Asilzade 6 / Kenan Kurban

Kendisi ve ailesi hakkında öğrendiği acı gerçeklerden sonra yaşadığı sarsıntıları bir kenara bırakmayı başaran Coşkun, ailesine dair en ufak bir izi değerlendirmek için sabahın beşinde Ankara yollarına koyuldu. Kendisini ailesinden çalıp evlatları gibi büyüten Çingene beyi Suat’a öfkeli, gittiği yerde ise neyle karşılaşacağını bilemediğinden dolayı gergin, gerçek ailesinden ayrı geçen yılları için üzgündü. Beyninin bir yerinde ise daha dün sabah yapacağı büyük soygun sonrasında kuracağı hayatı vardı. Bir de şimdiki haline bakıp sitemli, isyankâr cümlelerle “Fakirlik kaderim be!” dedi. O, hayatının beş bilinmeyenli denklemini çözmeye çabalarken Tuzla çıkışında kendisine el eden, hippi tipli bir erkek ve bir kızı almak için nedense durdu. Yan koltuğa uzanıp eski model Rus marka arabasının camını manuel açıp “Ankara’ya…” dedi. İkili birbirlerine bir anlığına bakıp gülen gözlerle tereddütsüz “Biz de…” dediler. Sonra arka kapıyı açıp son raddesine kadar dolu küçük bir çocuk boyundaki gri ve siyah renkli sırt çantalarını arka koltuğa koydular. Açık pudra ten rengi, içleri sevgiyle gülen ela gözlü, dağınık topuzun etrafı ince örülmüş, bir de üzerine tülbent takılmış kumral saçları, rengârenk taş bilekliği, bohem tarz rahat giyimli kız yanlarına oturdu. Gür dalgalı uzun kumral saçlı, şalvar pantolonlu, patchwork çizgili gömlekli erkek ön koltuğa geçip Coşkun’un yanına oturdu, neşeli sesiyle “Merhaba” derken yüzüklerle dolu elini uzatıp “Ben Demir.” dedi. Coşkun bir yandan kalkış yaparken her şeye rağmen eli boşta bırakmayıp sıkarak “Ben de Coşkun.” dedi. Öne doğru yaklaşan kız cıvıl cıvıl sesiyle “Ben de Naz.” dedi. Coşkun “Demir ve Naz, hoş geldiniz.” dese de daha çok tanıma refleksiyle “Ağustos ortasında Ankara pek de turistik bir yer sayılmaz.” dedi. Demir neşesinden bir şey kaybetmeden şevkle iki elini yana açıp başını bilmem manasında yana çevirip “Biz de bilmiyoruz, Ankara’ya niye gidiyoruz!” dedi. Coşkun şaşırmış “Eee…” dedi. Naz “Bizim hedef bir şehrimiz, belirli bir rotamız yok. El kaldırırız, duran araba nereye, biz oraya.” dedi. Coşkun daha da şaşkın “Değişik.” dedi. Demir “Biz evlenirken bir karar aldık, ilk üç yıl sorgusuz sualsiz gezeceğiz diye. Üç aydır yollardayız.” dedi. Coşkun gülerek “İyi valla, en azından kafa dengisiniz.” dedi. Naz “Ya siz?” dedi. Coşkun durdu, yutkundu “Ailemin yanına” dese olur muydu? “Beni bebekken çalmışlar gerçek ana, babamı arıyorum…” Yok mevzu uzardı. Üstelik bu tipler bir cümle sen söyle yüz cümlelik muhabbetle susmadan sana karşılık verirlerdi. Aslında bu da işime gelir. Kafa karışıklığında daha çok konuşmak, dinlemek lazımdı. Zaten başkalarını dinlemeyince insan kendisini dinlemeye başlıyor, orada da sorunlar çığırından çıkıyordu. En iyisi kestirmeden “Benimki akraba ziyareti de size zor olmuyor mu tanımadık yerler, insanlar?” diye sordu. Demir gayet kendine güvenerek “Yok… Mesela buraya Çanakkale’den geldik. Orada şu çok önemli insanların bindiği birinci sınıf siyah bir minibüse el ettik, durdu. Kapı otomatik açıldı. Arkada sütlü kahverengi deri koltuklarda pahalı şık giyimli altmışlı yaşlarında bir amca oturuyordu. Bindik, amca Tuzla’da tersane sahibiymiş, yazlıktan dönüyormuş. Sana anlattığımız gibi anlatınca amca “Ben de mesleğe kaptan olarak başladım. Nice nice okyanuslar, denizler aştım. Kıtalar, ülkeler gördüm. İşiniz zor be evladım, birbirinize sahip çıkın.” dedi. Naz “Tabii biz bu arada lüksün içinde keyif veren içecekler vardır diye hayal kurarken amca mini buzdolabını açtı. Sıradan meşrubatlar, çay, kahve ve atıştırmalıklar var.” Demir lafa daldı “Tabii biz hiçbir fırsatı kaçırmayız. Yol boyunca muhabbet arası yedik, içtik.” dedi. Naz “Bu arada biz muhabbet arasında fark ettik ki dost canlısı amca haccını yapmış birisi ve o kadar ince fikirliydi ki “Benim de sizin yaşlarınızda torunlarım var. Gençlerin hayatı zor, üstelikte gurbettesiniz, yolcusunuz.” kılıflarıyla adam başı bize yirmi bini gözle kaş arasında toka edip şoförünün de telefonu verdi.” Coşkun “O niye?” Naz “Her daraldığınızda arayalım diye… Hem de sıkı sıkıya tembih etti.” dedi. Coşkun “Vay be…” dedi. Demir “Bu da bir şey mi? Sen bir de şu dinle: Manisa tarafındayız. Köy yolu, dağlar, tepeler yürüyerek aşıyoruz. Bildiğin rengârenk heybesi omuzunda, eski zaman dervişi kıyafetli birisi, ulu bir çınarın altında dinleniyor. Uzaklardan bizi görünce sevinerek ayağa kalkıp gelin işareti yaptı. Yanına vardık, diz kırıp oturduk. İki hoş beşten sonra ‘Karnınız açtır, sofraya buyurun.’ dedi. Coşkun “Dağın başında sofra?” dedi. Naz “Halil İbrahim sofrası… Az bir peynir, bir tane domates, biber, birkaç zeytin, iki üç günlük ekmek, bir de akan pınardan buz gibi su doldurup buyur etti.” Demir hâlâ tadı ağzında “Biz kimseye yetmez, ayıp olmasın diye birer lokma aldık almasına ama…” Naz “Öyle lezzetli öyle lezzetliydi ki elimiz kendiliğinden ikinci, üçüncü, dördüncü…” Demir “Lokmalara uzandı, yedik yedik doyduk, sofrada hâlâ onlarca insanı doyuracak malzeme vardı.” dedi. Coşkun “Siz yaya dolaşıp aç gezmekten hayal görmüş olmayasınız?” dedi. Demir “Ben de şaşkındım, kendimi çimdikledim ama şahit olduklarımız gerçekti.” dedi. Naz “Biz bu şaşkınlığı yaşarken bizim hikâyeyi dinleyen derviş bize bakıp vakarlı ‘Eskiden seyyahiler vardı. Onlar da diyar diyar gezerek kalp tasfiyesi, nefs terbiyesi yaparlarmış. Sizinki de o niyet olsun.’ dedi.” Coşkun “Yani bir numarası vardı diyorsunuz?” dedi. Demir “İtiraf etmesi bana da zor geliyor ama sıradan görünse de sıradan değildi.” dedi. Naz “Adamın metafizik tarafı vardı. Biz de el mecbur duasına âmin dedik. Sonra yola viran olduk.” dedi.
