ilk yüzleşmede gizlidir. İnsanların ahlaki değişimleri de o an verdikleri söze sadakatlerinde… Oradaki sözün gereği olarak, “Yeryüzünde tevazulu ol.” denilmektedir insana… Böyle bir tevazunun, kullara yansıyan kısmı ise merhamettir, sevgidir, cömertliktir, ilimdir, ahlaktır… Kulluğun bu boyutu, insanın hasbî, diğerkâm, düşünceli, merhametli ve adil olmak yönüyle “idareci” meziyetlerini de ön plana çıkaracaktır. Aslen tevazu da budur. Bir başkasına yönelik, iyi niyet ve iyilik başka türlü nasıl açıklanabilir ki?.. İnsanoğlu bilsin ya da bilmesin, tüm iyilik hallerinin temeli budur. Allah’tan aldığını kullara vermek… Bu konuda günümüzde en köklü fikirleri, en canlı duruşu, ölçüye dönüşmüş ilmî özü, tefekkürü Şenel İlhan Beyefendi’nin hayatında, açıklamalarında, insan ilişkilerine vurduğu ahlaki mühürde tüm boyutlarıyla görebilirsiniz. Onun deyimiyle: “Allah Teâlâ’nın insanlara bahşettiği birtakım güzellik ve üstünlükleri yok saymaya kalkışmak tevazu değildir.”
Şimdi “tevazu-kibir” konusunu ilim irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin dilinden dinleyelim:
“Allah Teâlâ’nın insanlara bahşettiği birtakım güzellik ve üstünlükleri yok saymaya kalkışmak tevazu değildir. Mesela Allah (c.c.) akıl vermiş, yok mu kabul edeyim? İlim vermiş, inkâr mı edeyim? Mesela boyumu Allah 1.85 yaratmış, mütevazı olacağım diye 1.50 mi diyeyim? Bunları böyle anlamak mütevazılık olmaz. Mütevazılık ancak şu mantıkla olur: Bende güzellik namına ne varsa hepsini Allah (c.c.) verdi. O vermese ben bir hiçtim… Peki, Allah bu vasıfları bana niye verdi? Elbette ki emri doğrultusunda kullanmam için… İşte Allah’ın verdiği bütün bu özellik ve güzellikleri, yine Allah’ın emirleri doğrultusunda ve O’nun bütün yarattıklarının iyiliği için kullanmak tevazudur. Aksine insanlardan kendini esirgemen varlık iddiasıdır. Allah’ın üzerindeki mülkünü, kendine ait görmen veya sanman kibirdir. Tabii bu tevazu ölçüsü şeriatın belirlediği ölçüler içinde olmalıdır. Yoksa bu duygunun ifratı kibir, tefriti zillet olur. Mesela Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’inde mealen ‘Müminlere karşı tevazu kanatlarınızı geriniz, kâfirlere karşı şiddetli olunuz.’ buyuruyor.”
“İzzet-i nefs sahibi olmadan nefsle mücadele yapılamaz. İnsanın nefsini tanımayarak onu kendi yerinden daha yukarıya koymaya çalışması kibirdir. Meskenet ve zillete düşürmeden tevazu sınırında durmak, kibir ateşinin ortasına kurulmuş izzet köprüsünde durmak gibidir. Bunu becerebilen ve bu hususta sabitkadem olabilenler ancak râsih ulema, kurb makamına ermiş sadat-ı kiram ile sıddıklardır. Nitekim “Avârifü’l-Meârif”te Şehabeddin Sühreverdî nefsin izzetini şöyle tanımlar: ‘İnsanın nefsinin hakikatini bilmesi ve dünyevî istekler yüzünden zelil duruma düşürmeden ona ikram etmesidir. Yani dünyevî bir gaye için onu alçaltmamasıdır.’ Yani izzet-i nefs kötülenmiş değildir. Bununla birlikte onda şekil yönünden kibre benzerlik vardır. Ayette de şöyle buyrulur: ‘Hâlbuki izzet Allah’ın, Resulünün ve müminlerindir.’ (Münâfikûn,63/8) Hasan-ı Basri’ye ‘Nefsin konusunda ne kadar büyüksün?’ demişler. O da ‘Büyük değil, izzet sahibiyim.’ demiştir.”
“İzzet-i nefs, nefsin şerefliliği, üstünlüğü demektir. Zıttı zillettir. Mümin izzet sahibidir. İzzet-i nefs duygusunun içi iyi doldurulmalıdır ki kişide kendiliğinden bir vakar oluşsun ve birçok günahı kendine yakıştıramasın. Yine izzet-i nefs, kişinin kendinde olan maddi ve manevi değerlerin farkına varmasıyla oluşan ‘müspet benlik’ duygusudur. Bu duygu, bir bakıma müspet bencilliktir ve insanın olmazsa olmazıdır. Bu duygu kazanılamazsa nefsle mücadele de yapılamaz. Zira nefsle mücadelede temel ölçüt veya referans izzet-i nefs üzerinden olur. Örnek verecek olursak, izzet-i nefs sahibi olmayan tevazu olamaz. Zira tevazu, mevkiini bilen birinin (yani, ilim, akıl, ahlak gibi kendinde olan müspet değerlerin farkında olan birinin) kendini bildiği bu yerden, bilerek, isteyerek daha aşağıda göstermesidir. Üstelik tevazu emir değil tavsiyedir. Kişinin kendini olduğu yerde göstermesi de mümkündür. Bu noktada kibre sıçrama tehlikesi bulunduğundan büyükler kendilerini daha aşağıda göstermeyi tedbiren tercih ederler. Kibir ise kendini bilmeyen bir insanın, yani sınırlarını bilmeyen bir adamın kendini üstün göstermesidir. Kibir büyüklük değil, büyüklenmektir.”
“O sebeple ‘izzet-i nefs’ insanın kendi konumunu X olmaktan kurtarıp kendine müspet bir mevki vermesidir. Bu mevki, hayali bir mevki değil; zaten kişinin kendinde var olan olumlu güzel değerlerinden oluşan bir mevkidir. Ama insanlar bu çok önemli konuyu, bilgisizlik veya önemini kavrayamadıklarından dikkate almazlar. Bu haldeki insanlar şeytanın oyuncağı olmaktan kurtulamazlar. Kendi gözünde konumu X, yani ‘belirsiz’ olan kişilere şeytan istediği sıfatları rahatlıkla yükler. Ve ona mesela ‘Sen alçaksın.’ der inandırır, ‘Sen sapıksın.’ der inandırır. İşte şeytan hep bu tür tuzaklarla insanları barlara, meyhanelere hatta tımarhanelere doldurur. Dolayısıyla izzet-i nefsini kaybederek zillete düşen insanlar her türlü günahı işlemeyi, her türlü adiliği yapmayı kendilerine yakıştırabilecek bir ruh haline de düşmüş olurlar. Bu anlamda hayâ da müspet kibirdir. Evet, o yüzden önce izzet-i nefs sahibi olmaktan işe başlamak gerekir. Yani kendini belirsizlikten kurtarıp günahlara düşmeme durumunu muhafaza etme hali… Peki, izzet-i nefs veya bir başka ifadeyle ‘müspet benlik duygusunu’ kazanmak için neler yapmalıyız? Bunun için kendimizde olan güzel değerlerin farkına varılması gerekir. Kendi hakkında olumlu karar verirken ‘Acaba kibre mi kaçıyorum?’ diye vesveselenip bu sorgulamadan, bu tespitlerden ürkmemelidir… Ki bu tespitler aynı zamanda ‘reca’ halinin oluşumunu sağlar. Reca, müspet benliğin oluşumuna yardımcı duygudur. Reca duygusu Allah’ın bizi sevdiği ve affedip bağışlayabileceği hakkında ümit sahibi olmak demektir. Recanın yani ümidin oluşması için daha önce yapılmış güzel iş ve amellere ve Allah’ın nasip ettiği güzel ortam ve arkadaşlıkların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. Dolayısıyla insandaki Allah sevgisi, iman duygusu ve bu duyguyla beraber yaptığı güzel ibadet ve hayırlı işleri o kişide recanın oluşumunu sağlar. Böyle güzel davranışlar, hayırlı işler olmadan insanda ümit duygusunun hâkim olması şeytanın aldatması demek olur. Bu halden de kaçınmak ve bu tuzağa düşmemek gerekir. Yani temenniyle reca oluşmaz. Recanın zıttı Allah korkusudur. Normalde kullarda bu iki duygu belirli dengelerde olmalıdır. Mesela, İmam-ı Gazâlî gençlerde korkunun yaşlılarda da ümit tarafının ağır basmasını uygun bulur. Ama günümüzdeki şartlar değerlendirilirse gençler için de ümit tarafının ağır basması gereği hemen açığa çıkar. Zira günümüz gençliği hem dinini hem de kendini bilmek noktasında son derece yetersiz hatta tamamen bilgisizdir. Nefsini bilmemektedir. Şeytanı tanımamakta ve gücünü kestirememektedir. Mesela nefsin yaratılıştan mevcut potansiyel kötülüklerini kendisi sanarak haksız yere kendini en aşağı yerlere yerleştirmekte ve aşağılık duygusundan, zilletten kırılmaktadır. Yine şeytanın hariçten pompaladığı kötü düşünce ve vesveseleri, cahilliğinden kendi nefsine fatura etmektedir. Yine zihnin çalışma metodundan kaynaklanan vesveseye benzer bilgi akışını sağlıklı değerlendiremediği için bir yumruk da bu cenahtan yemektedir. Bu ve benzeri nice ölçüsüzlük ve bilgisizliklerinin acı faturalarıyla psikolojisi harap haldedir. O halde bu zillet ve cehalet çukurundan çıkmak her şeyden önce gelir. Onun için de hemen recadan işe başlamalıdır.”
“İyilikler dahi, izzet-i nefs duygusu korunarak yapılmalıdır. Tevazu için de bu söylediklerim geçerli. Kimseyi küçük görmem. Her sınıftan insanı; çocuk, deli, yaşlı, herkesi muhatap alır, küçük görmeden onların seviyesine inerek onlarla konuşur, onlara sohbet ederim. Allah (c.c.) ‘Hamam böceklerine sohbet et.’ dese onlarla bile ciddi ciddi konuşurum; yani onlara tebliğ mümkün olsa yaparım. Ama bu tevazumun yanında vakarımdan da asla taviz vermem. Şahsiyetimden, izzet-i nefs duygumdan asla taviz vermem. Saygısızlığı asla affetmem. Benim izzet-i nefs duygum çok güçlüdür. Yakınlarıma, eşime, çocuklarıma karşı çok şakacıyımdır, latife yapmayı ve güldürmeyi severim. Onların bana şaka yollu takılmalarına müsaade ederim. Ama bu, saygı sınırlarını aşıp izzet-i nefs duyguma zarar verecek olursa iş orada biter. Birden sertleşirim ki, sizler de böyle olun; izzet-i nefs duygunuzu her zaman koruyun. Asla bu duygudan taviz vermeyin. İşte bütün ahlakları böyle değerlendirmek suretiyle bir insan ‘Benim ahlakım Hazreti Peygamber’e benziyor.’ derse ona hak veririm.”
Bu harikulade açıklamalardan Şenel İlhan Beyefendi’nin açıklamaları çerçevesinde yine onun fikirlerinden mülhem olarak ben şunu anlıyorum:
Ahlaken kibir yanlış ve haram ise zillet de yanlış ve haram. Kibir büyüklük değil büyüklenmek, zillet ise küçüklük değil küçüklenmektir. Hilm ve tevazu sahibi olmaya dair Kur’an ve hadislerde pek çok muhkem bilgi ve ölçü var. Tevazu ise zillet ile kibir arasında ama matematiksel ortalamalara bırakılmayacak kadar kıymetli bir ahlaki olgunluk. Üstelik tevazu, bu yüce ahlaka sahip insanlar açısından bir emir değil tavsiye. Çünkü aksi halde herkes zillet dolu davranışlarını tevazu zannedecek. Hangi yüksek özelliklerin var ki tevazu sahibi olduğunu iddia ediyorsun diye sorarlar adama, değil mi? Çünkü öyle durumlar var ki aslında bize tevazunun vakar olduğunu anlatıyor. Vakar ise surat asmak değil, insanlara layık olduğu gibi davranmak… O nedenle kibre karşı kibir tevazudur deniliyor. Nitekim Mevlana Celalleddin Rumi “Sahtekârlar almak için rol yapar, bizler ise vermek için.” diyerek bu gerçeğe işaret ediyor. İnsanların var olan güzel ahlaklarını yokmuş gibi davranması asla ama asla doğru değil… Tevazu ise içinde vakar ve izzet-i nefs duygusunu barındıran çok büyük bir erdem… Bu şartlarda bizim, kompleks ve zillet dolu davranışları “tevazu” diye yorumlamamız, İslam’ın bu yüce ahlakından hiç nasiplenmemek anlamına geliyor ki bu yanlış ölçü ile İslam ahlakını yaşadığımızı asla iddia edemeyiz vesselam… Gerçek tevazuya kavuşarak ahlak denen erdemden nasiplenmemiz duasıyla…