
Her an kötü bir cürüm işleyebilirim. Gücüm, hürriyetim ve iradem bana bu imkanı sağlıyor. Sadece karar vermek kalıyor geriye… İşte şu andan itibaren kötülükle aramda ince ip ince bir perde var. Çizginin öbür tarafına geçip kötü bir insan olmam hususunda yani davranış açısından kötü bir şeyi başarmama çok az kaldı. Nefsime ve şeytana uymama… Nefs ya da şeytana ne tür anlamlar yüklediğime göre bu cümle bende farklı çağrışımlar yapıyor. Bir şeyi satın almak için paraya olan ihtiyaç gibi, kötülük yapmak için de nefsin potansiyel enerjisine ihtiyacım var. Nefsin başarılı olması yani sağlam bir kötülük fiilini başarması için ise sıkı bir destekçiye ihtiyacı var ki o da şeytan… Zaten gereğini yapmak için o da kenarda büyük bir iştahla bekliyor… Şeytan, yani benim şeytanım… İkimiz de yani nefsim ve şeytanım, her an her kötülüğü yapmak için gayet dinç ve kuvvetli bir şekilde hazır bekliyoruz. Yeter ki bir fırsat doğsun… Canına okuyacağız şu dünyanın… Canına okuyacağız ama ateş ve azaptan bahsediyorlar. O biraz beni frenliyor. Korkutuyor. Bir de yapacaklarım karşılığında “iyi insanlar” bana zarar verirler diye de korkuyorum. Haksız da sayılmam. Eminim onlar, bazı değerlerini korumak için her şeyi yaparlar…
Evet, yukarıdaki cümleler, siz kıymetli okurlarıma “şeytanın ve nefsin sözcülüğünü yapmak” gibi geldi değil mi? Tabi ben, konuyu biraz allandırıp pullandırdım. İnandırıcı olmaya çalıştım. Umarım inandırabilmişimdir. Çünkü bir şeyin gerçekleşme basamaklarını yazmaya çalıştım. Bunlar çoğu zaman dile dökülmeden ve belki de hiç düşünmeden yapılabilecek şeyler… Aklı ve vicdanı devre dışı bıraktığınızda maalesef akıl böyle işliyor. Siz yine de hatta içinize sine sine hep sanki bunu böyle yapıyormuş gibi hissetseniz de bunlara inanmayın. Çünkü bu seslere inanmamak sizin “iman” tercihinizdir. Aksi halde, yukarıda da okuduğunuz gibi, kötülük yapmak hiç de zor değil… Hatta yukarıdaki satırları okurken aklınıza ilk gelen kötülük ihtimalleri, belki de yapmaya en yatkın olduğunuzu zannettiğiniz kötü şey türleri olabilir. Eh, ne de olsa insanın elinden gelen şeyler var. Zaten mesele, elinden geldiği halde kötülüğü tercih etmemek, kötülük yapmamak, en önemlisi de kötülüğe niyetlenmemek değil mi? “Ameller niyetlere göredir.” hadisini biraz da işin bu tarafından okuyup daha işin başında niyeti “iyi, doğru ve güzel” hale dönüştürmek, belki de hepsinden daha güzel… Çünkü böylesi, “taklidi imana” kıyasla, “tahkiki iman” örneğinde olduğu gibi, taklidi iyiliğe kıyasla tahkiki iyilik gibi olacaktır. Yani niyet faktörünü herhangi bir konuda sağlam, iyi, doğru tercihlerde bulunmaya dair kendi içimizde bir eminlik duygusunu yakalayarak, “kalitesi tereddütsüzlük olan” bir halet-i ruhiyeye dönüştürmek… Kötülükte tereddüt ve nihayetinde red, iyilikte kararlılık ve istikrar…
Kendimizle baş başa kaldığımızda neler düşündüğümüz konusuna gelince işte Allah zikri bu yüzden vardır. Bütün tasa, düşünce, kaygı ve gailelerden uzak, Rabbi ile baş başa kalmak… Ama böyle bir eğitim ve alışkanlığı, muhabbeti olmayan insanı da bir takım tehlikeler beklemektedir. Kendimizle baş başa kaldığımızda içimizdeki yanlış seslere kulak vermemek, “Ben başkayım, nefsim başka” diyerek, kendimiz hakkında doğru insan olduğumuza dair bir güven içinde olmak, bizi temsil eden gerçek kendimizdir, aslımızdır, şahsiyetimizdir. İçimizden geçen kötü şeylere “inanma eğilimi” ile “kötü insan olmak” farklı şeylerdir. Bizi biz yapan işte o içimizdeki kötü seslere hiç itibar etmemek ve bunları fiiliyata, gerçeğe dönüştürmemektir. Eğer kendimize güvenemiyorsak “Ben bunu asla yapmam” diyerek de güvensizlikle güven arasındaki hassas durumu, iyilikten yana tavır koyma adına kendimize telkin ve âleme ilan etmiş oluruz. Nefsin dışarıdan ama bir o kadar da iç içe yaşayan yardakçısı şeytan ise de ruhun da iyi arkadaş, salih insan ya da dostlar gibi yardımcıları olduğunu unutmamak lazım. Kendimizle ilgili asıl gerçek budur. Ne olur, nefsimiz şeytanı bahane etmesin, biraz da aklımız kalbimiz, dışarıdaki doğru insanları, dürüst insanları, salih arkadaşları, Allah’ın veli kullarını bahane etsin, değil mi? İnsanın aslında “Hz.İnsan” oluşu, “eşref-i mahlukat” oluşu, Allah’ın yeryüzündeki halifesi oluşu, eğer talip olunursa insanla ilgili gerçeğin ta kendisidir. Ah bir fark edebilsek bunu… Nefse uyma ihtimalimiz ise hiç akıldan çıkartılmaması ve teyakkuz, uyanıklık halinde olmamızı gerektiren bir “gerçeklik” durumudur. Yani “vaka ayrı, olgu ayrı” dedikleri şey… Henüz yapmadığımız ya da asla yapmayacağımız şeyler yüzünden kendimizi suçlamamak.. İşte meselenin özü bu… Çünkü aksi halde sürekli aklından hiç de istemediği şeyleri geçiren insanın kendisiyle ilgili algısı yani kendine verdiği not maalesef iyi olmuyor. İşte şeytanın bizi bizle istismar edip nefsin de bahaneye baktığı olay ya da yer burası… O halde “takva” denilen durum; insanın yani kendimizin, her kötü şeyi yapma ihtimalinin bir potansiyel, bir güç, bir duygu olarak bizde var olmasına rağmen, o durumları gönül semtimize yaklaştırmama ve yakıştırmama iradesidir. Bakın kötülük ne de çok işe yarıyor. Her kavramı kendi zıtlarıyla beraber düşünerek yapılan bu diyalektiğin adına “nefs muhasebesi” deniyor. Yoksa adeta şeytanın sözcülüğünü yapar gibi, “ben adiyim, ben rezilim” diyerek nefs muhasebesi yapanlar, ağlayıp sızlayan ama gerekeni yapmayan insan durumuna düşerler ki bu da aslında fiilen hiçbir işe yaramaz. Ağlayıp sızlayarak “pisliğin üzerini örtmek” değil, “temizlik yapmak”tır aslolan… Sırf bu nedenledir ki iyilik yapmaya “niyetlenmek” dahi çok büyük bir mükafatla sonuçlanıyor. Çünkü iyilik yapmaya niyetlenmek, Allah’tan yana tavrını ortaya koymak anlamına geliyor. “Siz bana bir adım atarsanız, ben size on adım atarım.” demiyor mu Yaradan.. Unutmayalım ki nefsimiz ne kadar büyükse ruhumuz da o kadar büyüktür…
Eğer biz “Şeytana uyma!” sözündeki her bir kelimeyi hakkını vererek idrak etmezsek, ihtar ve uyarı cümlelerinin kendi içimizdeki sakındırıcı, engelleyici, durdurucu değerinden yararlanamayız. İman etmemiz gereken bir gerçek var ki o da;
“Şeytan vardır, nefis vardır.”
“Allah vardır, ahiret vardır.”
“Azap vardır, mükafat vardır.” gerçeğidir.
Bu makalenin sonunda belki de en önemli şey, günümüzde hangi şeylerin iyi, hangi şeylerin kötü olduğunu da şöyle icmalen söylemek olmalı. Çünkü nedense günümüz, “bana göre” te’vilinin çok yapıldığı bir dünya. Herkes, kendini haklı çıkarmak ya da iyi bir bahanenin arkasına saklanarak nefsini dillendirmek için iyilerle kötülerin, iyiliklerle kötülüklerin yerini değiştirmekte bir sakınca görmüyor. Bu durumda, yukarıda anlattıklarımız maalesef hiçbir işe yaramıyor. Yani dürüstlük ve adalet duygusu olmazsa iyi bir yerde durduğumuz hususunda emin olamıyoruz.
Sonuç olarak; çevremizdeki güzelliklerin kıymetini bilmek, onların bizdeki duygusal ve derûnî karşılıklarını hissetmek, “iyi insan” olmaya doğru yelken açtığımızın en büyük delilidir. İnsan ruhunun estetik boyutu bunu kaçınılmaz kılar. İnsanın sanata olan ilgisinin temelinde de estetik duygusu ve tefekkürü yatmaktadır. İnsan, kendi üzerindeki harika sanatları fark ederse gerçek sanatkar olan Allah’ı da hisseder. Allah (cc) ile kurulacak duygusal bağlar ise kötülüğün peşini bırakmadığı günümüz insanının en büyük can simididir. Yoksa kâinatta iyilik ve güzelliğin mayası daha güçlü çalınmıştır ve o güzellikler hep vardır ve mevcuttur. Ama bizim açımızdan, sadece talip olunmayı, tercih olunmayı beklemektedirler… İnsanın erdemi, kendini yaratan karşısında kendinde varlık görmemesidir.
İyilik ve güzellikler içinde kalmanız dileğiyle…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

