Olcaytuğ’un koşarak daldığı ara sokaktan cankurtaran ve polis arabaları, sirenleri çalarak uzaklaştı. Olcaytuğ esnaftan birine, “Ne oldu?” diye sordu. Esnaf bezgin bir şekilde, “Dünya iyice bozuldu. Üç genç aniden kavgaya tutuştular. İkisi yaralandı. Yaralayanı da polis götürdü.” dedi. Olcaytuğ gizlemek ister gibi bileğindeki bıçak izini eliyle tutup, “Gençlik işte, kanları deli akıyor.” dedi.
Dükkânda yerinde duramayan Nusret, zaman zaman kapının önüne çıkıyordu. Nihayet on beş, yirmi dakika sonra üçü de boyunları bükük, elleri boş geri döndüler. Bu hâl üzerine Nusret, “Vah ki bana vah… Ben bu nisbet kokusunu bu yaşıma kadar ancak birkaç büyük velinin yanında almıştım.” dedi. Olcaytuğ hem şaşkın, hem sevinçli hem de bu büyük devletten yeterince istifade edemediği için üzgün, “Vay be, bilmeden büyük bir Allah adamını misafir edip duasını mı almışım?” Avuç içini alnına vurup pişmanlıkla, “Ah keşke daha fazla vakit geçirip, telefonunu alıp, daha çok bir şeyler yapabilseydim.” dedi. Bu arada, sandalyesinde bütün servetini bir anda kaybetmiş gibi oturan Nusret’e oğlu Faruk teselli için, “Üzülme babacığım.” derken Olcaytuğ, “Nusret Amca, sizi çok seviyorum ama saygım, sevgimin de fevkindedir. Demin Faruk abi de söyledi, evliyaya çok düşkünsünüz. Sadece anlamak için soruyorum; bu meyliniz, onlarla beraberken aldığınız manevi hazlardan, kalplere nakşedilen ilimlerden ya da hayır dualarını alma iştiyakından mı?” dedi. Nusret, çırağın uzattığı sudan biraz içti. Gözlerinde öfkesi şiddetli ama merhameti daha baskın bakışlar belirdi. Hasret kokan kelimelerle, “Yaşadığım güzellikler benim şahsımı ilgilendirir. Ama bencil olamayacak kadar ahlak sahibiyim.” Sesinin tonunu yükselterek, “Evlatlarım, son yüz elli senedir her Allah’ın günü İslam yaşanamaz, bu zamanda evliya yetişmez, olmaz, olamaz… fikri zehir gibi yüreklere, akıllara zerk ediliyor. Çoğunluk da bunların tesiriyle neredeyse umutsuzluğa düşmüş, öldü ölecekler.” Canı sıkkın, sudan bir yudum daha içip, “He, bizim tarafta da bunu perçinleyen cahil cühela takımı az değil. O da başka bir konu. İşte şu yirmi birinci yüzyılda, hayatın içinde, şehirli… Şehirli evliyâlar, yaşadığı çağın farkında, nefsi mutmainne makamına ulaşmış, iman ve ahlak kahramanı Allah dostları ortaya çıkınca, bu zırvalar fiili delillerle çöpe atılacak. Temiz halkımız da bunları müşahede ettikçe, aldığı zehirlerin tesirinden kurtulacak. Benim de en büyük amacım, bu velilerden biri olmak; olamasam da birini yetiştiren olmak, o da olmazsa, onun hizmetinde olanlardan olmak. Yoksa bu binlerce yılın birikmiş zulmeti, pisliği başka türlü pür-ü pak olmaz.” dedi.
İfade alan polis, “Yani sen, suçum yok. Ben ayırıyordum. Bıçağı almaya çalışırken yanlışlıkla ikisini birden yaraladım diyorsun.” dedi. Coşkun, “Evet… Ben zaten koku satıyorum. Buralı bile değilim.” Biletini göstererek, “Bu gece Kars’a gitmek için de biletim var, onun vaktini bekliyorum.” Sonra Metin’in kartvizitini uzatıp, “Sabah Metin Çınar Bey ile Ankara’dan geldim. Arayıp teyit edebilirsiniz.” dedi. Polis, “Dediklerin doğru olabilir. Ama bir anlık öfkeyle adamları bıçaklamadığın manasına gelmez. Bunun için yaralananların ifadesi alınacak. Şimdilik nezarethanesindesin.” dedi. Coşkun baktı iş ciddileşiyor, “O zaman bir telefon açayım.” dedi. Coşkun, içinden “İnşallah meşgul değildir,” dualarıyla Metin’i aradı. Karşıdan, “Aradığınız kişi şu anda başka bir görüşme yapıyor…” anonsu geliyordu. Parmaklıklar üzerine kapatılıp kilitlenince, şimdiye kadarki yalnızlıklarının yalnızlık, çaresizliklerinin çaresizlik olmadığını anladı. Üstelik işlemediği bir cürmün suçlusu ilan edilmek üzereydi. Bu yaşına kadar işlediği suçların haddi hesabı yoktu. Ama hiçbirinde yakalanmamıştı. Şimdi kavgayı ayırıp iyilik yapmak için müdahil olduğu olaydan dolayı içeri girip hapis yatacaktı. Divana benzer tahta oturağa oturup, “Buraya kadarmış… Gerçek ailem, kendimle ilgili bütün hikâye buraya kadarmış.” dedi. Bedeni bütün hazlara ve hayallere kendisini kapatıp hissizleşti. Zaman ilerledikçe ise daralıp çıldıracak gibi oldu. Bir yandan da sıkıştığını hissetti. Gece karabasanlar bastığında avazınız çıktığınca bağırırsınız ama sesiniz çıkmaz, kimse size yardımcı olamaz ya; işte o an Coşkun da aynı haldeydi. Kendisini yok hükmünde hissetti. Tekrar tahtanın üzerine sıkışıklığını unutmak için çömelmiş vaziyette otururken başını da dizlerinin arasına aldı. Hani o iğne deliğinden geçen, insanların en açıkgözlerini bile tatlı sözleriyle esiri yapan Coşkun neredeydi? “Ben” dedi. “Ben, ben…” diye tekrarlarken, “Ben ne kadar acizmişim. En ufak insani ihtiyacımı gidermek için bile izin almam gerek…” dedi. Başını kaldırıp karşıdaki kararmış duvara bakınca nefsinin zulmetini gördü. “Benim sandığım, güç verdiğim her şey Allah’ındır. Benim dediklerim O’na hizmet ettiği müddetçe ben benim, yoksa ben zalimim… Yeteneklerine haddinden fazla güç ve anlam yükleyip kendisini Yaradan’dan, Hâlik’ten müstağni görmek en büyük mahkûmiyetmiş… Ben ben değilim. Hiçbir şey yok, yalnız Allah var. Ben de yokum. Allah’ım, ben Sana iltica ettim. Beni halas eyle.” dedi. Kulaklarında tanıdık bir ses yankılandı. “Kapıyı açın memur bey. Suçsuz; savcılık bıraktı.” Bu Metin’in sesiydi. Özgürlükle mahkûmiyet arasındaki o demir kapı bu kez gürültüyle açıldı. Heyecanlı bir şekilde önce Metin girdi. Metin, Coşkun’a eliyle göstererek, “Fehmi Bey buranın en iyi avukatıdır. Cevapsız aramayı görünce hemen aradım. Sağ olsun polisler durumun hakkında bana bilgi verdi. Ben de Fehmi Abi’ye ulaştım. Kendisi güvenlik kamera görüntülerini hızlıca temin etti. Onlar yetmesine rağmen diğer iki kişinin de ifadesini aldırmayı başardı. Senin suçsuzluğunu ispatladı.” dedi. Coşkun elini sıkıp, “Allah razı olsun. Çok teşekkür ederim.” dedikten sonra çıkışa doğru beraberce yürüdüler. Karakoldan çıkıp birkaç adım atmışlardı ki bir genç elini uzatıp, “Abi yol parası” dedi. Coşkun ile isteyen, göz göze geldiler. “Allah’ın verdiklerinin Allah ile arasına girip, Allah’a karşı bir ben, menfi benlik inşa etmesi asıl fakirlik, yoksulluk ve kaostu. Ben bütün gücümü O’ndan alırken, O’nun önünde secdeden mutluluk duymak, O’nun yolunda feda olmak, feda etmek en büyük şeref değil miydi? Benlikten vazgeçerken acıyı, acıları zerrelerine kadar hissetsen de, sevdiği yolunda vazgeçmenin verdiği haz hepsini unutturuyordu. Tereddütsüz cebindeki bütün parasını verirken, avukat hamle yapıp elini tutmaya çalışsa da başaramadı. Avukat, “Tanıyor musun?” diye sordu. Coşkun, “Tanıdığım biri bu hâle düşmüş ve benim haberim yoksa vay benim hâlime.” dedi. Birkaç parça eşyası, koku sandığıyla Coşkun kaçan otobüsün biletini çöpe atarken, “Bizim Kars yolculuğumuz da mecburen ertelendi.” dedi. Metin, “Artık sağ salim seni Kars’a bırakmak bana şart oldu.” Gülerek, “Yoksa Ankara dönüşü Alim Baba benden çorba yapar.” dedi. Fehmi ile vedalaşıp ikili bu kez Kars’a gitmek için yola koyuldular. Sabah sekiz gibi şehre girerlerken, gerçek ailesi hakkında onlara giden yolda bir şeyler öğrenebilecek olma ihtimaliyle Coşkun’un içi kıpır kıpırdı. Hızlıca kahvaltı yaparlarken Coşkun’un gözü hep saatteydi. Metin, “Gardaşım, içerde sana ne oldu da böyle aceleyle yemeye başladın?” dedi. Coşkun, “Hayatın kısa olduğunu anladım. İşleri yarına bırakmamak gerek.” dedi. Saat dokuz gibi New Life Hospital hastanesine doğru yola çıktılar. Yol boyunca reklam panolarında eski başhemşire Sude’nin yaptığı kreşlerin açılış ilanları vardı. “Hayırsever hemşehrimiz Sude Bezirganoğlu’nun yaptırdığı beşinci kreş açılışı” yazıyordu. Metin, New Life Hospital hastanesinin ana girişine yanaşıp durdu. Coşkun vedalaşmak için elini uzatırken Metin arabadan inince Coşkun da indi. Metin yanına kadar gelip sıkıca sarılırken, “İstersen işlerini bitirene kadar yanında kalayım.” dedi. Coşkun, “Her şey için teşekkürler. Beni nezarethaneden çıkartıp buralara kadar yoruldun. Daha ne isteyebilirim ki. Hakkını helal et.” dedi. Metin, “Ne demek, biz seninle kardeşiz… Her zaman, her yerde bir ‘alo’ demen yeter,” dedi. Metin arabasına binip giderken Coşkun içi hoş, gözlerinde birkaç damla yaşla arkasından el salladı. İhtişamlı hastanenin açılan otomatik kapısından içeri girdi. Her yer pırıl pırıldı. Danışmaya yaklaşıp başıyla selam verince görevli kız gülümseyerek nazikçe, “Hoş geldiniz. Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Coşkun, “Sude Hanım ile görüşeceğim.” dedi. Kız telefonun ahizesini eline alırken, “Kim diyelim?” dedi. Coşkun, “İstanbul’dan Coşkun Artçı.” dedi. Kız, “Alo Feride, canım, Sude Hanım ile İstanbul’dan gelen Coşkun Artçı Bey görüşmek istiyor. Tamam,” dedi. Telefonu kapatıp ayaktaki hastane logosunun bulunduğu mor tişörtlü, gri pantolonlu kıza, “Ayla canım, beyefendiyi Sude Hanım’ın makam katına çıkartır mısın?” dedi. Kız ile Coşkun asansöre bindiler. Kız “Yönetim” yazılı en üstteki on ikinci kat düğmesine bastı. Gerginliği, sabırsızlığı yüzünden okunan Coşkun sakin olmaya çalışıyordu. Kata gelince açılan kapıdan önce kız indi. Sağlık, Muhasebe, Satın Alma, Medya-İletişim, Personel, Başhekim, Müdür yazılarını geçip “Yönetim” yazılı kapıdan içeri girdiler. Kız, “Ferideciğim, Sude Hanım’ın misafiri…” dedi. Sekreter sandalyeyi gösterip, “Buyurun oturun, ben haber vereyim.” dedi. Telefonu kaldırıp, “Alo Sude Hanım, İstanbul’dan gelen misafiriniz geldi.” dedi. Telefonu kapatıp, “Biraz bekleteceğiz. Bu arada ne içersiniz?” dedi. Coşkun, “Su… Su içerim.” dedi. Kız, “Abla, misafirimiz için bir su getirir misin?” dedi. Coşkun beklerken odayı şöyle alıcı bir gözle baktı. İçinden, “İyi para harcamışlar.” dedi. Sonra ahşap kapıya baktı; gerçek ailesiyle arasındaki tek engel belki de artık bu kapıydı. Artık bu yolculuğun da sonu gelmişti gibiydi. Su tam önüne bırakılmıştı ki çalan telefona bakan sekreter eliyle kapıyı gösterip, “Buyurun, Sude Hanım sizi bekliyorlar.” dedi. Coşkun şöyle bir kendini topladı, boğazını temizledi. Ahşap kapıyı tıklatıp içeri girdiği an hayal kırıklığına uğradı. O lüks dizaynın aksine bu oda adeta ikinci elden alınmış mobilyalarla doluşturulmuştu. Uyumsuzluk ise insanı boğuyordu. İnsanı asıl boğan ise odanın parasızlıktan değil, cimrilikten böyle döşenmiş olmasıydı. İçinden, “Hurdacı Güven Abi’nin yazıhanesi daha iyi.” diye geçirdi. Her şeyi bir kenara bırakıp karşı masada oturan bakımsız beyaz saçları, kuru kara kadına doğru yürürken o da başını tabletinden kaldırdı. Coşkun’a bakıp, “Evet, size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi. Coşkun artı bir şok daha yaşıyordu. Anadolu insanının dillere destan misafirperverliğini beklerken, kendisine güler yüzlü bir “Hoş geldin.” bile denilmemişti. Coşkun sağına soluna bakarak oturmak istediğini hissettirdi. Sude, soğuk bir şekilde karşısındaki en uzak ayakta zor duran ahşap sandalyeyi gösterdi. Coşkun sakin, anlaşılır cümleler kurarak, “Ben İstanbul’dan geliyorum. Ankara’da sizin de bir zamanlar hemşirelik yaptığınız hastanede üç haziran iki bin üç cumartesi günü doğmuşum. Ama gerçek ailemden alınıp Suat Artçı’ya verilmişim. Bunca yıl bu gerçek benden saklandı. Suat Artçı ölüm döşeğine düşünce vicdanına gelip gerçeği bana anlattı. Ama aileme dair hiçbir bilgisi yoktu. Ben de gerçeğin peşinde buraya kadar geldim. Sizden bu konuda yardımcı olmanızı bekliyorum. Nasıl olacak derseniz, o dönemde çocuğu ölen hatırladığınız kimler var? Mikro ölçekte bir ipucuna bile bana ışık olacak, belki de hayatımı değiştirecek.” dedi. Sude en ufak mimik olmadan, o merhametsiz, soğuk bakışlarıyla, “Evet, o hastanede başhemşire olarak da hizmet ettim. Birçok bebeğin doğumuna girdim. Ailesine müjdeledim. Ölümleri ise pek hatırlamam ama arşivden ulaşabilirsin.” dedi. Coşkun, “İnceleme yapmaya izin vermiyorlar.” dedi. Sude umursamaz bir şekilde, “Üzgünüm, benim de zihnimde sana verebileceğim bir cevap yok.” dedi. Coşkun, “Biraz düşünüp kendinizi zorlasanız belki önemli bir aile, acısı, ahı gökleri inleten gözü yaşlı bir anne…” derken Sude, “Delikanlı, azmini takdir ediyorum. Ama ben sana yardımcı olamam.” dedi. Bu cevaba rağmen Coşkun ısrarcı olacaktı ki Sude atağa geçip bastıra bastıra, “Baban ya da baban bildiğin adam kendi ağzıyla anlattı diyorsun. Belki siz teşkilatsınız; insanları dolandırmak için, aslında sizin çocuğunuz ölmedi, benim diyerek mal varlıklarına çökmeye çalışıyorsunuz. Üstelik bir de benim gibi saygın birinin ismiyle beraber ilim, şifa yuvası hastanenin de adını kullanarak yapacaksınız. Varsa bir derdiniz, kanıtınız polise gidin.” dedi. Coşkun’un çalıştığı, tanıdığı suçluların, onların ağababalarının bile bir sınırı, korktukları bir yer vardı. Bu kadının ise kanunları yazanlardan daha iyi kanun bilen, sınırlarını menfaatleri için çekinmeden aşabilen büyük bir organizasyona dahil olduğu belliydi. Kesinlikle kendisiyle ilgili bildiği bir şeyler de vardı. Ama ağzından laf almanın yolu konuşup ikna etmek ya da kurumuş vicdanının devreye girip bilgi vermesini beklemek boş hayaldi. Coşkun o an bu yolculuğun gerçek ailesini bulma değil, kendini tanıma, bulma yolculuğu olduğuna kalben mutmain oldu. Hedefine ulaşmak için vardığı her yerde resmin eksik parçası tamamlanıyordu. Anlaşılan oydu ki daha çok eksik vardı. Yolculuğa devam etmeliydi. Coşkun emaneten, eğreti oturduğu sandalyeden kalktı, birkaç adım atıp yüreğini soğutmak için kadına bakıp, “Belki hakikatleri kıyamet gününe kadar karanlıkta bırakmaya gücünüz yeter. Ama gücünüzün sizi de karanlıklara hapsetmesine engel olamayacaksınız.” diyerek kapıdan çıktı. Sude ise çekmecesinden eski tuşlu bir telefon ve hat çıkartıp arama yaptı. Karşıdan gelen ses gayet neşeliydi. Meral, “Ooo Sude hanımcığım, bu aramayı neye borçluyuz?” dedi. Sude soğuk, tehdit edici bir şekilde, “En büyük rakibin Doktor Yahya’yı saf dışı bırakmak için çingenelere verdiğimiz oğlu, gerçek ailemi arıyorum diye buraya geldi.” dedi. Meral ciddileşip, “Nasıl olur? Müdürüm söyledi; iki üç gün önce de ben yokken buraya gelmiş. Hiçbir bilgi verilmeyip kapı dışarı etmişler. Size nasıl ulaştı, inanın bilmiyorum.” dedi. Sude, “Demek ki artık o makamı boşaltma zamanın geliyor.” dedi. Meral, “Müsterih olun; merak duygusundan ebediyen kurtulacak, merak etmeyin.” dedi.
Coşkun hayal kırıklıkları içinde parkta bir banka otururken yan tarafına da koku sandığını koydu. Daha altı gün öncesine kadar sınır tanımaz bir hırsız, cepçiydi. Allah tövbeye kapısını açınca, “Sebat edemem, ortam beni bozar, tutamaz mıyım?” diye düşünüp kaçarken başka bir aileye, kültüre ait olduğunu öğrendi. Allah’a tövbe edince, Arif Bilmez, Alim Bilgin, Metin Çınar, Yolcuzade Konağı’ndaki Allah yolunun yolcusu güzel dostlar ikram edildi. Kendi yolunu açarak dostluğunu hissettirdi. Peki ya koku satmak için girdiği yerdeki insanlar, özel seçilmiş tipler neyin nesiydi? Kimisi esnaftan konu açıp mevzuyu siyasete, hükümete, devlet, millet meselelerine getirmeyi başarmıştı. Bazısı ise inanç, iman meselelerinden başlayıp koku almanın itikadına ters olduğunu sefil bir dille anlatmıştı. Hele hele dakikalarca kokuları anlattırıp sıcakkanlı davranıp alacakmış izlenimi verip, almayan ümit kırıcılar ise tam sopalıktı. En akılcı konuşanlar da, “Oğlum, gençsin, yakışıklısın, bu iş seni geçindirmez. Hayat kuramazsın, başka bir sektöre geç.” diyenlerdi. Zorlansa da sabırla sebat edince Allah, Olcaytuğ üzerinden kapılar açmıştı. Nezarethanede ise dört duvar arasında bedeni acılar çekse, yoksunluklar yaşayıp daralsa da, dökülen günahların zulmetlerinden, kirinden arındıkça ruhunun özgürleşmişti. Bugüne kadar “özgürüm” diyerek bedenin ve nefsin her arzusuna ulaşması aslında ruhun esaretine vurulan birer kilitmiş. İnsan nefsin, bedenin arzularını zaptedebilmeye başlayınca, asıl o zaman hür oluyor. Ruh aşığı olduğu Rabbine yaklaşıp kavuştuysa bir orada rahat ediyordu. Şimdi başa tekrar İstanbul’a dönüp yeni baştan başlamalıydı. Hiç ama hiç parası kalmamıştı. Koku sandığına baktı. Kulpundan tutmak için elini uzatırken, “Hadi bakalım iş başına.” dedi. Cansız sanılan sandık nazlanıyor, bir şeyler anlatmak için yerinden kalkmıyordu. Coşkun, “Hadi ama canım, nazlanma…” dedi. O aldığı feyzlerle birlikte hissettiği kuvvetli nisbet kokuları aslında koku değil, sanki birer bilgiydi. Ona, “Senin işin koku satmak değil, maneviyatın tezahürü olan nisbet kokularını yayıp sinelere nakşetmek,” diyordu. Bu saatten sonra kâinat dile gelse şaşmazdı. Gülümseyerek, “Alim Ustam sen çok yaşa emi… Demek bunun içinmiş… Koku satmak işin zahiri, batını ise bunu idrakmiş,” dedi. Sandıktan ayrılma zamanı gelmişti gelmesine ama emaneti kime, nasıl ulaşacaktı? “Bismillah” çekip dükkân dükkân vakur, muhabbetle dua niyetiyle, “Koku, gönüllere ferahlık, ruha şifa veren kokularım var.” diyerek dolaşmaya başladı. Büyük bir beyaz eşya dükkânının önünde durdu. İçeri gireceti, otomatik kapı açılmayınca geri dönüp yan tarafa girecekken elli yaşlarında, saçları kırlaşmış, yanakları sevimlilik veren hafif tombul, mütebessim bir adam reddi imkânsız samimiyet ve sevecenlikle, “Muhterem, dükkânımıza teşrif etmez misin?” dedi. Coşkun bu kibarlık karşısında müşteri zannedilme hissiyatıyla gayriihtiyari, “Güzel kokulara talip isen gelirim.” dedi. Adam, “Her güzelliğin meftunuyum.” dedi. Model model, marka marka televizyonların, beyaz eşyaların, küçük ev aletlerinin arasından geçip merdivenlerden çıktılar. Asma kattaki şark usulü döşenmiş, duvarlarında Kâbe, hat yazıların bulunduğu ofise girdiler. Adam elini uzatıp, “Benim adım Mecnun, hoş geldiniz.” dedi. Coşkun elini sıkarken, “Ben de Coşkun.” dedi. O sırada on üç yaşlarında yakışıklı, atak bir genç çay, simit, bal ve meşhur Kars kaşarıyla dolu bir tepsiyle içeri girip önlerindeki sehpaya tepsiyi bıraktı. Mecnun ise koku sandığına bakıp, “Bunu bana satar mısın?” dedi. Coşkun mütevekkil bir şekilde, “Olur.” dedi. Mecnun, “Sence de uygunsa on bin lira takdim edeyim.” dedi. Coşkun, “Uygundur.” deyince hemen kasasından miktarı çıkartıp bir zarfa koydu ve uzattı. Gence bakıp, “Hadi bakalım Şaban evladım, artık kendi işin var. Bu emeklerinin karşılığıdır. Gerisi sana kalmış.” dedi. Şaşkın ve sevinçli Şaban, “Allah razı olsun Mecnun Ustam.” dedi. Mecnun ise ona sarılıp, “Şaban adını, Mürşid-i Sakaleyn olan büyük Allah dostu Pir Şaban-ı Veli Hazretlerinden alır.” Coşkun sandığı Şaban’a verip, “Eee Şaban, ilk müşterin ben olayım. Bir misk-i amber isterim.” dedi. Genç biraz yadsıyıp zorlansa da çok akıllıydı ve eli de çevikti; hemen hazırlayıp Coşkun’a uzattı. Coşkun kokuyu alırken, zarfın içinden yedi bin lira çıkartıp uzattı, gözlerini içine bakıp, “Bereketli olsun.” dedi. Kendini tanıma, kim olduğunu bulma yolculuğu her bir son durağında, “buldum” deyip bitirdiğini zannettiğinde aslında yeniden başlayan, insanı sonsuzluğa taşıyan asil bir yolculuktu.
Devamı gelecek ay…