Altı saatlik yolun sonunda farklı bir hayatları, daha birçok ilginç hatırası olan yol arkadaşlarını Kızılay’da bırakıp Sıhhıye’ye, hastanenin olduğu bölgeye doğru devam etti. Uzaklardan hastanenin tabelasını görünce kalbi güm güm atmaya başladı. Tehir edilen istemsiz ama kendi içinde mantıklı sorular mitralyözden atılırcasına peş peşe beynine saplanmaya başladı. “Gerçek ana-babam acaba nasıl insanlar? Başka çocukları var mı? Varsa benden büyükler mi, küçükler mi? Ya ana-baba hayatta mı, biri yaşıyor, biri öldü mü? Ankara’da mı yoksa başka bir şehir ya da ülkedeler mi? Beni görünce anlattıklarıma inanıp kabul edip boynuma sarılacaklar mı? Ya da şüpheyle yaklaşıp mirastan pay almak isteyen yalancı muamelesi görecek, bu da yetmezmiş gibi DNA testi istenip aşağılanacak mıyım? En acı ihtimal benden başka çocukları olmamış, senelerce yürek yakan hasretle yolumu gözleyip daha ilk anda tanıyıp bağırlarına basıp evladım mı diyecekler?” Arabasıyla hastanenin nizamiyesinden içeri girip eski model arabasını açık otoparka park etti ve kapılarını manuel kilitledi. Ve tekrar tekrar kontrol edip kilitlediğinden emin olunca “Eh işte…” dedi. O an ardı arkası gelmez soruları da orada bırakıp asıl mühim olan konuyu çözmek üzere bütün gücünü toparlayıp nereden başlayacağına karar vermek için etrafı süzmeye başladı. Acil girişinde sedye ile cankurtarandan indirilen hasta acıdan kıvranırken iniltisi tüm koridorlarda yankılanıyordu. Tekerlekli sandalyesi genç tarafından itilen, dizleri şalla örtülmüş ihtiyarın ise eli sarılı, başı hafif öne düşse de hayata tutunmaya çabalıyordu. Havale geçiren bebeğin babası ise çıplak ayaklarla koşarak içeri giriyordu. Çamların altında bazıları banklara uzanıp dinleniyor, kimileri ellerinde karton bardaklarda kahve, çay içip muhabbet ediyorlardı. En ileride ise sessizce ağlaşanlar topluluğu vardı. Bunlardan bazısı duvarın dibine hüzünle çökmüş, başka birisi bir köşede sessizce gözyaşlarını akıtıyor. Metin olan birkaçı morg yazısının olduğu kapıdan girip çıkıyor, bilgi veriyorlardı. Aslında herkes bir şekilde ezanın devasının nerede olduğunu biliyordu. Coşkun ise derdini nasıl, nerede, kime anlatacağı bilemezken başlangıç noktası şu an için muammaydı. Böyle karmaşık durumlarda en güzeli kapıcı, hademe, temizlikçi, teknik personelden bir dost bulup üç-beş artık neyse ateşleyip sorunu sessizce halletmekti. Burada böyle birini bulmak Coşkun için imkânsız değildi ama zaman alırdı. Zaman ise şu an her zamankinden daha da kıymetliydi. En temizi başhekime, olmadı müdüre gidip tepeden sorunu anlatıp çözmekti. Bu mevkidekiler ise alengirli mevzularda pimpirikli davranırdı çoğu ancak telkin, rica ile işi çözerdi. Artık bu riski almalıydı. Dahiliye, Cerrahi, Kardiyoloji, Kadın Doğum derken mavi renkli “Yönetim” tabelasını gördü. Adımlarını kısa kısa atsa da hızlandırdı. Kafasında konuşacaklarını, derdini nasıl anlatacağını üç aşağı beş yukarı tekrar tekrar geçirip toparladı. İki katlı taş yığma binanın beş basamaklı beyaz mermer merdivenlerinden çıkar çıkmaz otomatik kapı açıldı. Kalıplı yapısı, elinde dedektörü olan özel güvenlik cengâver gibi duruyordu. Daha o bir şey demeden telefon ve arabanın anahtarlarını x-ray cihazının yan tarafına bırakıp geçti. Anahtar ve telefonunu alelacele alıp az ilerideki danışmaya yaklaşarak “Başhekim bey ile görüşecektim.” dedi. Kız “Başhekimimiz Meral Hanım yerinde değil.” dedi. Coşkun kızın kibarca kendisine ikazını anladı. Kız yardımcı olma refleksiyle “İsterseniz hastane müdürümüz Cumali Bey müsait mi bakalım?” dedi. Kız ahizeyi eline alırken “Kim geldi diyelim?” diye sordu. Kızın insani, yapıcı tavırlarıyla Coşkun’un bütün gerginliği gitmişti, “İstanbul’dan Coşkun Artçı.” dedi. Kız “Bergüzar Hanım, İstanbul’dan Coşkun Artçı Bey gelmiş. Meral Hanım ile görüşmek istedi, kendisi yerinde değil. Müsaitse Cumali Bey ile görüştürebilir misin?” dedi. Kız karşıyı dinlerken başını kaldırıp “Niçin gelmiştiniz?” dedi. Coşkun doğum belgelerini gösterip “Ben bu hastanede doğmuşum, bir konuda bilgi alacaktım.” dedi. Kız kelime kelime aktarırken Coşkun’da reddedilmenin endişesi tavan yapınca kafada başka planlar kurmaya başladı. Kız daha telefonu kapatmadan “Bir üst kata çıkın, merdivenlerden sağa dönün, karşıdaki oda sekreteri size yardımcı olacak.” dedi. Coşkun derin bir oh çekerken bu işin zannettiğinden daha kolay olacağı kanaati ağırlık kazanmaya başladı. Bütün endişe ve heyecanını mesleki tecrübeyle bastırmayı ve sakin kalmayı becerirken üst başını tekrar kontrol etti ve saçlarına da şekil verdi. Merdivenleri çıkınca göz ucuyla sol tarafa bakınca “Başhekim” yazısını gördü. “Müdür” yazısına doğru kendinden emin bir şekilde yürürken boğazını temizledi. Açık kapıyı yine de bir kez tıklatıp içeri girdi. Ellili yaşlarına yakın, işinde tecrübeli ve otoriter olduğu her tavrından belli olan kadın, eliyle karşıdaki koltuğu gösterip “Sizi birkaç dakika misafir edelim. Sayın müdürümüzün önceden planlanmış görüşmesi var.” dedi. Coşkun otururken bu kapılarda beklemeye, bekletilmeye hep gıcık olduğunu düşündü. Ama elden ne gelirdi? El mecbur olurken kadın “Size ne ikram edelim?” diye sordu. Coşkun “Çay ve su.” dedi. Kadın başıyla tamam derken telefonun hoparlörünü açıp “Semiha Hanım, misafirimize bir çay, bir su.” dedi. Coşkun meşguliyet adına odayı incelemeye başladı. Orta sehpalarda çay altlıkları, sekreterin masasında kalemler, ıvır zıvır başka bir duvarda ise renk olsun diye çıktısı çerçeveletilip asılmış bir tablo bozması derken müdürün odasından sesler duyulmaya başladı. Sonra büyük kahverengi ahşap kapı açıldı. Elinde deri çantası olan takım elbiseli, saçları briyantinli gencin elini sıkıp uğurladı. O ara sekreter ile göz göze gelince kadın hemen ayağa kalkıp eliyle Coşkun’u gösterdi, “Beyefendi, sizi bekliyor. Görüşmek için İstanbul’dan gelmiş.” dedi. Müdür manidar bakınca Coşkun adamın kendisini pek kale almadığını anladı ve görüşme kapısının kapanma ihtimaline karşın ayağa kalkıp “Evet müdür bey, ben bu hastanede doğmuşum.” Doğum kâğıtlarını uzatıp “Size masum, küçük bir sorum olacak.” dedi. Müdür umursamaz tavrıyla zoraki “Gel bakalım, sadece beş dakikan var.” dedi. Coşkun içeri girerken çayı ve suyu da peşi sıra geldi. Müdürün oturduğu masanın arkasında atlas saten Türk makam bayrağı ve hastanenin bayrağı vardı. Manzarası açık pencerenin önünde ise kılıç çiçekleri vardı. Masasının tam karşısında ise sesi kısık bir haber kanalı açık televizyon vardı. Coşkun hemen masanın yanındaki koltuğa otururken müdür açık laptopunu kapattı, bazı evrakları sümenin arasına sıkıştırırken toparlanıyor gibi hali vardı. Coşkun biraz da telaşla tekrar doğum kâğıtlarını gösterip “Ben 3 Haziran 2003 Cumartesi günü burada doğmuşum. Babam Suat Artçı, şu an siroz. Karaciğer nakli olmaz ise muhtemelen ölecek. Dün bana ölmeden önce itirafta bulunmak istediğini söyleyerek kendi bebeklerinin öldüğünü ama bazı ellerin aynı hastanede doğan başka bir ailenin bebeğini kendilerinin bebeğiyle değiştirip onlara verdiğini söyledi. Yani o bebek benim. Ben de gerçek ailemi öğrenmeye geldim. Bu konuda yardımcı olmanızı istiyorum.” dedi. Müdür bu kez şüpheci tutumla gözlüklerini takıp “Baban ölüm döşeğindeyken beyni ona bir oyun oynamış olmasın!” dedi. Ciddiyetten taviz vermeden “Meselen tabii basit değil ama biz de ülkenin en saygın, ilkeli kurumlarındanız. Bizde böyle bir olay vuku bulamaz. Diyelim cereyan etti, zaten önce biz hesabını sorarız.” dedi. Coşkun “Doğrudur ama babamın aklı başındaydı. Ayrıca annem de bu olayı doğruladı.” Sonra koltuğunda iyice doğrulup kararlı, tehditkâr “Ben bu meseleyi sonuna kadar götüreceğim; kimin canı yanmış, kim üzülmüş, kim itibar kaybetmiş, umurumda değil. Bu manavdan aldığın karpuzun kabak çıkması gibi basit bir olay değil ki görmezden geleyim.” dedi. Müdür duvardaki saate bakarken telefonun hoparlörünü açıp dahili numara çevirdi. Açılan telefondan bir kibar bir erkek sesi “Bilgi işlem, buyurun müdürüm.” dedi. Müdür “İmdat Bey 3 Haziran 2003 Cumartesi tarihindeki doğum kayıtlarından doğumda ölmüş olan bebek kayıtlarını çıkarır mısın?” dedi. İmdat “Tabii hemen.” dedi. Müdür “Hatta bir gün öncesi ve sonrasını da çıkart.” dedi. Kapatırken Coşkun’a bakıp “Bir şüphe kalmasın.” dedi. Coşkun “Teşekkürler.” dedikten sonra kuruyan boğazını rahatlatmak için sudan bir yudum içerken bu meselenin kolayca hallolması için yüreğinin en temiz yerinden, en samimi duaları ediyordu. Birkaç dakika içinde kapı çalındı, içeri bir genç girip elindeki dosyayı uzattı “Buyurun müdürüm.” dedi. Cumali “Sağ ol İmdat Bey…” derken eliyle de kal işareti yaptı. Dosyayı itina ile açıp sayfaları dikkatle tetkik etmeye başladı. Her kontrol ettiği sayfayı Coşkun’a uzatıyordu. Kan akışı hızlanan Coşkun’un, bir adım sonra gerçek ailesini öğrenecek olmanın coşkusuyla kalbi en yüksek seviyede atıyordu. Yarım saat sonra en son kayıt incelenince Coşkun olduğu yere yığılıp kalmış, yüzü düşmüştü. Cumali “Şahsen de tanık oldunuz gibi tek bir ölüm kaydı var, o da sizin doğum gününüzden bir gün önce ve kız bebek.” dedi. Yenilgiyi kabullenemeyen Coşkun yerinden doğrulup gözden kaçan bir yer var mı diye tekrar tekrar kontrol etmeye başladı. Coşkun “Belki kayıtlarla oynanmış olabilir. Başka bir müdahale olmuştur. Ya da hiç kayda girmeyen bir bilgi vardır. İş birlikçi içerdense bu mümkün. Müsaade edin, o dönemki personelle görüşeyim, bir şeyler hatırlayan mutlaka vardır.” dedi. Müdür koltuğunda devleşirken hafif çıkıntılı olan göbeğini masasına sıfırladı. Otoritesini hissettirmek için sesinin tonu yükseltip baskılarcasına “Delikanlı, seni anlıyorum. Senin yerinde olsam ben de aynısını yapardım. Kesin olan da şu, sen de benim yerimde olsan benim yaptığımı yapardın. Yaşadıkların anlaşılabilir ve kolay değil. Ama senin sorularının cevabı, sorunlarının çözümü burada değil.” Ellerini iki yana açıp “Bak ben sana yardımcı olmak için elimden gelini yaptım. Normalde senin gibi gelen birini direkt dışarı attırırım.” dedi. İmdat “Bilgi işlem müdürü olarak şunu temin ederim ki bizim sistemimiz ülkedeki doksanlı yıllarda kurulmaya başlanmıştır. Ve en sağlam alt yapıya, güvenliğe sahiptir.” dedi. Cumali “Hem bak hikâyende eksikler var. Böyle bir olay olduysa bu işi yapan, aracı olan birisi, birileri olmalı, isim var mı? Yok… Baban…” duraksadı “Yani artık ne diye hitap ediyorsan görünen o ki sana olayın gerçek yüzünü açıklamamış. Kendi aile içi sorunlarınıza bizim kurumumuzu da çekmeyin. Her iftiranın bundan sonra hukuki bir cezası olacaktır.” dedi. Coşkun bir an durup düşündü. Adama cevap verecekti ama haklı olduğu taraflar da olabilirdi. Bu Çingene Suat’tı, en doğru cümlesinin bile yüzde sekseni yalan dolandı. Coşkun ümitleri kırılmış, tükenmiş, çaresiz “Teşekkür ederim.” dedikten sonra müsaade istedi. Müdür “Öyle her denene inanma bence.” dedi. Yeniden daha derin bir muamma çukurunun içine düşen Coşkun yürürken ancak elini tamam manasında kaldırabildi. Müdürün dediği gibi “Ya babası, annesi yalan söylüyor ya da bazı gerçeklerin üzerini örtüyorsa?” Sağ elini yumruk yapıp başına vururken “Ah benim salak kafam iki kâğıt parçasına iki yalana kanıp buralara kadar geldin.” kâğıtlara bakıp “Ya bunlar da gerçek değil, düzmece ise?” dedi. Kafası iyice yanmış, bunalımın siyah dumanları yükseliyordu. Manasızca etrafına bakarken şuursuz adımlarla bahçeye çıktı. Kafasını toparlayıp ne yapacağına karar vermek için gölgelik bir yerde bank aramaya başladı. Az ileride yaşlı bir karı kocanın kalktığı bankı diğer bankın etrafındaki kalabalık gruba kaptırmamak için hızla hareket edip otururken içinden “Çingene Suat durduk yere bana niye yalan söylesin? Ölmeden önce bir kötülük yapıp açmaz yaşatmak mı istedi?” Biraz düşündü “O böyle fitneli kötülük yapacak kadar zeki değildi, daha düzdü.” dedi.
O bu düşüncelerle mücadele ederken kıyafetlerinden hastane çalışanı belli olan yan taraftaki kalabalıktan kahkahalar yükseliyordu. Ellerindeki beyaz karton bardaklardan kahve ve çay kokuları gelirken grubun ortasındaki yaşlı adam alaycı, taklit dolu hareketlerle konuşmaya devam ediyordu. Her cümlesinde yıllar içinde hastalar, doktorlar, hemşireler ve hasta yakınlarıyla yaşanan gülünç anları anlatıyor, gırgırlarını geçiyorlardı. Yaşananları daha eğlenceli yapan aslında adamın Ankara ağzıyla anlatmasıydı. Gülme krizleri bitince bir genç “Allah aşkına Nuri abi, bunların çoğunu sallıyon?” dedi. Nuri nüktedan “Bebe sen plastik ocakta çay pişirirken…” Eliyle alnının terini silip “Ben burada çalışıyordum.” Şehadet parmağını şakağına dayayıp “Ben bu kurumun aklıyım, hafızasıyım. Sor, sana yazılı olmayan tarihini anlatıyım.” dedi. Coşkun duyduklarına kayıtsız kalmayıp hafiften yanaşıp “Merhaba.” dedi. Gruptakiler geri doğru dönüp şöyle bir baktılar. Sonra daire açılınca Nuri ile Coşkun göz göze geldiler. Nuri “Merhaba yeğenim.” dedi. Coşkun “İstemeden konuşmalarınızı kulak misafiri oldum. Ben size kurumun tarihiyle ilgili bir şey sorabilir miyim?” dedi. Topluluktakiler donuk donuk “Sen de kimsin?” der gibi baktılar. Coşkun için ise tecrübe ile sabitti ki bu gibi kilitli anların anahtarı sigaraydı. Cebinde acil, sıkıntılı durumlar için her zaman en pahalısından bir paket bulunurdu. Hemen çıkarıp uzattı. Coşkun “Önce bir cigara yak.” dedi. Sigara bu tür gevezeler için mazottu. Adam önce bir tane aldı, Coşkun çakmağı çakacakken Nuri onu kulak arkası yapıp paketten bir tane daha aldı, onu yaktı. Bir nefes çekip “Tabii evlat, sor, çekinme.” dedi. Coşkun bu arada diğerlerine de tuttu. Kimi aldı, kimi eliyle teşekkür işareti yaptı. Coşkun “Ben 3 Haziran 2003 Cumartesi günü bu hastanede dünyaya gelmişim. Ama öğrendiğime göre ölen bir bebekle karıştırılmışım. Kayıtlarda yok. Bana anlatılanlar belki yalan… Amma ben şüphelerden kafayı sıyırmak üzereyim. Kalbim daraldıkça daraldı, neredeyse nefes alamayacağım. İşte ben varsa o aileyi arıyorum. Sen buranın hafızası olduğuna göre hatırlarsın.” dedi. Nuri yalancı çıkmamak için beynini zorlamaya başlarken bir yandan zaman kazandırıcı lakırdıları savurtturdu. Nuri “Yirmi bir sene önce yani benim kafa daha çok muziplikleri kaydeder. Dedektiflik mevzularını siliyor. Emme…” dedikten sonra sigarayı ağzının sağ tarafını dayayıp iyice çektikten sonra yere atıp bir tane daha yaktı. Nuri “Emme eskilerden kim var? Kim hatırlar? Çoğu tekaüte ayrıldı. Ama ebe Şükran belki. Ama onun kafa gidip geliyor. Genç hemşireler başka yerlere tayin oldular. Doktorlar dersen onlar plasenta, rahim derken kafalar bir milyon, insanları pek tanımazlar. Kim, kim sana yardımcı olur?” diye uzattıkça Coşkun “Lan bu adam iki dal sigara için benimle oynuyor mu?” diye düşünmeye başladı. Yüzü gülen Nuri “He Sude… Başhemşire Sude… O hastanenin tele kulağıydı. Hangi doktor ne yer içer? Eşiyle arası nasıldır? Hangi hasta nerelidir, ne iş yapar? Hani eli de birazda uzundu. Hatta azcık da garanlık bir yönü vardı.” dedi. Coşkun “Garanlık?” diye sordu. Nuri “Hee mafyatik yönü…” dedi. En küçük ihtimali değerlendirmekte kararlı olana Coşkun iştahla “Adresi, telefonu var mı?” diye sordu. Adam telefonunu çıkarırken Coşkun da kaydetmek için rehberini açtı. Nuri sakin sakin eliyle sağa sola gezinirken “Sude ablanın telefonu neyi yok emme…” ekranı Coşkun’a çevirip “Sosyal medyası, oradan irtibat kurabilirsin.” dedi. Coşkun “Adamsın Nuri dayı.” dedi. Sude’nin hesabını ararken Nuri “Baya variyetli. Apartmanlar falan filan…” dedi. Coşkun açılan sayfadaki son paylaşımını okurken “Hissedarı olduğum New Life Hospital yeni hizmet binası açılışı.” Nuri “Zannımca Kars’ta olması lazım.” dedi. Coşkun canı sıkkın “Evet Kars…” dedi.
Devamı Gelecek Ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.