Bir dosta bir zamanlar sağanak gibi vesveseler gelmişti. Kendisi böyle ifade ediyor. Ama ne imani bir sorunu vardı ne de kafası karışıklar zümresindendi. Yine de dillendirme ihtiyacı hissetti. Nedir bu yahu dedi. Kendisiyle kadim dostluğumuza dayanarak hep bireysel olarak düşüncelerimizi bölüşürdük:
“Bazen insan zihnine sağanak gibi vehimler, vesveseler olur. Her şeyi sorgular… İnsan zihnine yağar da yağar… Bu sorulara cevap verirken âlim olanlar dahi var. Ama amaç cevaplamak değil. Bütüncül düşünen insanlar bu soruları ciddiye almazlar. Konuya irfani bir pencereden bakarlar. Çünkü bu konu öyle çözülmez. Çok feyz alanlar bu vesveseleri hiç sallamazlar. Çünkü engin bir huzuru yaşarlar. Eh, ne de olsa ne zihnimiz ne ruhumuz huzursuzluğu kaldırır! Böyle durumlarda manevi yardım beklemek en doğrusu diyelim. Belki bazıları da meşrep meselesi. Ama her hâlükârda insan zihninin bir işleyişi ve kalbin bir huzur arayışı var.
Allah Teâlâ’nın insanların her haline her an vakıf olması konusunda kalben itminan olduğun an aslında her şey yolundadır. Bu büyük bir huzur halidir. Çektiğin çileleri gören ve bilen hatta veren ve zamanı gelince alan müteal, aşkın bir varlıkla duygusal bağlar kurmak çok ama çok önemli… “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin.” (Bakara, 2/153) ayeti, çekilen çilelerde nereden ve nasıl yardım isteneceğini gösteriyor. Çileyi veren yol gösteriyor ve sen de senin her haline O’nun (c.c.) vakıf olduğunu düşünüyorsun. Yine aynı şekilde “Sabır imanın yarısıdır.” (Kütüb-i Sitte, 9/538) hadis-i şerifiyle dertlerinin sabır ile imanını artıran bir sınanma biçimi olduğunu anlıyorsun. Böyle amel etmekle de Allah’ın (c.c.) senin her haline vakıf olduğunun bir iman meselesi olduğunu anlıyorsun. Böylece imanın insan zihninde var ve yoklardan oluşan zihinsel düalizme verilen cevaplardan oluşmadığını, aynı zamanda Allah ile kul arasında kulluğa dair bir yaşama ve eyleme biçimi olduğunu anlıyorsun… Böylece imanın “kalp ile tasdik” boyutunu canlı canlı yaşıyorsun. Çünkü iman kalptedir. Tanım olarak da iman, “kalp ile tasdik, dil ile ikrardır.” Allah’a, meleklere, peygamberlere, kitaplara, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna dair iman esaslarımız arasında bizzat görmek yoluyla Peygamberler ve Kitaplar bizim için görünür kılınmıştır. Çünkü Kitab’ı bizzat okur, Peygamberin de yaşadığını biliriz. O devirde yaşayanlar da bizzat görmüşlerdir. İmana dair akla gelen günübirlik soruları ise akıl üretir, ama en sonunda huzur ve itminan olarak bu soruların üstesinden kalp gelir. Çünkü aklın meçhulden payı vardır. Sürekli bilinmeyene öykünür. Akıl olduğu gibi bir de akıl oyunları var… Ah akıl oyunları ah!.. İnsan, böyle durumlarda imanının gelip gittiğini zanneder. Ama iman akla gelen bir vesveseyle hiçbir yere gitmez. Ve imanın asıl mekânı ve mahalli, kalptir. Akla gelen vesveseler ise imanın kemalindendir. İnsan zihninin, var olan doğruyu koruma refleksi diyelim. Bu nedenle imanlı insana ancak ters yönde vesveseler gelir. İmanın gerçek mahalli kalp olduğundan, İslam âlimleri imanı, “kalp ile tasdik” tanımıyla kalbe tasdik ettirirler. Çünkü meşhur ifadeyle aklın meçhulden payı vardır. Kalp ise aynı zamanda bir huzur ve itminan mekânıdır. İmani tatminlerimizi kalpte yaşarız. Üstelik insan zihninin çağrışım kanunları dediğimiz işleyiş biçimi, otomatik düşünceler gerçeği, vehimlerimiz, hayal gücümüz hep zihnimizde dolaşır durur. Kimi sudaki saman çöpü gibi akar gider, kimisi saçma bir şekilde fikr-i sabite döner, ama bu sağanaklara aldırış etmediğimizde hepsi kaybolur gider. Zaten bir gerçekliği yoktur… Bazı büyükler bunları yılanın ya da ateşin aynadaki görüntüsüne, (ne ısırır ne yakar), bazen de hayal gücü olarak elimizle güneşe dokunmaya benzetirler. Hatta kirli bir menfezden ya da borudan güzel bir gül bahçesine bakmakla o güzel manzaraya gölge düşmeyeceğini söylerler. Hepsi de hükümsüz hükmündedir. Hiçbir sorumluluğu ve vebali yoktur. Peki nefis ya da şeytan yok mu, hatta melek yok mu? Yani bunlardan kaynaklanan düşünceler zihnimize bir sağanak gibi yağamaz mı? Bu anlatılanlar ne nefis ne şeytan… Şunu unutmamak lazım ki, “nefsimiz başka, biz başkayız”, şeytan ise dışımızda bir antite… Gerçek mi, hepsi gerçek ama kafa karıştırmaya, gönül bulandırmaya gerek yok. Hakikat yolcusunun hedefi zaten belli, niyeti belli… Kırmızı çizgileri belli… Bu nedenle hiçbiri gerçek manada kalp huzurumuza gölge düşüremez.
Yaşanacak şeyler yaşanır ve bizler hikmetlerine tam vakıf olamayız. Bize bakan cephesiyle dersler almak ise gayet mümkün… Kalbin itminanı konusunda niçin Hz. Peygamber (s.a.v.) Miraç’a çıkartılır ve niçin, Hz. Musa Allah’ı (c.c.) görmek istediğinde dağda gördüğü tecelli ile bayılır ve ayılınca “İman edenlerin ilkiyim.” der ve daha güçlü bir itminanla ayılır… İnsani boyutuyla dersler almak lazım… Sahabeler için “O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Cum’a, 62/2) ayeti vardır. Çünkü aslolan kalbin itminanıdır, nefsin tezkiyesi, kalbin tasfiyesidir… Ve bu konuda da tedricen eğitim esastır.
Geçmişte yaşanmış bazı olaylar, bugünün anlamsal çekirdeklerini içinde barındırabilir. Çözüme katkı sağlayabilir. Mesela aklına uç günah düşüncesi gelen makam sahibi bir dervişe, şeyhi “Ben sende bunun olduğunu biliyorum ama asla yapmayacağını da biliyorum.” der. Yani dervişi fiilî ve amelî bir alana sevk ediyor ve “asla yapmayacağını biliyorum” diyor. Bu, insanın iç dünyasına dair ilginç bilgilere kapılar açan müthiş bir tespittir. Ama güzel bir açıklamayı da fazlasıyla hak eder… İnsanın içinden geçen her şey insanı temsil etmez. “Uç günah talepleri” dahil bu böyledir. Yeter ki fiiliyata dökülmesin… “Nefsim başka, ben başkayım.” diyerek ve irade anlamında mücadele ederek o düşünce ile yollarını ayırırsın…
Ve yine tüm bu nedenlerle insan, ateistlerin bütün saçma sorularına cevap vermeye kalkmaz. Dolu soru üretebilirsiniz ama bunların çoğu insanın kendine ait sorunlar değildir. Ama sana yine de yaşatırlar. Oradan da ayrı bir kültür ajandası elde edersiniz. Ateist sorgulamalar da dahil olmak üzere tüm bunlar aslında insanın Allah’ı tanıma gayretinin emareleridir. Bazı komik sorular zaten gündem dışı… İnanan bir insan, özellikle namaz kılarken nasıl bir zat ile muhatap olduğunun farkında olması gerekir. Anlama çabalarımızla, mesela astronomi ile kozmoloji ile, evrene dair bir şey okuduğumuzda hayret ufkumuzu zorlayan bir sanatı düşünmüş oluyoruz. Ama ne kadar düşünürsek düşünelim, Allah’ın zatını düşünemeyiz. Çünkü buna gücümüz yetmez. Allah da (c.c.) “Benim zatımı