Emanet / Kenan Kurban

28-emanet-kenan-kurbanYine o karmaşık, yorucu rüyaların görüldüğü uykuların birinden daha uyanmış. Aklındaki, kalbindeki karmaşalar, çelişkiler vücudunu da esir almıştı. O kadar bitkin ve bıkkındı ki sıcak yatağından kalkmak istemiyordu. El mecbur yatağından doğruldu. Yıllardır olduğu gibi ilk önce tekkenin taş duvarlarıyla selamlaştı. İlkbahara mahsus gelen hafif bir serinlikle bedenini bir titreme sardı.

Buğday teninde çökmüş, karamsar yüz ifadesi vardı. Ve ince, kırmızıya çalan dudaklarından öfke dolu bir ses tonuyla yarı gür yarı kısık bağırdı; “Bana öyle bakmayın. Hâlime gülmeyin. Siz de Allah’ı zikrediyorsunuz. Yüzlerce kilo yükün altında dayanıp yıllarca sabit yerinizde kalabiliyorsunuz. Ama buna rağmen insan olmanın yükünü taşıyacak güce sahip değilsiniz.”
Kumral saçlarını bir ressamın, müzisyenin hassasiyetine sahip parmaklarının arasına alıp başını öne eğdi. Çünkü gözünü açmasıyla birlikte düşünce girdabı kaldığı yerden onu içine çekmeye devam ediyordu. Aklı, pislik düşünceleri durmadan üretiyordu. O, defalarca onları yok saysa, bastırsa da yüzeye gelmeye devam ediyorlardı. Yirmi beş yıllık ömrünün son yirmi yılı burada geçmişti. Ya kalan ömrü…? En basiti; maddi olarak hiçbir varlığı yoktu, evlenip yuva kurabilecek miydi? Bütün bunlardan vazgeçtim. Gecemi gündüzüme katıp çalıştığım manevi yolculuğumda ise bir arpa boyu bile yol alamamıştım. Evet, Allah rızası için yapıyordu ama insan gene de kendisini de bir yerler de görmek istiyordu. Ya da ne olamayacağını bilmek de hakkıydı. O zaman derin bir “oh” çekecekti. Şimdi varla yok arasında gibiydi. Ve dile gelmez bini bir para çelişkili düşünceler. En sonunda geldiği çıkmaz sokakta ihanet duygusundan veya ben münafık mıyım sorusundan sebep tekrar tekrar tövbeler ediyordu.

İbrahim Efendi Hz. ona gerçekten de babalık yapmıştı. Ailesini kaybettiği trafik kazasından sonra ona kol kanat germişti. Kendi çocuklarından ayırmamıştı. Bunları ve şimdi içinden geçenleri kıyasladıkça “vefasızlar” sınıfına girmekten korkuyor. Geçmiş zamanlarda kendilerini yetiştiren hocalarına ihanet edenleri düşündükçe kahroluyor. “Acaba ben de mi…” diye sormaktan kendisini alamıyordu. “Ender Şahsiyetler” denen vefalılardan olmak, orada kalabilmek için tekrar tekrar nasuh tövbesi yapıyordu.

Bazı günlerde öylesine bunalıyordu ki, ziyarete gelenlerin zem etmek için anlattıkları dış dünyada işlenen günahları düşünüyor. Ardına bakmaksızın o denize dalıp her şeyi unutmak istiyordu. Kabaran duygularına aklı, ilmi ve vicdanı set çekiyor. “Umutsuzluk, günaha düşme arzusundandır. Allah’tan ümit kesmek ise şirktir. Başka ilah aramaktır.” Bu şaşmaz büyük ölçü onu istikamette tutuyordu.

Abdesthaneye sadece abdestini tazelemek için değil adeta imanını yenilemeye gidiyordu. Uzuvlarını yıkarken ise düşüncelerinden gusletmesi gerektiği kanaatindeydi.
Her zaman ki yerinde efendiyi karşılamak için beklemeye başladı. Gönlü, susuzluktan çatlamış topraklara benziyordu. Ve şimdi ilgi, alaka ve sevgiye her zamankinden daha çok muhtaçtı. Alışık olduğu o mütebessim sima onu mutlaka saracak bir nebze olsun nefes alabilecekti. Bir anda ortama hâkim olan sessizlik ve hareketsizlikten İbrahim Efendi’nin geldiği belliydi. Kalp atışları istemsiz de olsa arttı. Daha bir dikkat kesildi. Umut dolu gözlerle onun yüzüne baktı. Efendi aynı vakarında ve sakinliğinde yürüyordu. Ve mütebessim çehresi Ender’le yüz yüze gelince bir anda celalle kaplandı. Bu çok nadir olarak hatırladığı bir ifadeydi. Olduğu yere çivilendi kaldı. Ancak birkaç dakika sonra kendisine geldi. Bu İfadenin ne demek olduğunu iyi bilirdi.

Saklanmak, gizlenmek istercesine en arka safta namaza durdu. Dua için ise gizli suçu, ifşa olmuş bir mücrimcesine en sote köşeye kaçmıştı. Hemen kalkıp gidecekti lakin hatayı zımnen kabullenmiş olmamak için bekledi. İbrahim Efendi kalkmadan önce ön saftaki bir talebeyi yanına çağırdı. Sanki kısa bir talimat veriyordu. Bu durum Ender’in kaygılarını arttırmıştı. Çünkü Efendi bütün talimatları onun vesilesiyle yerine ulaştırırdı. Bu kez kime ve ne söylenecekti? Sözün elçisi yüzlerce ceylanın içinde kurbanını ararcasına birini arıyordu. Ciddi bir uğraştan sonra menziline varmış ok gibi en görünmez yerde ki Ender’i bulup kulağına eğildi. Bedeni iyice ağırlaşmıştı. Başına ne geleceğini bilmemenin verdiği kaygı ela gözlerinden okunuyordu. Haberi getirenin sesinde hüzün ve neşe karışık gibiydi.
“Ender kardeş! Efendi, ivedi olarak tekkeden ayrılmanı istiyor.” İşittiği bu kısa, bıçaktan keskin cümleye inanamıyordu. Burada böyle bir olay daha önce ne yaşanmış ne de duyulmuştu. Vakıa, ani bir ölümdü. Can bile çekişemiyordu. Yaşadığı şok bütün vücudunun kimyasını değiştirmişti. Duyu organları adeta işlevini kaybetmişti. Kapıya varan Efendi’nin kalktığını bile fark edememişti. Koşup elini öpmek, helallik almak istedi. Ama o istemiyor kendisini adeta kovarcasına gönderiyordu. Olay ışık hızında yayılmıştı. Ender odasına doğru sadece şartlanmışlıkla hissizce giderken çoğu ona acıyan, mutlu gözlerle bakıyordu. “Bu genç en gözde, gayretli, yetenekli, akıllı, yakışıklı ve birçok özelliğin kendisinde cem olduğu en büyük rakipti. Nihayet diskalifiye olmuştu.” İnsanların çoğu sessizce derin bir “oh” çekmişti. Onlar da şok yaşamışlardı. Ama bu sadece sevinç naraları atmalarına engel oluyordu.

Şuursuzca, robot mekanikliğiyle odasına doğru yöneldi. Artık tekkeden ayrılma vakti gelmiş çatmıştı. Eşyalarını toplamak için odasına girdi. Yerde serili olan yatağına baktı. Birkaç parça eşya, onlar bile ona yüktü. Koyacak bir çantası bile yoktu. Hiçbir şeysiz de yola çıkamazdı. Uyduruk bir torbaya yine de intizamlı bir şekilde eşyalarını yerleştirdi. Duvardaki sohbet arkadaşları olan kesme taşlara son bir defa baktı. Her taşta, toprakta belki de kıymetli bir cevher yoktu. Ama her kıymetli cevher de onlarla çepeçevre çevrelenip korunmuştu. Ya da sadece nasibi olanlar görsün diye perdelenmişti. Şimdi kendisi taşını kırıp cevherini ortaya mı çıkartacaktı? Yahut taşı kırılmış işlenmeye değer cevher mi yoktu da… Aman Allahım! Yine aynı yere gelmişti. Hiçbir şey olamadım… İhanet etmiş bir adam edasıyla, odasıyla vedalaştı. Gözleri nemli, kapıdan çıkarak ana kapıya doğru ağır adımlarla yürüdü. Kardeşleriyle vedalaşmak istiyordu. Ama kimse onu yolcu etmeye gelmemişti. Zaten bir hainle kim beraber görünmek isterdi? Sadece Salih vardı, o da her misafiri karşılar ve uğurlardı. Bunca yılın ardından kendini sıradan bir yabancı gibi hissetti. Bir yönden ise kendisini kullanılıp fırlatılmış bir mendil gibi görüyordu. Fakat en acısı da İbrahim Efendi’nin elini öpüp helalleşememekti. Ender’in zahiri bir ihaneti yoktu, o düşünce hainiydi. Demek ki; “İhanetimi fark etti ve benim gibi bir vefasızla muhatap olmak istemiyor.” diye düşündü. Yetimliğini hissetmediği bu mekândan ilk defa yetimliğin acısını hissederek çıkıyordu. Ve her şey bir anda kendisine yabancılaşmıştı. Kendine ait zannettiği veya kendisine ait olduğunu düşündüğü hiçbir şey onun değil o da oraya ait değilmiş meğer… Tamamen dışarıya çıktığında ana rahminden dünyaya yeni gelmiş bebek saflığını ve zayıflığını içinde hissetti.

Hedefsiz, ağır adımlar birbirini takip ederken gönlü kırıklığını tamir, kalbi öfkesini bastırma, akıl ise mahvolmuşluk hezeyanlarına kapılmadan strateji çizme derdindeydi. İstese çok rahat tekke ve Efendi’yle alakalı fitne çıkartabilirdi. Feci bir intikam alıp rahatlardı. Erişkinliğe kadar Efendi’nin evinde büyümüş. Haliyle İbrahim Efendi’nin insani zaaflarını görmüş. Hacı anne ile zaman zaman olan atışmalarına tanık olmuş. Kardeşleri, akrabasıyla ve ailesiyle ilgili sırlara vakıftı. Ve şimdi tam saldırma zamanıydı. Ciğerlerine, bahar kokularıyla karışık derin bir nefesle oksijen gönderdi. Kafasını boşaltmak istercesine adımlarını hızlandırdı. Sonra bu planlar anlamsız gelmeye başladı. Peygamberler bile bu türden imtihanlardan geçmişti. Bu davranış vefalı bir insana da yakışmazdı. Hemen bu kurguların üzerini çizdi. Hem Efendi hep demez miydi: “Eğitim mantığında teslimiyet; öğretim mantığında ise itiraz güzeldir.” diye. Aralarındaki ilişki çoğunlukla eğitim ilişkisiydi. Vardır bir hayır, hikmeti deyip devam etti.

Arnavutköy’e kadar yürüyüp oradan bir vasıtayla İstanbul’a gitmeye karar verdi. Rami’deki kuru bakliyatçı Niyazi amca ona iş verirdi. Ondan başka da bir Allah’ın kulunu tanımıyordu. İyice yükselmeye başlayan güneşle beraber yürüyüş onu terletiyordu. Bir yandan da yorulmaya başlamıştı. Tam bu esnada nal sesleriyle karışık gelen türküye kulak verdi. Yüzünde üç-dört günlük sakalı, soğuk ve sıcağa maruz kalmaktan kararmış, kırışık yüz hatları ve eski yağlı kasketiyle, at arabasıyla zerzevat taşıyan bir köylüydü. El etti.
“Gel kardaşım.” Çıktı ve adamın yanına oturdu. At, hem koşuyor hem de kuyruğunu sağ-sola sallayıp tek tük konan sinekleri kovalıyordu. Ender yürümekten kurtulmuştu ama içine kadar dolan at kokusuna da katlanmak zorundaydı. Türküyü bırakan adam atını övmekle başladı sözüne; tarla, inek, çoluk çocuk bir yığın olayı anlattı. İyi bir dinleyici en güzel yol arkadaşıydı. Sorulan sorulara ise kısa net cevaplar verip ha-hı ile geçiştiriyordu. Taşlı, topraklı yolun sonunda nihayet öğle vakti Arnavutköy’e gelmişlerdi. İstanbul dolmuşunun kalkmasına yarım saat vardı. Etrafı gözlemliyordu. Adeta bir çocuktaki keşfetme arzusuna sahipti. Öğle namazını kılıp son saniyede dolmuşa yetişti. Derin düşüncelerden, endişelerden yorgun düşen vücudun da kendiliğinden kapanan göz kapakları, sonunun ne olacağını bilmemenin verdiği telaş, tedirginlik içinde yapılan yolculuk. Ve hepsini bastırıp galip gelen duygu “Allah’a teslimiyet.”

Ve nihayet İstanbul, bu şehirde de Rami kuru gıdacılar. Hacı Niyazi’nin dükkânı, tekkenin alış-verişi buradan yapılırdı. Bu sebeple Ender’in tanışıklığı vardı. Mutlaka yardımcı olurdu. Rami… Osmanlı yadigârı bu kışla şimdi kuru gıdacıların mekânı olmuştu. Yükünü boşaltmaya gelen Bedford kamyonlar, aldığı malları küçük kamyonetlere yükleyenler. Hamalların bağırış çağırışları arasında Artan Gıda’ya doğru umutlu adımlarla yürüyordu. Kemerli kapıdan içeri girdi. Küçük yazıhaneye bir şahin bakışı attı. Hacı abi yoktu. Yerinde, umarsız yeğeni vardı. Bulmaca çözüyordu. Selam verdi. “Hacı Niyazi ağbiyle görüşeceğim.” dedi. Genç umarsızlığına kabalık da ekleyip “Sofu, hacı abin yok. Yarın gelecek.” Aldığı cevaba mı üzülecekti yoksa cümlenin söyleniş tarzına mı öfkelenecekti bilemedi. Sadece “Tamam” diyebildi. Boşluğa düşmüş, umudunu yitirmişti sanki. Gayri ihtiyari ezan sesine doğru yürüdü. Ezan bir iş hanının bodrumundan geliyordu. Torna ve kaynak seslerine eşlik eden yanık demir kokularıyla birlikte ikindi namazını eda etti. Namazda biraz olsun nefes almıştı. Şimdi hedefi Said Efendi Dergâhıydı. Şeyhiyle daha önce bir kere ziyarete gelmişti. İzzeti ikram ve saygı en üst seviyedeydi. En azından orada yatıp kalkma sorunu olmazdı. Sonrasını düşünürdü. Cebine baktı az bir para vardı. Dolmuşa vermeye kıyamadı. Normal bir yürüyüşle akşamdan önce orada olurdu. Demirkapı, Topkapı, Fındıkzâde ve Kocamustafapaşa Sümbül Efendi tekkesinin karşısında Said Efendi Dergâhı. İnsan sesi, araç gürültüleri ve bilinmez geleceğin verdiği ağırlık bedenini çok yormuştu. Hiç değilse kalacak bir yeri mevcuttu. Selam verip içeri girdi. Asitane de alışılmış mutat hareketlilik vardı. Görevliye uygun bir dille durumunu anlattı. İbrahim Efendi’nin talebesi olduğunu da üstüne basa basa söyleyerek kalmak için müsaade istedi. İsteği öyle ağır gelecek bir mevzu değildi. Ama derviş gayri ihtiyari “Efendi’ye sormadan olmaz.” dedi. Yorgun bedenin artık buyur edilmeyi bekleyecek gücü kalmamıştı. Mermer sütunun dibine çöküp “Olur” cevabını beklemeye başladı. Dokunmasalar orada uyuyup kalacaktı. Yarım saat sonra gelen derviş Efendi’nin selamını söyledikten sonra; “Şeyh İbrahim’e büyük hürmetimiz vardır. Ama şehir dışından gelen ihvan çok olduğundan yerimiz yok.” cevabını verdi. Bunun üzerine: “Dünya iki padişaha dar gelir. Kırk derviş bir kilime sığarmış.” diyecekti. Yüreği kilitlendi, dili bağlandı, baş önde dışarı çıktı. Kendisini yalnız, kimsesiz ve çok güçsüz hissediyordu. Saatlerce okyanusta azgın dalgalarla boğuşan denizci gibi başının içi sağa sola yalpalıyor, dengesizleşiyordu. Ve olduğu yere kendisini bırakmak istedi. Derinden samimi bir “Allah” dedi. Bu denli bir zikir, içindeki tüm olumsuz düşünceleri değiştirmiş, kalbinde yeşeren güzellikler her bir hücresine sirayet etmişti. Bedenine fer gelmiş idrak damarları genişlemişti. “Allah, beni adeta Adetullah dışına çıkartıyor. Meşru sebeplere bile bel bağlatmıyor. Direk kendisinden istememi diliyor.” diye düşündü. Şimdi ise kendisini hiç olmadığı kadar güçlü hissediyordu. Boğazını yırtarcasına bağırmak istedi. “Var mı benden daha güçlüsü?” Artık su misaliydi, yolunu iradesiyle bulamayacak; kaderi onu olması gerektiği yerde lüzumu kadar tutacaktı. Kendini akışa bıraktı rahata erdi.

Vardığı yer Fatih Camii’ydi. Acıkan karnını doyurmak için parasına baktı, çok azdı. En iyisi sabaha kalsın diyerek akşam yemeği niyetine üç yudum su içti. Türbenin yanına geçti. Tam Kur’an tilavetine başlayacaktı ki; kendisine doğru yönelen bir garibanı görünce, görünmemek için çaba sarf etti. Ama nafile. “Abi, iki gündür açım bir çorba parası.” Artık bu söz bir fakirden değil de Rabbi’nden geliyormuşçasına kabul etti. Sanki kalbinin bilinmez, görünmez ve hissedilmez labirentlerinin bir yerinde az miktarda bile olsa paraya güvenmişlik vardı ve onu da atması gerekiyordu. “Amenna” deyip tüm mal varlığını çıkartıp verdi. Geceyi hazirede geçirdi. Buranın atmosferinden azami istifadeye gayret gösterdi. Uyandığında kendisinde bazı değişiklikler hissetti ama ismini koyamadı. Sanki beyaz ve temiz bir tuvale vurulan ilk fırçaya benziyordu. Teslim olduğu, dışarıdan bakıldığında şuursuzca gözüken, büyük şuursuzluk şuuru onu yine Rami’ye götürdü. Burnuna gelen sıcak ekmek ve çay kokuları içini yakıyordu. Niyazi abiyi arayan gözlerle Artan Gıda’nın yükleme yapılan kapısından girdi. Yine yeğeni vardı. Verilen selamı yarım ağızla alan yeğene sordu: “Hacı abi nerede?” “Kendisi umreye gitti on beş gün sonra gelecek.” Aldığı cevapla başından aşağı kaynar su dökülmüştü. Ama onu asıl kızdıran cevap değildi. Cem’in tavırlarıydı. İki gündür onunla bilinçli olarak dalga geçiyor. Sopayı hak ediyordu. Tekkenin hatırına bir şey yapmadı ama yapılanı yutamazdı da; “Oğlum madem köpeksin beklediğin kapının sahibinin şerefine layık asil bir köpek ol.” Suçunu bastırmak isteyen fail; “Ne diyorsun?” diye yerinden fırladı. Tam bu sırada yüklemesi yapılan malların sahibi ödeme yapmaya yazıhaneye girdi. “Ağır olun gençler.” Bu söz iki tarafı da sakinleştirdi. Ender ise dışarı çıktı. Sözün sahibi “Beni bekle evladım.” dedi. Ve arkasından yetişti. “Seni daha öncede burada gördüm. Hacı abi sana çok hürmet göstermişti. Kimsin sen?” Ender, bastırılmış öfkesiyle sakin sakin anlattı. Ve “Siz kimsiniz?”

“Benim adım Ömür Karcı. Özel ve büyük bir hastanenin aşçıbaşısıyım, mutfakta bütün işler bana bakar. Gel sana iş, yatacak yer vereyim. Güvenilir birine benziyorsun. Karşılıklı anlaşırsak devam ederiz. Yoksa helalleşir ayrılırız.”
Çalışmaya başladı. Hastalara yemek dağıtıyordu. Bu esnada tanık olduğu insan manzaraları merhamet damarını açtı açtı… Sanki önceden sızıntısı vardı, sonra dereye, oradan nehre, nihayetinde de denize dönüşmüştü. Hayatla, ölüm iç içeydi; ya da sağ cebinde hayat, sol cebinde memat vardı. Bir zaman sonra gece nöbeti yazıldı. İş az, muhabbete zaman çoktu. Muhabbetler derinleştikçe midesi bulanmaya başladı. Öfkesi her gün artıyordu. Sebebi günahların, hataların işlenmesi değil bunların şahsiyet haline getirilip övünülmeye başlanmasıydı. Dili lâl olmuş mecburen dinliyordu. Kilidi çözen şu cümle oldu. “Ender, senin hiç böyle şeylerde gözün yok. Aslında senin boyun posundaki birisi milletin parayla yaptığını bedavaya getirir.” Kan beynine sıçramıştı. Ortamdaki erkeklerin tasdik eden, kadınlarınsa davetkâr bakışları öfkesini katmerleştirmişti. Hepsini camdan aşağı atmak istedi. Asma kilitle kilitli olan dilinin kilidi kanırtılarak kırılmıştı. “Her insan şeref ve haysiyetine uygun gördüğü davranışları, fiilleri yapar. Sizin yaptığınızı ben değil kapımın iti bile kendisine yakıştırıp yapmaz. Hem unutma! Çalma kapıyı çalarlar kapını.” Gözlerindeki öfke ateşi kılcal damarlarını patlatırcasına şişerken olacak bir fecaatin habercisiydi adeta. Karşısındakilerin söz söyleme cesaretini kırıyordu. O gece orayı terk edecekti. Sadece Ömür ustayla helalleşmek için sabahı bekledi. Mesai başlayıp Ender’in ayrılma isteğini duyan usta onu tutmak için çok çaba gösterdi. Ama ok yaydan çıkmıştı. Zaten o buraların insanı değildi. Ummanlara kavuşacak bir nehirdi. Buradan da alması gereken mineralleri aldı, belki de arındı, şimdi ise yoluna devam edecekti. Ama yine de onu öylece göndermek istemiyordu. “Sana bir şartla hakkımı helal ederim.” “Buyur ustam.” Cebinden bir kartvizit çıkarttı. Üzerinde “Denge Hukuk Bürosu Av. Mesut İşbilir” yazıyordu. “Al bunu selamımı söyle. Senin gibi birisine ihtiyacı var.”

Yarıdan fazlası kırlaşmış saçları, tombula yakın yanakları, olayları ve insanları hep süzen küçük siyah gözlere sahip Mesut Bey’le görüşen Ender, yanında işe başladı. İlk günden itibaren uzun yılların hayat tecrübesiyle Avukat Bey, yanında çalışan genç yeteneği pişirmeye başladı. Evrak işleri, adliye, bütün formaliteler derken Ender altı ayda işi çözdü. Artık dava dilekçelerini yazıyordu. Birçok müvekkil görüşmelerine katılıyor. Çetrefilli işler, mazlumlar, hakkı yenenler ve yalan dolanların bol olduğu bir ortamdan her ayrılışında, saatlerce yaz sıcağında kanalizasyon koklamışçasına burun kemikleri sızlıyor, midesi karışıyordu. Yine böyle bir gün alımlı bir kadın geldi. Eşinden yüksek bir nafaka kopartarak boşanmak istiyordu. Bunun karşılığında ise yüklü bir vekâlet ücreti de teklif etti. Kadın, ses tonunu çok iyi ayarlıyordu. Sözlerine kadınlığını ustaca ekleyip mermeri bile eritecek cazibesiyle birleştirerek karşısındakini çepeçevre kuşatıp istediğini yaptırmayı, kabul ettirmeyi başaran bir tipti. Mesut Bey iki saat sakin sakin dinledikten sonra davayı kabul etmedi. Kadın iri siyah gözlerinden öfke saçarken beyaz teni ise kırmızıya dönmüştü. Yeni boyanmış sarı saçlarını, umursamadığını göstermek istercesine savurtarak büroyu terk etti. Mesut Bey, Ender’in böyle kazançlı bir işi reddetmesini anlamaya çalışan ve bir açıklama bekleyen bakışlarını fark etti.
(Gelecek ay devam edecek.)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir