Bunun tek cevabı var, çünkü Allah’ın varlığına ve birliğine inanıyorum. Aklı, kalbi ve yüreği olan, fıtratı bozulmamış her insan gibi bu gerçeğe candan ve gönülden büyük bir içtenlikle inanıyorum. Tereddüdüm yok, O’na sızlanıyorum, O’ndan istiyorum, O’ndan bekliyorum, O’ndan ümit ediyorum, O’ndan korkuyorum, O’nu seviyorum; Allah var ve bir… Allah’a şeksiz ve şüphesiz inandığım gibi, doğal olarak imanıma da inanıyorum. İmanına inanmak ne demek? Her şeyden önce bu, “benim imanım.” İman eden benim. Tüm sorumlulukları üzerinde hisseden benim. İyi ya da kötü başıma geleceklerden, istikbalimden, öldükten sonraki hayattan, üzerime harcanan ilahi emekten, ölümün varlığından ve dünyanın geçiciliğinden zerre kadar şüphem yok… Çünkü yaşanan gerçek bu. “Gidip de gelen var mı?” amiyane sözünü doğru anlayanlardanım… Dünyaya doğmuş çocuğu nasıl ana karnına gönderemiyorsanız, ahirete gideni de dünyaya döndüremezsiniz… Hayat nasıl gerçek ise ölüm de alabildiğine doğru ve hak… Allah’ın bizi her ânımızda gördüğüne, duyduğuna, her ânımıza vâkıf olduğuna kendi somut varlığımı kanıksamadığım gibi, kendi varlığıma inandığım gibi inanıyorum. Çünkü ben varım ve yaşıyorum. Yaşayan hiçbir canlı da bundan müstağni değil… Kaza ve kader, bu dünyada yaşadıklarımız, öldükten sonraki hayat, kendi gözümüzde günah ve sevaplarımız birer gerçek, ayne’l yakîn bir gerçek… Yoksa huzur içinde ölülerimizi dahi gömemezdik… Çünkü biliyoruz ki ebedi bir hayat var ve tüm bu hayatın da bir sahibi var. Allah’ı (c.c.) seviyorum ve son dinin hak peygamberine iman ettim.
“İslam ve Dogmatiklik” başlığı altında Feyz Dergisi’nde yayınlanan bir sohbetinde Şenel İlhan Beyefendi bu konuda şöyle der:
“Dogma; aklın, bilimin süzgecinden geçmemiş, analizine uğramamış, doğruluğu sorgulanmadan kabul edilmiş herhangi bir görüş, inanış, teori veya bilgiye denir. Bu bilgiye, sorgulamadan inanıp ittiba edenlerin yaptığı ise dogmatikliktir.
Dogmatizme tepki tarih içinde akılcılık, bilimcilik olarak ortaya çıkmış ve birbirinin varlık nedeni olmuştur. Dogmatik fikirlerin yılmaz savunucuları ise fanatiklerdir. Bu iki sıfatın da geçmiş şöhreti kötü olup tarihsel süreç içinde çok büyük acı ve yıkımlara neden olmuşlardır. Mesela Hristiyanlık âlemindeki aydınlanma çağı, dogmatizme ve fanatizme karşı verilmiş bir mücadeledir aynı zamanda. Dolayısıyla akıllı hiç kimse veya hiçbir görüş, hiçbir düşünce, bu sıfatlarla anılmak istemez. Bu sıfatların yapıştığı fikirler, insanlık önünde ve özellikle entelektüel çevrede saygınlığını, akılcılığını ve dolayısıyla bilimsel anlamda tutarlılığını yitirmiş, itibarsız hale gelmiş fikirler demektir.
Aklı veya bilimi devreye sokmadan, geleneklerin, göreneklerin, törelerin zamanımıza taşıyıp getirdiği tüm inançları hatta hurafeleri ve batıl inançları sorgulama ihtiyacı hissetmeden kabuller, daha çok dinî inançlarda olur. Bundan dolayı toplumda yaygın olan haliyle dogmatiklik dinî inançlarda çok görülür.
Daha çok karşılaştığımız haliyle dogmatiklik; sezgisel anlamda doğruluğuna inanılan veya doğru olduğu kabul edilen, ama aklın ve bilimin işin içine girip de çözemediği, işin içinden çıkamadığı görüş, inanış veya düşünceler hakkında sorgulamayı, araştırmayı ve anlamayı bir kenara atarak, bu fikirleri veya düşünceleri peşinen kabul olarak görülür. Hristiyanlıktaki teslis akidesi mesela böyledir. Bu meseleyi sorgular ve anlamaya çalışırsan beynine yazık etmiş, aklına işkence çektirmiş olursun. Teslis akidesindeki üç ilahın aynı zamanda bir ilah olmasını, yani hem birbirinden ayrı hem birbirinin aynı ilahlar olmasını anlayamazsın. İşte burada dogmatizm devreye girer, girmezse imanın gider. Aklı burada mecburen pire gibi zıplatırsın. Matematiksel anlamda 1=3 olur mu? Olmaz elbette. Bu hesabı bir çocuk bile çözer. İşte koskoca kültürlü, zeki, entelektüel Hristiyan âlimleri bunu çözemeyince, devreye kurtarıcı olarak dogmatiklik girer.
Yine İncil, Tevrat adlı kutsal kitapları Yüce Yaratıcı gönderdi dersin ama içindeki saçmalıkları nasıl göndermiş olur diyerek işin içinden çıkamazsın… Bu durumda ya inandığın Yüce Tanrı’ya zan besleyeceksin ya imanını kaybedeceksin… Gerçeklerle yüzleşecek ilmin ve cesaretin yoksa en iyisi bu konulara girmemek diyeceksin ki avamın yaptığı da tam olarak budur. Ya da deist veya ateist olacaksın ki dogmatik olmayı başaramayan akıllı entelektüel Hristiyanların çoğu da bu kaçış yöntemini tercih etmişlerdir.
İşte bu durumda sezgisel olarak kabul ettiğin İsa ve Musa peygamberin varlığı ve Yüce Rabbin elçisi olmaları gerçeği, seni, onlardan geriye kalan bu kitaplar hakkında dogmatikliğe zorlayacaktır. Çünkü bu peygamberlerin yaşadıkları ve kitabî bilgiler bıraktıkları tarihsel bir hakikattir. Yani açıkçası bu peygamberlerin bıraktıkları kitaplar, bozularak kutsal olma vasfını yitirmiş olsalar bile, sezgisel olarak bu peygamberlerin varlığına iman etmen ve fıtraten bir dine inanma ihtiyacı içinde olman, gelenek ve göreneklerin gizemli çekiciliği vb. birçok etkenle bir araya gelerek seni bu dogmatikliğe zorlayacaktır.
Yukarıda ifade etiğimiz gibi yapı olarak dogmatikliğe müsait olmayan akıllı Hristiyanların daha çok bir Tanrı’ya inanıp ama dindar olamadıklarını ya da hem Tanrı’yı hem dini inkâr ederek tamamen ateizme yöneldiklerini görürsün. Çünkü akıl ve kalbin uyuşmadığı inançlarda dogmatiklik mecburen devreye girmek zorundandır. Dogmatik olmayı beceremeyenlerin fütursuzları ateist, biraz vicdanlıları ise Tanrı’yı aklen tamamen inkâra güçleri yetmediği için agnostik yani bilinmezci olurlar. Böylece “Tanrı olabilir de olamaz da; bu konuda karar vermiyorum, kafam karışık…” demek isterler. Çünkü makro ve mikro planda çok ince hesaplar üzerine kurulu böyle bir evren, kendi başına oluşmuş olamaz; akıl mantık diyor ki bunun bir yapanı olmalı… Kutsal kitaplar da bu iddiayı ortaya koyuyorlar ama Tanrı’dan geldiği iddia edilen kitaplar, Tanrı’dan gelmiş gibi değiller; içleri aklın, mantığın, bilimin verilerine aykırı bilgilerle dolu. İşte bu yüzden bu dinlerin dogmatik olmayı beceremeyen mensupları, “Şu düzenli evrenin yaratıcısı olan Yüce Tanrı, nasıl olur da yarattığı düzene aykırı bilgiler içeren bu kitapları gönderir.” diye düşünürler ki bu çok haklı bir düşüncedir elbette. Aslında elçiler sahihtir ama kitaplar elçilerin gerçek kitapları, yani Yaratıcı’nın gönderdiği kitaplar değil, o kitaplar insanların menfaatleri nedeniyle değiştirilmiş, tahrif edilmiş kitaplardır. Tabii ki yüce Kur’ân’ı bunlardan ayırarak söylüyorum. Kur’ân bu anlattığımız vasıfları taşımayan, hem akla hem bilime hem mantığa aykırı bilgiler içermeyen, tahrife de uğramadan günümüze ulaşmış olan yegâne kutsal kitaptır. Nitekim kendi kutsal kitaplarındaki çelişkilerden bunalıma girip dinden imandan uzaklaşan sayısız gayrimüslimin, araştırarak en sonunda hem aklın hem kalbin uyuştuğu Kur’ân’la buluştukları ve “Allahım! Sana şükürler olsun.” dedikleri, sayısız örneklerle yaşadığımız ve şahit olduğumuz bir gerçekliktir.”
“Yeryüzündeki tüm negatif dogma örnekleri, insanların fıtratlarında var olan inanma özelliklerini yanlış kullanmalarının vahim sonuçlarıdır. Doğru kullanılınca hayra hizmet eden bu özelliğimiz maalesef ki şeytan taifesinin, insanları haktan saptırırken en çok kullandığı özelliğimiz olmuştur. Ve bugün yeryüzünde belki beş milyara yakın insan, negatif-menfi dogmatikliğe örnek dinî inanışlar, hurafeler içinde adeta boğulmaktadır.
Ama müspet dogmatiklik böyle değildir. Aklın, bilimin işin içine girdiği, her türlü sorgulamanın müsaade edildiği ve her türlü analizin, araştırmanın serbest olduğu ve eldeki delillerin, neredeyse dogma olarak kabul edilen inanç veya görüşleri laboratuvarda elde edilen bulgular gibi doğrulayabildiği dogma örnekleridir ki hayatın içinde bunlar çok fazladır. Öyle ki bu dogmatik inanışlar olmasa insanlar hayatlarında içinden çıkılmaz zorluklarla karşılaşır, güvensizlik toplumun her kesimini sarar, toplum paranoya derecesinde ruh hastası insanlarla dolu olurdu. Bu nedenle müspet dogmatiklik aslında Allah’ın insanlara bahşettiği inanma özelliğinin kendisinden başka bir şey değildir ve huzurlu bir yaşam için çok gereklidir. Müspet dogmatiklikte, dogmaların doğruluğunu ispat görerek, laboratuvarda deneyleyerek olmaz ama ona yakın delillerle olur. Veya delilleri destekleyen çok güçlü sezgi duygularıyla olur. Mesela anne ve babanızın sizin anne babanız olduğuna niçin bu kadar eminsiniz? Bunu ispat mı ettiniz, test mi yaptırdınız? Eğer test sonucu buna inanmadınızsa aslında bu inanış bir dogma örneğidir. Sizi küçükken bir yuvadan almış olamazlar mı? İşte burada müspet dogmatiklik devreye girer, sezgileriniz devreye girer, delilleriniz devreye girer ve siz asla böyle bir şey için ömrünüzde bir kere kuşku bile yaşamazsınız. Siz kuşku duymazsınız ama inanma özelliği problemli bir sürü insan vardır ki toplumda, aklına böyle bir kuşku atsanız hayatı kararır ve uykularını yitirebilir. Dolayısıyla her bilginin doğruluğuna inanmak, görerek ve deneyerek olmaz. Annenize ve babanıza güven duygusu, yani bu konudaki delilleriniz ve sezgileriniz de görmek kadar inandırıcıdır ve sizi yanıltmaz, buna eminsinizdir. İşte bu misaldeki gibi müspet dogma örnekleri hayatımızın her alanını kuşatmıştır, hem de onlarsız yapamayacak kadar. Maddeyi meydana getiren en küçük parçacık denilen atomların bizatihi kendini kim görmüştür? Veya suyun moleküllerini? Ama kim inkâr eder, inanmaz, her şeyin atomların bir araya gelmesinden meydana geldiğini? Dolayısıyla deliller yoluyla ulaşılan bilgilerin hepsine, ki biz bu tür bilgilere “ucu açık bilgiler” diyoruz, işte böyle bir bilgiye inanabilmek ve o bilgiyle amel edebilmek için dogmatik yanımızın devreye girmesi kaçınılmazdır.
Mesela, suç delillerini toplayarak bir caniyi ölüme mahkûm eden bir hâkimin verdiği karar ne kadar isabetli olursa olsun aslında müspet dogmatikliğe çok güzel bir örnektir. Cinayete bizatihi görerek şahit olmamıştır çünkü… Yine bir uçak seyahati yapabilmek için müspet dogmatik yanınızın devreye girmesi gerekir. Uçağın düşmeyeceğine ilişkin elinizde yüzde yüz güvenebileceğiniz kanıtlarınız yoktur çünkü. Trafiğe çıkarken kaza ihtimalini nasıl bu kadar rahat göz ardı edebilirsiniz, eğer inanma özelliğiniz devreye girmese. Yine bir mağaradaki antik dönemlerden kalma heykel ve resimleri yapanların eski devirde yaşayan atalarımız olduğuna inanmak… Tarih denen ilmin bizatihi tamamı inanma özelliğimizin bize ikramıdır. Yani müspet dogmatik yanımızın. Dolayısıyla illa gözle görmek, elle tutmak, bir şeyin varlığını ve doğruluğunu ispat için gerekli bir yöntem değildir. Hayatımız içinde gözle görmediğimiz, deneylerle deneyemediğimiz bilgilere imanımız, kesinlikle gördüklerimizden fazladır. Her eser, sahibi gayp olsa, görülmese ve ölmüş olsa bile onu yapanın varlığını ispat için hem aklî hem ilmî hem sezgisel anlamda kesin bir delil olurken, iş Yüce Yaratıcı’ya geldiğinde birilerinin ispat için “İlla Yüce Yaratıcı’yı görmem lazım.” diyerek bilimsellik arzuları depreşiyorsa hatta “Ben görmediğim Yaratıcı’ya inanmam.” diyecek kadar fanatikleşiyorsa kusura bakmasın, bu bilimsel yobazlığın ta kendisidir. Daha açıkçası şeytanî bir hinliğin ve düşmanlığın çok açık göstergesidir.”1
Devamında ise “Sonuç olarak söylediklerimizi özetlersek, dogmaların varlığı insanları fanatik, bağnaz yapmaz. İnsanları fanatik yapan delilsiz dogmalardır. Mesela her fırsatta cahilce, dindarları dogmatiklikle suçlayan ateistler delilsiz dogmatik insanlardır. Delilli dogmatikler ise muhafazakârlar, dindarlardır. İnsanların huzurlu yaşaması için, yukarıda ispat ettiğimiz gibi yerinde dogmatik olmaya ihtiyaçları vardır. Bunu reddetmek önce akla, sonra fıtrata, sonra insan psikolojine terstir. İslam dini, aklı kenara koyan bir din değil; aklı kullanmayı özellikle isteyen, tavsiye eden bir dindir. Zira İslam’da, aklın doğruları ile imanın doğruları birbiriyle çatışmaz, aksine uyum içindedir. Şu var ki gözleme ve deneye dayalı ispatlarda olduğu gibi İslam ispat edilemez. Çünkü neticede o, gayba iman etmeye bizi çağırır. Fakat gayba iman ederken aklı, mantığı, sağduyuyu, ilmî müspet her bilgiyi kullanmamızı öğütler. İslam, dogmatik ve fanatik olmaya zorlamaz. Çok güçlü deliller yoluyla ulaşılabilecek bir hakikate iman etmeye ve teslim olmaya bizi çağırır. Şu gerçek de istidlali bilginin yapısı gereği bilinmelidir ki deliller yoluyla yapılan tüm ispatlarda akıl bizi belli bir sınıra kadar götürür, sonra kalan boşluğu iman ile tamamlamak gerekir. Bu boşluğun doldurulması müspet anlamda bir dogmatiklik olup aklın yine akla müsaade etmesi şeklinde yorumlayabileceğimiz bir sıçramadır. Bu anlamda semavî dinlerin hiçbirisi asıl haliyle menfi anlamda dogmatik değildiler. Onları tarih içinde dogmatik hale getiren, dindarları ve din adamları olmuştur. Skolastik dönem kilisenin durumu buna çok güzel örnektir… İslam içinde de dinin özünde olmasa da, yaşadıkları İslam’ı menfi anlamda dogmatik bir hüviyete büründüren mezhepsel yaklaşımlar olmuştur, hâlâ da vardır. Ama İslam’ın özü buna müsaade etmez, bilmek gerekir.” 2 şeklinde ifade eder.
Tarihsel olarak çeşitli deizm tarzlarına rastlansa da günümüzde deizmin ne olduğu “Antik Yunan’dan kalma bu anlayış, muhtemeldir ki tam anlamıyla günümüzde anlaşılan deizm ile aynı olmasa da günümüzdeki en trend ideolojilerden biridir. Hak din olan, son din olan İslam’a yani aslında bütün külli hakikatleri bünyesinde toplayan tevhid dinine karşı bilerek ya da cehaletin cesaretiyle direnmektir. Allah’a, O’nun inanılmasını istediği gibi inanmamak için “bin dereden su getirmektir.” Bütün iddiaları, insanın kendini kandırma biçimlerine canlı birer örnektir. Çünkü deizmde nübüvvet yani peygamberliği, mucizeleri, ahiret inancı ve kabir hayatını reddetmek, Allah’ın bizzat emrettiği ibadetleri anlamsız görmek vardır. Bunlar ise iman ve İslam esaslarının ta kendisidir. Yani “Allah’ı, O’nun varlığını kabul ettiğini” söyleyip, evrende O’nun kurduğu müthiş düzeni, insana dair bildirdiği kutsal kapsamına giren her şeyi reddetmektir. İbadetler, kabir hayatı, ahiret, sadece dinin açıklayabileceği tüm metafizik gerçekler… Tıpkı agnostisizm (bilinemezcilik) gibi, ateizme köprü olabilecek her şeyi iddia ederler. Yani hayatın içinde, dinin insana dair söylediği her şeye karşıdırlar. İnanç bunun neresinde iyi sorgulamak lazım… 17. yüzyılda tam bir tahakküm içinde olan ve Hristiyan dinini temsil eden kiliseye karşı geliştirilen söylemleri, bugün şablon halinde tekrar etmek şeklinde tezahür etse de sonuç itibarıyla, günümüzde aldığı şekil aynen yukarıda anlatıldığı gibidir.”3 sözleriyle açıkça anlaşılmaktadır.
Konum olarak durdukları mantıksız ve güvensiz yer, her geçen gün deistler hakkındaki soru işaretlerini artırmaktadır. Çünkü menfi dogmalara sahip olan ve insanın dogmatik de olsa herhangi bir şeye inanma özelliğini kötüye kullanan deistler “bağnaz ve ön yargılı oluşları, yapay din-bilim çatışması üretmeleri, bilmedikleri halde Kur’an hakkında konuşmaları, meallerden aldıklarını bile çarpıtmaları, toplumun kültür ve değerlerine düşmanca yaklaşmaları, çağdaşlığı ahlaksızlığa paravan yapmaları, kadın konusunda iftira üretmeleri, bilmedikleri konularda fikir yürütmeleri, cinsel özgürlük adına aileyi tahrip etmeleri, çağdaş kölelikleri görmezden gelmeleri, kötülük konusunda hiçbir çözümlerinin olmaması, diktatörler ateist olunca kendileri deist olmalarına rağmen ses çıkarmamaları, saplantılı ve tahammülsüz oluşları”4 gibi pek çok konuda hakikat ve insanlık adına yoğun bir şekilde eleştirilmektedirler.
Aslen Allah’ın (c.c.) varlığının ispatı, Kur’an’ın Allah kelâmı oluşu, Kur’an’ı insanlığa aktaran Hz.Muhammed’in (s.a.v.) nasıl mükemmel bir insan oluşu hepsi de birbirini oldukça net bir şekilde desteklemektedir. Buradaki herhangi bir hakikati birbirinden ayırmak mümkün değildir. Durum böyle olunca, toplumda peygamberlik makamını (nübüvveti), cennet ve cehennemden müteşekkil ahireti, kabir hayatını açıkça reddeden ama adını koymaktan imtina edilen gizli bir deizmin, “aslında inanıyorum” saçmalığı altında hüküm sürdüğünü görmemek mümkün değildir. Bu da böyle biline…
1,2- İslamiyet Dogmatik Bir İnanç Sistemi midir? / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden, Feyz Dergisi, 301. Sayı
3- Dr. Aslı Menekşe, Deizm El Kitabı
4- Cağfer Karadaş, “Ateist ve Deistlere Güvenmemenin 100 Nedeni.”