düşünmeyiniz.” buyuruyor. İnsanın gücü buna yetmez. “Yarattıklarımı düşünün.” diyor. Yarattıklarını düşündüğümüzde de beynimizin içine sığacak bir şey gibi değil. Bu durum da hayretimizi aralıksız kamçılıyor. O yüzden, ne alacaksan, her şey namazda kilitli gibi görünüyor. Namaz sıradan bir eylem değil yani. O yüzden hakikatin hakiki arayıcıları 24 saatlerini Allah ile geçirmeye çalışırlar. Yani görüp gözlemlediği, bildiği ve bilemediği her şeyi Allah (c.c.) ile irtibatlandırarak yaşarlar. Yaptığımız şey aslında, gayriihtiyari O’ndan bağımsız bir alan olamayacağını bildiğimiz için o kuşatıcılığın altında her şeyi öğrenmek ve bilmek isteği… Allah’ın zatının var olduğunu ve büyüklüğünü hissettikten sonra peşinden koştuğumuz bir şey bu. Düşünce dediğimiz fikir çilesini güzel kılan şey de bu işte. Bu da Allah’a (c.c.) yaklaşma arzumuzdan kaynaklanıyor. Düşünce çilesini, başka türlü açıklayamayız. Keşke ateist bir adam da bunu aynı şekilde soruyor olsaydı… Dolayısıyla ateistlerden farkımız bu. Hz. Musa niçin Allah’ı görmek istiyor? Peygamber değil mi? Peygamberliğinden emin değil mi? Emin… Neden görmek istiyor? Kalbim mutmain olsun diyor. Bizim gibi insanlar için mutmain olmak “zikirle” ilgili. Cennete gitmek lütfedilen insan ilk önce Allah’ın cemalini görmek isteyecektir. Dolayısıyla bu, yani akıldaki sorular, sorularla birlikte gelen çile, güçlü bir inanç tezahürüdür. Aslında istediği şey, Allah’a güven ve eminlik hissi… Sevildiğini bilmek… Tüm vesveselerin üzerinde bir şey. Bu konu, insanın kendini sorularla sorgulamasının çok çok üstünde bir şey. Belki şeytan seninle ilgili son oyunlarını oynuyordur. Ama her şey Allah’ın takdiri ve lütfu dairesindedir. Allah (c.c.) da dilediğine kendini zikrettirir derler. Allah’ın muradı noktasında konuya yaklaşacaksak, Allah (c.c.) insana ne kadar çok değer veriyor şeklinde yaklaşmak lazım. Kaçınılmaz bir biçimde melekler Allah Teâlâ’nın varlığını çok iyi bildikleri halde, insan meleklerden üstündür deniliyor.
Bazı şeyler vesvese bile değildir. Bazı büyüklerdeki ilahi aşkın sebebi ne olabilir? Allah’ı daha çok hissetme arzusu olabilir. O büyüklüğü, azameti, merhameti, bilinemezliği hissetmek… Sen şimdi Allah Teâlâ’nın DNA’yı nasıl yarattığını nereden bileceksin, kâinatı yaratırken nasıl bir yol izlediğini nereden bileceksin? Hz. Peygamber (s.a.v.) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gidiyor, sonra göklerde yolculuk yapıyor. Peygamberlerin makamlarını görüyor. Döndüğünde hâlâ ibriği sallanıyordu. Bu dahi düşünen insanı tepetaklak edecek bir şey. İnsan demez mi; “Yahu, İslam neler söylüyor?” Önce “Böyle şey olur mu?” de, sonra “Bu olmuş zaten.” de… Sonra da nasıl olduğuna bakmaksızın “Bu müthiş bir şey.” de ve bırak… İman et, oradaki müthişlik ve olağanüstülüğe…
Yani Allah’ın büyüklüğünü layıkıyla hisseden bir insan vesvese bataklıklarında kendini boş yere hırpalamaz… Küçük bir çocuk soruyordu; “Bulutları kim mavi yapıyor amca?” diye… Onun masum kalbi bile doğru sorular sorarken, insanoğluna ne oluyor? Akıl sadece beş duyumuzla yakaladığımız şeyler hakkında kolay düşünür. Onun üzerinde sorgulamaya gittiğinde müteal, aşkın ve metafizik bir alana girer. Neden? Çünkü işin doğası gereği böyle. Çünkü elle tutulur somut bir şey değil ki… Ama her şeyiyle hissettiğimiz aşkın varlık… İman gaybîdir deniliyor. Görünmeyene iman ediyorsun… O yüzden Firavun’un son nefeste yaptığı iman kabul edilmiyor. Çünkü bizzat müşahede edilecek bir âleme geçiyorsun, imtihan bitti deniliyor artık. İman çok kıymetli demek ki. Çünkü gerçek, zahir beyan olduğunda sınav da bitmiş oluyor. İnsan aklı ve kalbi, dünyada iken bu işe iman etmeye yetmeseydi, Allah Teâlâ böyle yapmazdı. Demek ki insanın aklı ve kalbi bir arada bu işleri çözmeye yetiyor… Aklın bittiği yerde kalbin sınırlarında gezip içeri girersin… Bu da akleden kalptir… Zikir burada çok özel bir öneme sahip… Zikirle tabir yerindeyse Allah Teâlâ’nın kapısını çalıyoruz. Bir gün ne oluyor? O kapı açılıyor. Anlık bir değişim… Bazı gecelerde bir uyanıyorsun ki, makaleler yazmışsın kafandan… Not alabildiklerin bir kâğıda dökülüyor, alamadıkların ne olacak?.. Biraz dinlenince rahatlıyorsun ve tıkır tıkır bir şeyler ilham oluyor… İnsanın tahayyülü var ama olmayan bir şeyi anlatamaz ki… Orada da mutlaka yapılmış bir operasyon vardır. İnsan her daim böyle bir maneviyattan faydalanabilir. Bir insanın bütün hareketleri derli toplu ve konuşunca da hikmetten konuşuyorsa bu asla ama asla tesadüf olamaz. O insanın Allah Teâlâ’yı bir tanıma biçimi, Allah’ın (c.c.) ona bir anlatma biçimi vardır, başka türlü olmaz… Dikkat buyurun biz de aynı Allah’ı tanımaya çalışıyoruz ama perdeler ne kadar açılır, bilemeyiz… Mesela şu an bizler karşılıklı konuşuyoruz ve Allah Teâlâ ikimizin bu konuşmasını biliyor ve duyuyor. Bundan daha kıymetli bir şey var mı? Burada eriştiğin hissiyat, bir şeyler okumakla erişilecek bir şey mi? Sonuçta yazanlar da senin gibi bir insan… O halde, Allah’ın varlığını hissedebilmekle alakalı bir şey bu… Baktığın her yerde moleküller var, atomlar var, DNA’lar var, içinde canlılığın olduğu su var… Ayrı ayrı, yaratılmış müthiş bir düzen var, üstelik bunlar her an üzerinde tasarrufta bulunmadan ayakta duracak ya da düzenini devam ettirecek yapılar değil… Allah Teâlâ’nın buradaki müthiş tasarrufunu görüp, sen nasıl bir zat ile muhatapsın diye düşünmek lazım… Bundan daha büyük bir güç, kuvvet, kudret olabilir mi? Kendine gel yahu, Allah en büyük derken riya mı yapıyorsun? İçini dolduramadığın bir laf mı bu!.. Namazda kimin huzurundasın, peki namazın dışında kimin huzurundasın??? Kendini biraz daha ciddi düşünmeye, dünyada olmanın ya da dünyevileşmenin getirdiği şeylerden uzaklaştırmaya çalışıp ve bize yansıyan, bizde husule gelen bir hakikatin, güzel şeylerin ancak Allah’ı hissetmekle mümkün olduğunu fark ederiz. Dolayısıyla binlerce cilt kitap okuyarak değil, bize Allah’ı daha çok hissettirecek şeylerin peşinden koşarsak, daha ahlaklı, daha hikmet sahibi ve Allah’ın muradına uygun bir yerde durmuş oluruz. Onunla ilişkimiz, irtibatımız yoksa bütün yaşadığımız şeyler sunilikten başka neye yarayabilir ki!.. Neye yarayabilir, koskoca bir hiç… Hz. Ali Efendimiz’in (k.v.) “İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” sözü çok manidardır. Yoksa, “Allah” deyince burnumuzun sızlaması lazım… “Allah” deyince her yerin yerinden oynaması lazım; şakası yok ki bunun… Şu an Allah bizi görüyor hissi en büyük sermayemiz… İnanın, ihlası elde etmek için yol ve usûl gösteriyorlar. Ama onun ötesinde bir şey var, insanın her hücresinde, derinlerinde her an seni var eden ve varlıkta tutan gücün ne denli muhteşem oluşu… Sen beyninin açılmasını istemez misin, istersin… Kalbinin açılmasını istemez misin, istersin… Aklının açılmasını istemez misin, istersin… Bütün bunları insana verecek olan şey, hakiki manada bu söylediğim şeylerden nasiplenmektir. Yoksa her şey ne kadar yapmacık, suni ve sahte kalır, yani aslından ve asıllarından uzakta… Maneviyat yedi harften oluşan ve kafamızda kavram olarak kalan şeyin ötesinde bir şey yani. Maneviyat, hissedilen bir şey. Bunu bizler, kelimelere döküp sağa sola anlatmaya çalışıyoruz. O kadar… Ama bu, maneviyatın kendisi değil ki… Ama kelimeleri kelamları da Allah yaratıyorsa, harfleri, Hz. Adem’e kelimeleri, eşyanın isimlerini öğrettiği gibi bize de her şey öğretiliyor ve öğrenmeye devam ediyorsak, bizler ancak Allah (c.c.) ile irtibatımız kadar ortaya bir şey koyabilir ve hatta ifade edebiliriz. Bilgi ve ilim dediğimiz şeyler, sonuçta Allah’ın (c.c.) ilim sıfatının yansımasıdır. Buradan da onları öğrenirsin… Yani 114 tane elementin ne olduğunu, integralin ne olduğunu, çekim kuvvetlerini, gezegenlerin birbirleriyle olan ilişkilerini, bunun ötesinde göklerin kaç kat olduğunu vs. düşünürsen, DNA’nın iç dizilimini keşfeden bilim adamının “Allah ile bu vesileyle yüzleştim.” dediği gibi, bu ancak hakikaten Allah’ı hissetmekle mümkün… Onu da Allah Teâlâ hakiki manada, bu yoldan gidenlere nasip etmiş… Ama bütün bunları hissetmemize engel, bizim nefsimiz olduğu için, buraları ancak bir zihin sıçraması ya da kalbî inşirahla aşınca, aştırılınca, Allah (c.c.) perdeleri açıyor demektir. İşte o zaman biz kulluğumuzu daha çok hissederiz, Allah’a daha çok sığınırız… Bu süreç, “ben kimim ki…” ile başlayan şey, senin sana kim olduğunu anlatan ama aynı zamanda “Allahu ekber” dediğinde de seni Allah katında O’nun muradına uygun bir kul haline getiren bir şeye döner. O sayede kalbimiz huzur bulur. Yoksa okuyup, yazıp çizdiklerimizle hiç kimsenin kalbi huzur bulmaz. Hepimize bu durum farklı boyutta yansır. Niye enerjiniz azalsın ki, yaptığınız işlerden dolayı saçlarınız mı döküldü, kaslarınız mı eridi!.. Bunların hepsi halledilebilir şeyler… Fakir olsak mı Allah’ı daha candan anardık yoksa trilyonların içinde yüzsek mi? Trilyonların içinde yüzerken hiç ama hiç Allah’ı unutmayan bir gayret ne kadar güzel olurdu… Yani bizim de itibar alanlarımız var ama Allah’a iman konusu itibari bir konu değil… İnsanın gerçekten adım adım “Ya Rabbi ne büyüksün…” diyerek yol aldığı bir konu… Bütün düşündüğümüz şeyler, kendimizi kandırmadan bu sorulara güzel cevaplar bularak aklını ve kalbini genişletiyorsa o sorulardan korkmamak lazım… Dolayısıyla bazı sorular aklıma neden geldi sorularının insana bir faydası yok… Belli değil mi neden geldiği? Vesveseyi bir yerde sonlandırmak lazım… Yoksa bir de “Bu hal miydi?” vesvesesiyle uğraşırsın… Başı yok, sonu yok… İnsan kendini yıpratmamalı yani… Ben -hâşâ- Peygamber olup da hiç küfre düşeni duymadım. Bu, kalbî itminanın ne kadar önemli olduğunu gösterir. Ama bir peygamberin yanında karısı ya da çocuğu farklı bir yere yönelebiliyor… Bu aradaki farktan bile korkmak ve ürkmek lazım… O nedenle, itiraf edelim ki bizler Allah’ı (c.c.) maalesef tanımıyoruz… Yani büyüklüğünün, ilminin, kudretinin maalesef pek farkında değiliz… Ama Allah (c.c.) hakikaten bizim tahayyül ve tasavvurlarımızın çok ötesinde, doğmamış ve doğurmamış, merhametliler merhametlisi bir Zat… Çok iyi bildiğimiz bir konuyu konuşuyoruz diye düşünme… Sen her seferinde iyi, doğru ve güzel düşünmekle Allah (c.c.) seni bir tık daha yukarı çıkartıyor. Zihin, duygu, halet-i ruhiye, hikmet, görgü, edep… Allah (c.c.) hepsini takviye ediyor. Ama dönüp bakıyorsun ki bedenin acizliklerle dolu… Aklına gelen gereksiz şeyleri de aklın acizliği gibi düşün… Bu kadar bilgiden sonra da o acizliğe düşmemek lazım… İyisiyle kötüsüyle hepsi gelip geçer… Sahabe-i kiram efendilerimiz, “Her anımız senin yanında gibi geçse…” diyorlardı Hz.Peygamber’e (s.a.v.)… Mesela ehlullahın, Allah dostlarının gazap konusundaki korkularının Şenel İlhan Beyefendi “tatlı bir vesvese” olduğunu söyler. Çünkü senin durduğun yer belli, yaptığın iş belli… Başka türlü yaşamak ve düşünmek mümkün olmayan bir yaşam tarzın var. Her tarafı kıllı bir adam göz göre göre kendini nasıl bir kılsız adam gibi düşünür. Her tarafın kıllı senin… Kıl var, tamam, güzel… Her tarafın maneviyat kılıyla kıllanmış… Kılı, maneviyat gibi düşün… Sen kendini kılsız bir adam gibi düşünebilir misin?
Bu düşünceler seni acziyete düşürmesin… Bunlar hep makam gibi. Çünkü kendi aklınla, aklını kontrol edemiyor gibi telaşlanıyorsun… Bu da tatlı bir vesvese işte… Sen, obsesif kompulsif kişiliğe sahip bir insan değilsin ki mübarek insan… Şenel İlhan Beyefendi’nin güzel bir sözü var, “Aklınıza ne soru gelirse gelsin, ‘Bunu Seyyidimiz halletmiştir.’ deyin ve rahatlayın.” diyor. Bunları keyfinden söylemiyor. Muhammed Raşid Hz., Seyyidimiz Şenel İlhan Beyefendi için “Çok akıl, çok akıl.” diyordu. Ne demek bu, aklınla bile bunları çözmüşsün diyor. Sen kalbini itminana kavuşturduğun gibi aklını da itminana kavuşturmuşsun anlamında… Ahiretin, Allah’ın rızasına ve cemalullaha talip olmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyorsun anlamında… Allah’ın (c.c.) insanda görmek istediği şey, kesinlikle obsesiflik değildir, yani insanın obsesif (takıntılı) olmasını istemez… Diyelim ki kalbini itminana kavuşturdun, aklın kaldı… Normalde kalbini itminana kavuşturmak daha zordur. Sen şimdi, kalbini belli düzeyde itminana kavuşturdun ama yine de aklını itminana çalışıyorsan, bu da olsa olsa bir tahkiki iman çalışması olur. Yani hakikat çeşmesinden doya doya içerken, öğrendiğin her yeni bilgiyle bir kez daha huzur bulursun… Bu anlamda hepimizin yolculuğu devam ediyor. Okuyoruz, araştırıyoruz… Neden başkalarının sorularına cevap vermeye çalışıyoruz? Burada bile bir merhamet var… Başkalarının sorularını ciddiye al demiş oluyoruz. Mesela tasavvufçular ateistler için “Onlar kendi kafalarındaki Tanrı’yı reddediyorlar.” diyor. Tanrı reddedilmez ki… Nasıl reddedeceksin… Normalde böyle adamı, kâinatı bir hikmet ya da tasarım deliliyle başka türlü açıklamak mümkün değilse, o adamın durduğu yeri şizofreni olarak değerlendirmek lazım. Ne demek bu? Gerçeklerden kopuk yani… Kayıkçı kavgası değil ki bu… Ateistin biri hava atıyordu… Ateist olmak hiç kolay değil diyordu… Yani neleri neleri reddederek ateist oldum diyordu… Aştığın yer daha güzel olsaydı keşke… Bu iyi bir itibar mı sizce?
O’nu (c.c.) tanıma yolunda yollar almak duasıyla…