İnsanın Kimlik Mücadelesi / Doç. Dr. Ekrem Demirli


İletişime dair gelişmeler modernizm ve teknolojinin hızla yayılmasını sağladı, insana dair algılar da şu an çok farklı. Sizce günümüz insanının varlığa dair, kendine dair temel sorunları nelerdir, gözlemleriniz neler?
Bana göre en ciddi sorun “değişme” kavramının gereğinden fazla etkin hale gelmesi; her şeyin çok değiştiğini düşünüyoruz, hayatın çok değiştiğini, insanın çok değiştiğini, toplumların, anlayışların çok değiştiğini düşünüyoruz. Halbuki birilerinin bize çıkıp bütün bu değişim görüntüsünün altında pek çok şeyin değişmediğini ve aynı kaldığını söylemesi lazım. Bu bakımdan birinci sorun, algıda bir sorunumuz var, çok değiştiğimizi var sayıyoruz… Mesela diyelim ki 20. yüzyılın ya da 19. yüzyılın sanki hiç yaşanmamış, sanki benzeri olmayan bir çağ olduğunu zannediyoruz, bu çağda yaşayan insanların sanki hiç benzerleri olmamış sanıyoruz. Bence temel yanlışlık burada, bu algının değişmesi lazım ve değişimin ötesinde “süreklilik ilkesi” üzerinde durmamız lazım. İnsanda süreklilik, toplumda süreklilik, değerlerde süreklilik… Dolayısıyla biz bu süreklilik ilkesini doğru bir şekilde anlarsak, benim kanaatime göre dört bin yıllık, beş bin yıllık insan tecrübesiyle daha doğru, daha sahih bir ilişki kurabiliriz. O zaman o insanların bu bahsettiğimiz “ben kimim, insan kimdir, varlıktaki yeri nedir, toplumdaki yeri nedir, toplumla ilişkileri nedir?” gibi sorularda, önceki toplumların yaşadığı sorunların benzerinin yaşandığını anlarız. Onların bu sorular ekseninde buldukları cevabın bir şekilde yine işimize yarayacağını düşünebiliriz. Dolayısıyla ilk üzerinde durmak istediğim şey değişmenin sihrinin, büyüsünün bozulması. Hayatta değişim var, insanda değişim var fakat değişimin ötesinde bir süreklilik de var, bunun üzerinde durmamız lazım.
Süreklilik derken insanın daha olgun bir sürekliliği kovalamasını mı kastediyorsunuz?
Modern çağdayız, başka çağlardan bütünüyle koptuğumuzu düşünüyoruz, böyle bir şey yok aslında. Modern çağın kendini çok yegâne kabul ettiğini, bu çağdaki insanların kendilerini böyle kabul ettiklerini düşünebiliriz. Halbuki bizim buna karşılık olarak, buna mukabil bir cevap olarak çağlardaki süreklilik, zaman ve mekândaki süreklilik, insan türündeki süreklilik olgusu üzerinde durmamız lazım. Bu şu demek: Mesela Hz. İbrahim’in sorusu ve bu soruya bulduğu cevabın çağımızda da anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ya da Hz. Nuh’un kavmiyle yaptığı tartışmanın, mücadelenin çağımızda da anlamlı olduğunu düşünüyorum. Ya da Hz. Musa’nın, Hz. Peygamber’in, O’ndan sonra gelen velilerin çağlarıyla, toplumlarıyla yaptıkları mücadelelerin hâla anlamlı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla dört bin sene önceki insanın temel problemi ne idi ise aslında temel problem hep aynı olarak kaldı. O temel problem insanın kimlik mücadelesidir. Ben kimim, bu varlığın manası nedir, varlık sebebimiz nedir, nereden geldik ve nereye gidiyoruz? Bunu eski âlimlerimiz “mebde ve meâd” sorunu olarak ifade ederler; kaynağımız ne ve nereye varıyoruz, nereye gidiyoruz? Dolayısıyla çağ ne kadar değişirse değişsin, kullandığımız araç gereç ne kadar değişirse değişsin, bu temel soru, soru olarak kalmayı sürdürüyor. Geçmiş çağlarda verilen cevaplar da bir ölçüde cevap olmayı sürdürüyor.
İnsanlardaki bu kadar kafa karışıklığının, dağınıklığının sebebi nedir? Bu soruları böyle bir araya toplayıp insanlara sorulabilir hâle getirmek bugün kolay bir şey midir? Yani bir unutma da var…
Geçmişte de vardı, bugüne mahsus değil. Her çağın avantaj ve dezavantajı bir arada. Eğer çağlar arasında, mekânlar arasında, insan toplumları arasında avantaj ve dezavantajlarda bir müsavilik görmezsek hayatı anlamada çok güçlük çekeriz. Allah’ın insanlara adaletle, hikmetle muamelesini anlayamayız.
Düşünmeye zorlanmakla düşünmek arasında kat edeceğimiz uzun bir mesafe var. Sizin yaptığınız sorgulamalar dışarıdan söylem olarak insanların ağzına bu soruları veriyor olabilir ama günümüz insanı zaten bunu düşünemediği için bir fiili durum var ortada. Yani burada insanın kişisel irfanına dönüşünü cezbedici ne tür tedbirler alınabilir? Yani bir kitap yazıyorsunuz insanlar okumuyorlar, konferans veriyorsunuz orada değiller, ya da televizyon programında bir zaping yaparak dinlemiyorlar. Bugün bu cazibeyi sağlamanın, insana bu ihtiyaçlarını farkettirmenin, hissettirmenin yolu nedir?
Bunun yolunu doğrusu tam olarak bilmiyorum. Çünkü “bunun yolu” diyebileceğimiz her şeyden çok daha güçlü muhalif amiller var başka yöne cezbedici, çekici başka amiller var. Ama herhalde Amerika’da, Avrupa’da bu sorun kısmen aşılabiliyor. İnsanların bütünü olmasa bile yeterli bir kısmı, bilgiyle kültürle, kendilerine göre doğru bildikleri işlerle daha fazla ilgilenebiliyorlar. Bu konuda benim kanaatime göre Türkiye’de daha ciddi bir sorun var; doğru işlerle, kalıcı işlerle ilgilenmede. Bu, herhalde basınla ilgili, yayın faaliyetleriyle ilgili, eğitim faaliyetleriyle ilgili vs. Belki biraz bizim dilimizle de ilgili olabilir. Çağın dilini yakalamak, çağdaki insanın durumunu yakalamakla ilgili olabilir. Dolayısıyla ben bu konuda herhangi bir insanın bildiğinden daha fazla bir şey bilmiyorum. Şunun üzerinde çok ısrarla duruyorum: Türkiye’de yazma alışkanlığı hiç yok, daha önceden okuma alışkanlığını büyük bir sorun olarak görüyordum. Halbuki yazmayan birisi için okumak, gerçekten bir işe yaramaz. Bir şeyler yazılması lazım ve her insanın hayatında yazabileceği bir şeylerin olması lazım. Yazmak bize boşluklarımızı gösterecek, düşüncedeki boşlukları gösterecek, bir ihtiyaç meydana getirecek, o ihtiyaçla biz kitaba yöneleceğiz ve bir başka insanı dinlemeye yöneleceğiz. Eğer biz yazmazsak okumayız, okumazsak başka insanlarla iletişim kuramayız, dolayısıyla sorunlarımızı gerçekte tartışamayız, gerçekte ele alamayız. Bu sorun üzerine belki Türk toplumunun derinden düşünmesi lazım, derinden tartışması lazım diye düşünüyorum ben.
Belli yaşa gelmiş insanlarda – tasavvufa talip olurlar olmazlar ayrı konu- ama yetişme bozuklukları ve davranış bozuklukları da var. Bu anlamda baktığımızda, değer yargıları oturmuş insanlar mı yoksa yetişme bozukluğu olan ya da değer yargıları oturmamış insanlar mı tasavvufla muhataptır? Tasavvuf böyle insanlara faydalı olabilir mi? Çünkü bugün tasavvufa bir hizmet kurumu olarak baktığımızda –tabiri caizse- avama, herkese hitap ediyor, böyle başlıyor. Belki insan o kapıdan sonra biraz avamlıktan kurtuluyor, o yüzden temelde başlangıç noktası aynı insanların. Öncesinde daha farklı bir eğitim öğretim çalışması gerekir mi? Bu kadar yetişme bozukluğu olan, bu kadar davranış bozukluğu olan insana bu değerler nasıl sunulabilir?
Şimdi bir bakıma tasavvufun İslam’ın içerisindeki yerine baktığımız zaman daha çok farz ibadetleri yerine getirmiş, iman akide sorunlarını çözmüş, ondan sonra ikinci bir alan gibi, yani din içerisinde terakki kaydetmek isteyenle ilgili alan gibi görülüyor. Bazıları bu kanaatte olabilir, fakat ben bu kanaatte değilim, bana göre bu çok yanlış bir düşünce… Çünkü tasavvufun her ne kadar böyle bir yönü olsa da tarihsel süreç içerisinde tasavvuf aynı zamanda İslam’ın tebliğ edilmesi, İslam’ın temel inançlarının tebliğ edildiği, öğretildiği kurumlar geliştirmiştir. Bunun üzerinde çok durmamız lazım. Yani hiçbir zaman tarihin hiçbir döneminde tarikatlar, sadece iman etmiş kişilerin daha yükseğe terakki etmesiyle ilgilenmemiştir. Tekkelerin hedef kitlesi arasında bir inançsızdan, dini kabul etmeyen bir kişiden, bir Hristiyan’dan, bir Yahudi’den, ortalama bir Müslüman’dan, yani bütün insanlar vardır. Dolayısıyla bu konuda çok ciddi bir algılama hatası vardır, bu hatanın düzeltilmesi lazım. Günümüzde ki tasavvuf ehli de böyledir, hiçbir zaman sadece dinde terakki amacına odaklanmamıştır. Bu yolda terakki vardır, ama ana ilgilerini, himmetlerini, dinin tebliğine tahsis etmişlerdir. Mesela Nakşibendi büyüklerinden bir tanesinin şöyle bir sözü vardır, diyor ki: “Biz insanlara yüksek hakikatlerden konuştuğumuz için bu insanlar etrafımızda toplanmıyor, tekkelerde toplanmıyor; biz zalim hükümdarlar karşısında insanların haklarını savunduğumuz için insanlar bizim tekkelerimizde toplandı.” Bunu, benim kanaatime göre tasavvuf ehlinin hem de bütün insanların iyi anlaması lazım. Tasavvuf, terakkiye dönük yönü olsa bile, din içerisinde daha çok terakki edecek kişilere hizmet sunsa bile, esas itibariyle “Hz. Peygamber’in mescidini” temsil eder ve iman eden ya da etmeyen herkese nasıl hizmet götürebileceğini tartışır. Mesela Hz. Mevlana “gel ne olursan ol yine gel” derken, tasavvufun bütün dönemlerdeki ruhunu anlatır, bunu çok iyi anlamamız lazım ve bu konuda tasavvufa yönelik eleştirileri ve haksızlıkları da gidermemiz lazım.
Yani ihtiyaçlar noktasında baktığınızda bir kısmı aklî müşküllerinin halledilmesini önemsiyor. Çünkü tasavvuf büyükleri de tasavvufa öyle, “olmasa da olur” gibi bir noktadan bakarak değil, tasavvufu insan için elzem bir sistematik olarak ele alıyorlar…
İşte bunu çok iyi anlamamız lazım, tasavvuf biraz oraya getirilmek isteniyor, bu çok yanlış bir şey. “Ruhumuzu dinlendirdiğimiz bir yer” tırnak içerisinde söylüyorum bunu, bu ifadeyi de doğrusu ben hiç beğenmem. Ruhumuzu dinlendirdiğimiz bir yer değil, tasavvuf birincisi insan için elzem olan bahislerle ilgilidir. Mesela tasavvufun temel gayesi gerçek imandır, gerçek ahlaktır, tasavvufun temel gayesi bu ikisinin arasındaki bağı teşkil eden salih ameldir. Bu üç unsur üzerine kuruludur tasavvuf.
Bugün dünyaya ya da sakınılan bir duruş olarak “dünyevileşmeye” bakış açımızda ölçü nasıl olmalı? Çünkü pek çok insanın kafasını karıştıran bir şey bu. Manaya yöneldiğinde, sokaktaki insanın tarzı bu -okumuş okumamış hepsi için söylüyorum- sanki kendisinden bir şeyler verecekmiş gibi, kendini dünyadan soyutlanmak zorunda hisseden bir anlayış var…
Bizler şahsen, öteden beri tasavvufla ilgileniyoruz, okumaya çalışıyoruz. Şimdi tasavvufa yönelik bir zahitlik eleştirisi vardır. “Tasavvuf ahirete yöneliyor, dünya ile ilgilenmiyor.” diye bir eleştiri vardır değil mi, siz de bunu bilirsiniz. Fakat ben bu eleştirinin niçin olduğunu hiç anlamadım, çünkü hiç öyle bir zâhid görmedim. Doğrusu bir “zühd edebiyatı” var tırnak içerisinde, böyle bir söylem var ama fiilen böyle bir şey yok. Şimdi aslında ölçü bulmak hayatta en zor iştir, bir ölçü getirmek en zor iştir ve hiçbir zaman ölçü tam olarak tanımlanamaz, tanımlanmış olsaydı o zaman ahlakın anlamı kalmazdı, ölçü en nihayetinde bizim vicdanımıza bırakılır…
Tasavvufta Kur’an ve sünnet kaynaklı önemli bazı ölçüler vardır. Sosyal hayatta insanlara kol kanat geren ehl-i tasavvuf, dinimizdeki güzel ölçüleri insanlara sevdirerek öğretir ve hayata taşımasında da yardımcı olur. Bu bakımdan İslam’ı yaşamada bir kolaylık mıdır, bu ölçüler?
Derece derece ölçüler vardır. Mesela haramdan kazanmamak, helalden kazanmak, bu çok önemli bir ölçüdür. Haramdan kazanamaz, işçisinin emeğinden kazanamaz, bu çok önemli bir ölçüdür. Malının kırkta birini zekât vereceksin, bu çok önemli bir ölçüdür. İşte tasavvuf burada ortaya çıkıyor. Tasavvuf sadece farzlarla değil, sünnet ve nafilelerle de insanlara faydalı olmayı hedefliyor.
Dinimiz de sadakalar var, ikramlar var, cömertlikler var vs. Çeşitli yollarla sürekli bizim dünyevîye bağımlı hâle gelmemizi engelleyici tedbirler var ama hiçbir zaman kesin ölçüler yoktur. Çünkü kesin ölçü olsa ahlakın yeri olmaz.
Dinin ortaya koymuş olduğu temel prensipler; helal kazanç, zekâtın verilmesi, işçi hakkının tam ödenmesi, sadakaların verilmesi, cömert olmak… Bunlar bizim dünya ile ilgilerimizi belirliyor ama illa bir genel prensip söyleyeceksek bence bu prensip “emanet prensibidir.” Hayatta bize verilen her şey bir emanettir, buna canımız da dâhildir ve emanetin sahibini bilerek emanetle ilişki kurmamız gerekiyor. Benim kanaatime göre, “Tasavvuf bir insana en çok ne öğretiyor?” derseniz “Her şeyin emanet olduğunu öğretiyor.” derim. “Emanete riayet ediniz, emanete hıyanet etmeyin.” demektir. Emaneti sahiplenmeye kalkarsan, bu emanet benimdir dersen, emanete hıyanet edersin…

1 yorum

  1. Abdullah Kaya Amasyalı

    Kıymetli Hocamızı en kalbi sevgilerle selamlıyor; bu güzel, ilmi ve imani sohbet için teşekkür ediyorum.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir