Adaletten Vazgeçme / Ayşegül Hakverdi

 

61-adaletAdalet kavramı üzerine düşünürken, psikolojik bir rahatsızlık olan çoklu kişilik sendromu üzerine bir belgesel izledim. Yirmili yaşların sonunda yeni evli genç bir kadın. Bir anda karakteri değişiyor ve erkeğe dönüyor. Erkek pantolonu ve gömleği giyip dışarıya çıkıyor. Gecenin bir vaktinde geliyor. Eşiyle kavga ediyor. Sabah uyandığında hiçbir şeyi hatırlamıyor. Sonra bir an ufak bir çocuğa dönüyor. Bir takım olaylardan sonra tesadüfen psikiyatristin önünde gelişen bu değişim başta hafıza kaybı gibi görülen olayın çok başka boyutta bir hastalık olduğunu gösteriyor.

Bu genç kadının nasıl bu hale geldiği üzerine araştırma yapılıyor. Kadının çocukluğundaki dört yıllık zaman diliminin kayıp olduğu fark ediliyor. Kadın yavaş yavaş bu dönemleri hatırlamaya başlıyor. Annesiyle babası boşanan çocuk, annesinin ailesi istemediği için babasında kalıyor. Baba da çocuğu amcaya bırakıyor. Çocuk burada sürekli dışlanıyor. Aynı masada diğer çocuklarla yemek bile yiyemiyor. Misafir geldiğinde karanlık odalara kapatılıyor. Çocuk bu dönemi tamamen kapatıyor. Bu çoklu kişiliğin altından büyük bir trajedi çıkıyor.

Devam eden seanslarda bu dönemin ergenlik döneminde otaya çıktığı ama psikiyatristlerce anlaşılamadığı ortaya çıkıyor. Psikiyatristin, kadının bu karakterleri çıkartmasındaki analizi şöyle oluyor: O yaşlarda zihinsel ve fiziksel şiddette maruz kalan küçük kız kendini savunamayacak kadar küçük olduğu için alt benliğinde kendini ezdirmeyen, özgür, hatta ismi de özgür olan güçlü bir erkek karakteri oluşturmuş. Diğer oluşturduğu küçük kız ise alt benliğinde çaresiz, savunmasız, korkan çocuk olarak kalmış. Devam eden tedavi sürecinde kadın normale dönüyor. En büyük şükrünün, bir önceki günü başından sonuna hatırlamak olduğunu söylüyordu.

Böyle bir şeye şükredilebileceğini hiç düşünmemiştim.

Bu vakada dikkatimi çeken şey şu oldu: Kişi ne kadar ezilirse ezilsin bir şekilde kendine savunma mekanizması oluşturuyor. Çok sessiz, kendi halinde dediğimiz insanlar, o kadar kötülük gördü ama şöyle iyi, böyle mülayim dediğimiz insanlar bir yerde muhakkak adalet arama noktasına gelirler. Ya korkaklıktan sesleri çıkmaz, ya çaresiz oldukları için, ya da baş edecek güçleri olmadığı için sesleri çıkmaz. Kimi zaman başkalarının canını yakarak, kimi zaman bir sürü adaletsizliğe sessiz kalıp içsel olarak da üzülmeyerek iyilik kılığına girmiş riyakâr bir benlikle can yakarak ya da yanan canları seyrederek adaletin olduğunu düşünürler. Tıpkı bu kadının kişiliğinin bölünüp uğradığı haksızlıkları bir şekilde halletmeye çalışması gibi. Ne olursa olsun adaleti bir şekilde arıyoruz.

ADALET VE FELSEFE

Adaletin güncel tanımı: Hak ve hukuka uygun, hakkı gözetme olarak nitelendirilir. Felsefi olarak tanımı ise: Doğrunun, hakkın korunması, doğrunun öz belirtisi. Felsefe dünyasında, herkese kendine uygun düşeni, kendi hakkı olanı verme demek olan bir erdem olarak değerlendirilir. Adalete, felsefe alanında birçok pencereden bakılmış, adaletin değer yargılarına göre değişeceği ve her insanın değerlerinin farklı olduğu; adalete eşitlik penceresinden bakılmış, mutluluk, toplumsal ve bireysel açıdan, özgürlük açısından, güvenlik açısından…

Adaleti birçok yönden incelemek, bakış açılarını genişletip insanın içsel ve dışsal düzenine biraz daha ışık tutarken, eşitlik kavramıyla karıştırılması adaletin gerçek niteliğinin -bir döneme veya her zaman işine gelenlerce- anlaşılamamasına sebep olmuştur. Eşitlik, adalet olamaz; çünkü insanlar eşit değildir ya da yaşanılan durumlar. Mesela iki tane insan sorun yaşıyor, biri haklı biri haksız; ikisine de aynı davranmakla “İşte eşit davranıyorum.” diyebilirsiniz. Dar bir zihniyetteyseniz buna adalet de diyebilirsiniz. Ancak bu, adaletsizliğin ta kendisidir. Bunun adına ancak cahillik ya da korkaklık denir. Ama maalesef bunu çok insan yapar. Haklıya hakkını vermek, haksıza sen yanlışsın diyecek babayiğit sayısı öyle çok fazla değil. Hatta çok az. Cephe alınmasından korkulur, menfaatlerden korkulur.

ADALET VE AHLAK

Bir kişinin adalet anlayışının kötü olması kadar, kendi içindeki ve dışındaki düzeni bozacak başka bir şey daha yoktur. Kişinin adaleti bozuksa ya merhametsiz olur ya da fazla merhametle kendine ya da başkasına zararı olur, haset olur, kibirli olur… En büyük manevi hastalıklar diyebileceğimiz hastalıklar ön plana çıkar. Çünkü doğru değerlendirme yapamıyordur. Kendi menfaatleri söz konusu olduğunda ne hak kalır ne hukuk.

Kendi içimizdeki bu adaletsizlikten oluşan dengesizlik şeytanice mantıklarla desteklenip dışımıza sirayet ediyor. Ruh dünyamızda kendimizi zillete ya da kibre sokarken bu dışımıza da verdiğimiz kararlarda, kişilere yaklaşımlarda ortaya çıkıyor.

Adalet tüm ahlaki kriterleri etkiliyor. Bu da zamanla melekeleştiği için psikolojimizi de etkiliyor. Mesela psikoloji bilimi bize, psikopat birinin empati yeteneğinin çok az olduğunu ya da hiç olmadığını söylüyor. Bu kişide adalet duygusu yoğun olsaydı empati yeteneğini kaybeder miydi? Kişilerin yaşadığı bazı ağır durumlarda adalet duygusunu yitirerek, empatisinin azalmasına ve karşısındakinin duygularını hiç düşünmeden hatta acı vermekten zevk alan bir hale getirebilir. Ancak burada yaşanılan olayla birlikte psikopata dönüşen insan da aslında gene de üstü çok örtülü bir biçimde adaleti kendince yerine getiriyordur. Ama empati yeteneği yok olduğu için karşısındakinin acı çektiğini anlayamaz. Bu algısız zavallı haliyle kendini çok güçlü ve haklı sanarak etrafındaki kişileri yıpratır.

İLAHİ ADALET

Haksızlığa uğradığımızda ve elimizden bir şey gelmediğinde durumu ilahi adalete sevk eder, tecellisini bekleriz. Adalete olan inancımızı yitirmek istemeyiz. İçsel savaşlarımız ve yaşanılan onca ahlaksızlığın sebebi adalete olan inanç zayıflığıdır.

Toplum için oluşturulmuş yasalarla adalet sağlanmaya çalışılırken hep bir şeylerden şikâyet eder, eksikliğinden bahsederiz. Herkesin hakkını rahatça alabileceği bir adalet sistemi tüm toplumların en büyük hayalidir. Öteki türlü, kişiler, nasılsa sadece sürüneceğiz, hakkımızı alamayacağız düşüncesiyle bir sürü kalpazana, arsıza, hırsıza, zorbaya seyirci kalmıştır. Ya da kendi adaletini kendi arama yoluna geçip daha büyük sorunların çıkmasına sebep olmuştur. Tabi bu hususlarda halkı bilinçlendirmek de çok önemli.

Kişilere, size yaptığı bir haksızlık için dava açabilirsiniz. Mesela hakaret davası. Ama birine, bana haset ediyor, kibir yapıyor diye dava açamazsınız. Bu hastalıklarının etkisiyle ciddi boyutta bir şey yaparsa o durum üzerine açabilirsiniz. Ama hissettiğiniz ya da ufak tefek davranışlarıyla fark ettiğiniz zaman dava açamazsınız. Bunun adaleti nasıl sağlanacak? Sizi rahatsız eden bir sürü davranış içerisine giren, sizi suçlayan, sizi dışlayan, ayrımcılıklar yapan biriyle nasıl bir adalet savaşına girersiniz?

Bu dünyada telafisi olmayan ya da ispatlanamayıp sadece başınızı ağrıtan durumların varlığı sizce neyin ispatıdır? Bu dünyadan ibaret bir yaşam olsaydı böyle bir sistem olabilir miydi? Marx gibi “Din toplumların afyonudur.” diyebilirsiniz. İlahi adalet ya da ahiret fikrinin bir teselli olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak bu kadar detaylı bir sistemin varoluşu, istemeseniz de mantık çerçevesinde ilahi adalet ve ahiret fikrine doğru itiyor. Bazı sorunlara çareler bulunurken bazılarının telafisinin olmayışı bize ahiret bilincini veriyor. Yaratıcı neden böyle bir sistem kurmasın ki, çok mantıklı. Her şeyimiz burada hallolup bitseydi kaçımız ahireti ya da Allah’ı anardı. Zaten o zaman imtihan değil, cennet olurdu. İlle de inanmayacağım diyorsan ispatlayamadığımız ya da telafisi olmayan durumlar silsilesinin neden var olduğunu bir düşün.

Geri dönüşü de olmasa, ispatlanamasa da yaşadıklarımız hususunda bir gün adaletin yerini bulacağını bilmek insanın iyi insan olma duygusunu yitirmesini engeller ve olgunlaştırır. Bazen bu olgunluğun getirdiği bir sürü nimetle ve huzurla yaşadığımız olayları affedebiliriz bile.

Ancak birçok insan ilahi adalete güvendiğini söyler ama iş fiiliyata gelince hiç de öyle olmadığını görürsünüz. Bunun bir nedeninin, hiç mücadele etmemek olduğunu, hiç konuşmamak, adalet savaşına emek vermemekten kaynaklı olduğunu düşünürüm. Baştan yaşadıklarını ve adaletsizliği kabul ediyor. Aslında adalete inanmıyor. Kendisine yapılanı da başkasına yapılanı da ve bunlara mukabil kendisinin yaptığını da normal görüyor. Yani aslında ahlaksızlığı normal görüyor. Hatta korkunç ama olması gereken olarak görüyor.

Yukarıda bahsettiğim, kendi içinde bölünmüş psikolojik rahatsızlık geçiren genç kadın, ahlaka, bu sağlıklı görünen insanlardan daha çok değer veriyor sanırım. Kabullenemediği için bu halde ya. Aklıma bipolar hastalığı geçiren bir kişinin cümleleri geliyor. Şöyle diyor: “İlaç kullanmamın sebebi tedavi değil, bende tedavi edilmesi gereken bir rahatsızlık yok. İlaç alıyorum, çünkü çevremdeki herkes deli ve ilaç onlara uyum sağlamama yardımcı oluyor.” Evet, bazen insanların göz göre göre göz yumduğu şeylere seyirci kalmak, en kötüsü de normalmiş gibi davranmak, kişinin kendisini sorgulamasına ve “Bende mi bir acayiplik var?” demesine sebep oluyor ya da rest çekmesine.

Adaletin varlığına inanmak Allah’a inanmaktır, Allah’a güvenmektir, imandır. İçten içe adaleti hep aradığımızdan, adaletin içini eşitlik kavramıyla doldurmaya çalışırken nasıl adaletsiz olduğumuzdan, adaletin tüm ahlaka nasıl yansıdığından, ilahi adaletten bahsederken geldiğimiz nokta tabi ki iman oluyor. Allah, her şeye adalet nazarıyla bakıp yitirmeyenlerden eylesin…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir