Yıl 2050 / Kenan Kurban

57-2050Siyah lüks araç sahil boyunca ağır ağır yol alıyordu. Bodrum’un pırıl pırıl güneşi ortamı ısıtırken arabanın içindekiler denizin, havanın daha doğrusu gözlerinin gördüğü yüreklerinin hissettiği bütün güzellikleri içlerine sindire sindire tadını çıkara çıkara hayatlarının en mutlu günlerinden birini daha yaşıyorlardı. Ama baba, tekerin her dönüşünde biraz daha mahzunlaşıp sağlam ve iri vücudu yüreğinin ağırlığını taşıyamaz hale geliyordu. Zaten yavaş giden araba durdu. Takım elbiseli şoför hemen inip sürgülü kapıyı açtı. İlk fırlayan yedi yaşında mavi gözlü, sarışın kız oldu. Sonra on yaşlarındaki erkek çocuğu, bilahare kırklı yaşlarındaki esmer tenli zengin giyimli adam indi. Sonra kucağında bebeği on km öteden İngiliz hanımefendi kocasının yardımıyla toprağa ayakbastı. Güneş ve ılık ılık esen meltem, masmavi sakin deniz ile ortam sanki bu dünyada cennetten bir köşeydi. Çocuklar gittikleri hızla geri koşup babalarının boynuna sarıldılar. “Teşekkürler babacağım, bize böyle güzellikleri gösterip yaşattığın için.” Adam çimlere çöküp çocuklarını güçlü kollarıyla sıkıca kavrayıp sarıldı. O kadar samimiydiler ki karısı o sevgiyi biraz kıskanıp nasiplenmek istercesine kucağında bebeğiyle yanlarına çöktü. Sevgi, bitmez tükenmez herkese yeterdi. Yalnızca kalbiniz onu almaya ve vermeye müsait olsun. Açılan kollar onları da içine aldı. Ama o adam o gün bütün dünyayı emzirecek kadar sevgiyle doluydu. Sonra ayağa kalktılar. Kız çocuğu yeşil çimlerde tekrardan koşmaya başlarken, erkek çocuğu babasının nemlenen gözlerine, mahzunlaşan yüzüne baktı. Kadın bebeğini arabasına koyup itmeye başladı. Çocuk hissediyordu, babasının söyleyemediği bir derdi vardı. Belki küçüktü ama insan yüreği kimi zamanlar yaşıyla alakası olmayan zamanlara gidip farklı hissiyatlarla doluyordu. Parkta dolaşan insanların arasından geçtiler. Adam oğlunun elinden tutuğu halde biraz daha yürüdü, sonra heykelin önüne gelince durdu. Kafasını kaldırıp tam bakacaktı, görmek istemediği için gözünü yumdu, hiçbir şey görmek, hissetmek istemiyordu. Aslında kaçtıkları gördükleri değil, beynine hücum eden acı hatıraların yaşandığı o gündü. Ama nafile, vücudu yorgun düştü. Heykelin kaidesinin dibine çöktü. Hissizleşmişti, öylece kalakaldı. Bir zaman sonra sıcak bir nefes, müşfik bir eli saçlarında hissetti. Bu eşiydi. Ama o an kocasını bir anne şefkatiyle kucakladı. Onun içindeki yaraları sararken konuşmaya başladı. “İçin yansa da cesaretini topla ve o günle hesaplaşıp yüzleş.” Bu konuşmadan güç alan adam otuz beş yıldır acısını çektiği, yüreğini parçalayan o günle yüzleşmek için ayağa kalktı. Birkaç adım geri çıktı ve heykele bakmaya başladı.

Çoğunluğu gençlerden oluşan turist kafilesi de umarsız adımlar ve salaş tavırlarla onlara doğru geldi. Grubun lideri olan adam, ayakta ve derin derin bakan adamın yanında durup “Sizce sanatçı neyi anlatmak istemiş? Hangi soyut gerçeği somutlaştırmış?” Bu soru ağzına kadar dolu olan barajın duvarını patlatmıştı; su yüksek debi de akmaya başlamıştı. Adam bütün acıları ve kederleri yüzünde “Annemi” dedi. “Anneniz mi?” “Evet, o benim annem aynı zamanda, benim gibi binlerce çocuğun annesi.” Nemli gözlerle soruyu soran adama baktı. Sonra koluna girip denize doğru yüzlerini döndüler. Engin maviliklerde insanlık tarihinin en acı ve trajedilerinin yaşandığı yıllarına yol bulacaktılar. Adam “Genç beyefendi, sizin yaşadığınız en büyük acı nedir?” Cevap beklemeden aynı soruyu gruba sordu. Ama kimse bir kelime konuşamıyordu. Birbirlerine bakındılar. Adamın o kadar baskın bir sesi vardı ki galiba en büyük acıları bile onunkinin yanında hafif kalacaktı. Adam devam etti: “Ben on yaşındaydım. İnsanlık tarihinin en kara günleri yaşanıyordu. Dünyadaki çocuklar kırda bayırda top peşinde koşarken, biz tepemizden yağan bombalardan saklanıyor, bizi öldürmek için gelen zalimlerden kaçıyorduk. Anlamsız ve manasız bir savaşın masum mağdurlarıydık. Bizi evimizden yurdumuzdan edenler utanmadan bize şu ismi vermişlerdi: “Mülteci”. İşte bir gece bir damla suya muhtaç hale getirilen savunmasız bizler, hatıralarımızı, ölülerimizi, kısacası bizi biz yapan her şeyi bırakıp zalim bir ölümden kurtulma umudumuz daha çok olan başka bir ölüme kaçmaya başlamıştık. Gecenin koyu karanlığında, kurtuluruz ümidiyle botlara bindirildik. Yirmi beş kişilik botta elli kişiydik. Sakin deniz bile bize düşmandı bir anda dalgalar yükseldi, yol vermedi. Alabora olduk. Annem can yeleğini bana verip kendi gücü yettiğince dalgalarla mücadele etmeye başladı.”

Boğazı düğümlendi gözünden yaşlar damladı. Ama susamazdı, içindekini akıtıp rahatlamalıydı.

“Sonra sahilde bulundu. Ben başında ağlıyordum. Onu sıradan bir şeymiş gibi ceset torbasına koyup götürdüler. İşte ben o an büyümüştüm. Bu koca dünyada tek başımaydım. Küçük bedenime acayip bir kuvvet geldi. Ağlayamıyordum artık. Sonra bir kadın beni sardı “Oğlum” dedi. Yüzüne baktım, yabancı bir insandı ama bir o kadar da tanıdıktı. Aynı acılarla yoğrulmuşluğun verdiği bir yakınlıktı bu. “Eğer kabul edersen sana bir teklifim olacak. Benim evladım bu denizde can verdi. Sen de anneni yitirdin. Şimdi, benim evladım olur musun?” dedi. Sonra, yerde çocuğuna sarılmış şekilde can veren bir anne, başında bekleyen iki yetimin heykeline dönüp: İşte bu anıt, o günü temsilen unutulmasın diye yapılmış. Bu ana benim anam, ölen çocuk benim kardeşlerim, ayaktakiler ise benim.”

Duyguların zirve yaptığı anda meraklı bir genç sordu. “Sonra ne oldu? Gördüğüm kadarıyla makûs kaderiniz değişmiş?” Adam küçükten elleriyle gözyaşlarını silip “Rahime ana bütün zorlukları aşıp beni yetiştirdi.” “Ya insanlık, ya da diğer insanlar ne yapıyordu?” Gözleri büyüdü hiddet bütün vücudunu kapladı. “O yıllarda insanlığın beyni yeni teknolojiler icat etmeye kodlanmışken, yüreklerinde merhamet pınarı kuruyup öldürmeye kodlanmıştı. Ölenler niye öldürüldüğünü, öldürenler ise niçin öldürdüğünü bilmiyordu. Öldürülenler birbirlerine bakıp “Bizim suçumuz ne diye?” soruyordu. Ağızlardan tek bir cevap çıkmıyor ama yüreklerde kimsenin dile getirmeye cesaret edemediği muazzam bir cevap vardı: “Müslüman olmak ya da bir İslam beldesinde doğmak, öldürülmek, şeytanın adamları için yeterli bir suçtu.” İnsanlık, lütfedip adalet getirmek için en son teknolojik silahlarıyla bizim topraklarımızı bombalamaya, insanımızı öldürmeye devam etti. Adeta biz yok oldukça adalet yerini buluyordu. Belki de onların adaleti buydu. Şu kesindi ki merhametten beslenmeyen adalet her zaman keseri kendine yontuyordu. Nihayet büyük bir savaş patladı. Bu, Ademoğlunun tarihindeki ender savaşlarındandı. Bir avuç inanmış, dünyanın bütün zalimleriyle kıyasıya mücadeleye başladı. Aslında o bir avuç insanın kaybetmesine mutlak gözüyle bakılıyordu. Ama Allah Ehl-i Beyt’in liderliğinde zaferi onlara nasip etti. Adeta amcamın söyledikleri bir bir gerçekleşiyordu.” Gruptakiler canlı bir tarihi bulmanın heyecanıyla önce onu yakından tanımak istediler. Grubun lideri elini uzatarak “Ben Daniel Bernard, sanat tarihi bölümü son sınıf öğrencisiyim…” Adam da elini uzatıp “Ben Zeynel Abidin Tahhan Hakim’im…” Çocuklarını göstererek “Oğlum Hüseyin, kızım Zeynep, küçük oğlum Hasan ve sevgili eşim.”

O an arkadan kısa boylu bir genç heyecanla elindeki kitabı kaldırarak “Siz o’sunuz Kübra Sara Tahhan” diye bağırdı. Kitabın ismi “Müslümanları Çağ Atlatan Fikirler”di. Kadın tebessüm edip “Evet” dedi. Genç bütün heyecanıyla “Sizin yazılarınızın, makalelerinizin sıkı bir takipçisiyim.” dedi.

Daniel Bernard meraklı gözlerle “Hep merak etmişimdir, toplumları o zor zamanda ayakta tutan nedir?” Adam cevabını bildiği sorunun usulünü bulmak için biraz düşündü. “Babamın ve kardeşlerimin öldüğü bombardımanda biz annemle birlikte Hüseyin amcamlardaydık. Patlayan bombalardan kurtulmak için duvar dibine sığınırken çocuk aklı işte “Hüseyin amca, biz Allah’a inandığımız halde niye bu zulümleri görüyoruz? Hani Peygamberimiz (sav) merhamet, şefkat peygamberiydi?” diye sorardık. Amcam sadece bizim ailenin değil şehirde sözü dinlenen feraset ehli bir alimdi ve işte Peygamber torunu dedirten bir insandı. Sanki koskoca bir adamla konuşurcasına benim gözlerimin içine baktı, ruhuma bir şeyler işlercesine: “Evlat, senin kulağına küpe olsun! Sen eğer ahirette peygamberlerle beraber olmak istiyorsan onların mübarek çilesine ortak olacak, onlara gelen belalardan nasibine düşeni çekeceksin. Hz. Adem’den beri hak ile batılın mücadelesi vardır. Ve bizim mübarek ceddimiz Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin aynı zihniyetteki zalimlerle mücadele ettiler. Biz de şimdi aynısını yapıyoruz. Şimdi Peygamberimiz’in ümmetini uyarmak ve müjdelemek için haber verdiği ahir zaman hadislerinin zuhur ettiği vakitlerdeyiz. Unutma! Peygamber torunu olan bizlere, ümmetin birliği için çok vazifeler düşecek. Ve şunu unutma! Peygamber nesli ümmetin arasında oldukça Rabbim bir çıkış yolu gösterecektir. Şimdi yüce Yaradan’a teslim ol, bunun arkası mucizevi bir şekilde bizim için selamet olacak.” dedi.

İşte bu topraklarda her daim Allah’ın sevdiği hususi dostları vardır. Onlar en zor zamanlarda bile topluma mücadele ve dayanma gücü verip ümitleri hep yeşertiyorlardı. Ve bizler o kara kışta âleme dağılan tohumlar gibi gittiğimiz her yerde yeşerip filizler verdik.

Gözlüklü zeki bir adam izlenimi veren genç sordu: “Yani her şey bir savaşla mı değişti?”

Adam cevap vermedi. Ve yürümeye başladı. Ailesi ve bütün turist kafilesi de yürümeye başladı. O büyük heykelin yanında küçük küçük sanat çalışmaları vardı. Birisinde yemeği bölüşen küçük çocuklar, enkaz altındaki insanlar ve en sonunda da pirinç harflerle beyaz mermere yazılmış şu ayet vardı:

“Allah’ın, Rasûlü’nün ve iman edenlerin velâyetini, hâkimiyetini, idaresini, korumasını kabul edenler bilsinler ki, Allah’ın orduları, onun tarafında olanlar, işte onlar galip geleceklerdir.” (Maide, 5/56) O gösterişli kapıdan çıkarken, bir zamanlar acıların yaşandığı yere yapılan parkın ismi göze çarpıyordu:

“MASUMLAR PARKI”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir