Şehrayin / Hakan Taha Bayram


Kış mevsimine girdiğimiz bu aylarda yeni bir mevsimin misafiri olmak için kollarımızı sıvayarak ve bir telaş bir telaş şehrin gürültüsü içinde hangi hengameye nasıl cevap vereceğimizi de bilemeyerek, yorgun ve hisli, ürkek ve yılgın bir halet-i ruhiye ile birlikte garip şehir besteleri arasında savruluyoruz. Yaz’a ve ilkbahara dair ne varsa aklımızda kalan onları bir bir rafa yerleştiriyoruz. Çok bunalmıştık, şimdi üşüyoruz. Sonbaharlar başka şehre yolcu, bunu da biliyoruz. Bir yandan yağmurlar yıkıyor şehrimizi temizlensin diye içimiz ve bir yandan biz kaçıyoruz yağmurlardan kirli kalsın diye içimizdeki şehirler! Aslında bir o yana ve bir bu yana savruluyoruz kendimizi kaybederek! Yağmurlar ve şehirler kadar cömert olamıyoruz. Onlar kadar bağrına basan, onlar kadar efendi ve mütebessim ve yine onlar kadar tevazu ve asil! Üzülüyoruz, kendi kendimizi yiyor, kendi kendimizi bitiriyor, kendi kendimizle kavgalar ediyoruz. Yıkık bir şehirden ne kalırsa geriye, ruhumuzda da tarumar edilmiş şehirler buluyoruz! Hakediyoruz ya da etmiyoruz lakin bir dönemeçte nice günler tüketiyoruz. İyi mi bunu da bal gibi biliyoruz!
Şimdi sıcaklar terketmiştir şehrimizi. Tıpkı ruhumuzdan ve gönlümüzden kopartılıp fırlatılan ve dahası sıcak közün üzerine dökülen su misali, bizim de içimizi ısıtan ve dostane sevgi bağlarıyla ördüğümüz sıcak hırkalarımızda yitivermiştir aralarda. Soğuktan kaçar gibi kaçmışız birbirimizden, sıcaklığı sever gibi sevmeye kalkmışız birbirimizi, oysa yapmacık gülümseme modunda kalarak ayarını tutturamamışız sevgi dolu birlikteliğin.
Bir zaman sonra belki kar yağar uyurken. Belki kapımızı tık tıklarıyla bir gece yarısı çalıp kaçar birileri. Belki biraz da bizi ısıtır şehrin büyük yorganları. Yine birileri, şehir uyurken en koyu vakitlerde, ellerini açar semaya. Takvimler köşelere çekilir, masallar yarım bırakıldıkları yerden yürümeye devam eder, sessiz Ayasofya gecelerinde kıyama durur şehrin uluları, tüyleri ıslak kuşlar çatılarda dalar zikrin en koyusuna, yine birileri, ıslatır kuzu yününden yapma seccadelerini yürek gözyaşlarıyla, İsa ile gökyüzünde oturup seyre dalanlarda olur şehrin gecelerini, kıyısına dalgalar çarpan ve tesbih taneleriyle sakallarına imzasını atan yiğitlerden kalma son besteler çalınıp söylenir şehrin burçlarında. Bizden istenen aslında soğuklar içinde sakladığımız bir parça yürek terennümleri. Bizden istenen şehir kadar cömert olmak, bizden istenen yağmur kadar bereketli, şefkatli ve bir o kadarda naif bir duruş. Zulmetmeye mi geldik birbirimize yoksa? Yoksa sövgüler mi dizmeye geldik elimizdeki nefret kelimeleriyle? Elbette hayır. Gidiciyiz, gelip gidenler gibi biz de. Kimi zaman uslu çocuk, kimi zaman afacan, kimi zaman gökkuşağı ve kimi zaman bir ressamın tuvalindeki küçük bir çizgiyiz. Küçük bir dünyamız var yine küçük şehirle yapılı. Gökyüzünden bakınca görünmüyoruz bile. Saklanıyoruz, saklanıyoruz ve saklandıkça anlıyoruz. Anladıkça yolcu gibi yol alıyoruz uçsuz bucaksız dünya koridorlarında. Geriye bakıldığındaysa hiçbirşeyi yerli yerinde görmüyor ve geriye dönmek istediğimizde hiçbirini yerinde bulamıyoruz. Korkak mıyız, yoldan mı çekiniyoruz yolculuktan mı? Yoksa yola kurulan tuzaklardan mı? Şehirlerdeki yollarda üstü kapalı nice tuzaklar bulurken, şehrin gri balkonlarında anlıyoruz hayatı. Uzaklara dalarken gözlerimiz, birden aklımıza geliveriyor Sevgilinin yolcuyum hitabı. İbni Mes’ud (ra) anlatıyor ve diyordu ki:
Bir gün Rasulullah’ın (sav) huzuruna girmiştim. Bir hasır örgüsü üzerinde uyumuştu. Hasır, vücudunun temas ettiği yerinde iz bırakmıştı.
‘Ya Rasulallah! Bir şilte temin etsek, onu hasırın üzerine sersek de vücüdunu korusa.’’ dedim.
Buyurdu ki:
‘’Ben neyim, dünya ne? Dünya ile benim misalim, bir ağacın altında gölgelenip sonra terk edip giden bir yolcu gibidir.’’ İşte yolcu gibiyiz biz de. İşte tıpkı şehrin kapısından giren soğuklar gibi gelir eser, üfler ve kaybolup gideriz.
Madem şehre kış gelir, karlar ve yağmurlar misafirimiz olurlar bir kış boyu. Madem hava serttir, üşüyoruzdur, kırılganızdır. Madem bir gün elimizi eteğimizi çekip gideceğiz sessizce bu diyarlardan ve madem yolcuyuz dar-ı bekaya… Peki o zaman neden bu perişanlığımız birbirimize, peki neden tevazuya kol kanat germiyor bakışlarımız, neden alıp veremiyoruz üç kuruşluk dünyalık işlerimizde? Neden çekemiyoruz biribirimizin kahırlarını, kaprislerini ve neden ötekileştiriyoruz aslında birbirlerini çok iyi tanıyan ruhlarımızı? Neden yangınlarımızı beraber söndürmüyor, selam vermiyor ve düştüğümüzde tutmuyoruz birbirimizin sadık ellerinden? Neden vefa hep bir semtin adı kalıyor hatıralarımızda? Neden bu nedenler, neden?
Şehrayin, yani şehir kutlaması / eğlencesi yani şehirde yaşayan bizler. Yani sen yani ben, hepimiz, ademoğlu. Yani bizim kutlamamız. Yani kutlayamadığımız! Bestesini hep yarım bıraktığımız. Bozuk enstrümanlarla çalmaya kalkıştığımız kırık plaklar şehri!.. Şimdi buz gibi titrek baygın bakışları geride bırakarak, hiç olmazsa bu kışın avare halinde, tebessümlerle ısıtalım şehrimizi. Sonra şöyle dağa yaslanır gibi oturalım ve içimizdeki derin şehirlerde gizli saklı kalmış ne kadar umutlar varsa ve yine içimizdeki şehirlerde tepelerin ardında bir yerlerde bir el bekleyen aşk makamındaki yüce sözler fısıldayalım birbirimize. Hani diyorum o zaman asr-ı saadetteki gibi gülistan olur bağ bahçe bize. Gül söyleriz, gül konuşuruz ve güllerle yıkarız şehrimizin en girift sokaklarını. Nice evlerden bir demet taze tebessümler alırız ve seyran eyleriz cennetlik yüzleri. Kadifemsi çizgilerle bağlarız umutlarımızın en tatlı yanlarını. Öykülerden yola çıkarız, kırlangıçlardan öğreniriz sessizce göç etmeleri. Gün gelir Yedi Uyurlar gibi minarelerden haykırırız sevdiğimizi! Aslında şairin de dediği gibi:
’Gittikçe yaklaşan bir afet gibi intihar yanılgısıyla yollar beni esarete çekiyor şehrayin şarkıları söylüyorum içimden şarkılar ki hep aynı nakaratla bitiyor sen bir garip delisin gözleri perdelisin Erzurum garında, banklar üstünde susuzluktan ağlayan bir güvercin içime vuruyor kanatlarını nağmelerin ateşinde parlayan kuşlar bölük bölük hayatıma giriyor bütün çığlıkları kuşanmış ölüm dudaklarında siyanür oysa bilmiyor ki, bu yolculuktan yollar tükense de dönmeyeceğim seni yaşamadan ölmeyeceğim o çin harikası bakışlarını o pekin gözlerini gözlerin ki gece donanmasıdır yoksul ve yabancı mısralarımın’’