Her Bitişinde Yeniden Başlayan Yolculuk / Kenan Kurban

gonul-19-yolculukMüslüman güçlü olmalı… Teoride kulağa çok hoş geliyordu fakat günlük hayatta gücü kullanacak güce nasıl sahip olacaktı? Kendisi ne zaman gücün esiri olmuştu? Hangi ara sınırı geçmişti? Gücün kendisinden olduğunu zannedip acziyetini unuttuğunda çizgi aşılmıştı. Zengin adam psikolojisi; günah işlemeyi kendisine layık görme, imkânlarıyla kendisini affettirebiliyordu. Zaten her günahın bedelini çek defteriyle, banka hesabı ödüyordu. Her defasında yüklü bağışlarla tekrar nefes alabiliyordu.
-“Lanet olsun! Ben bunun için mi mücadele ettim?” Kuvveti arttıkça ameli zayıflamış, yeni yeni günahların müptelası olmuştu. Bilmediği yeni yasak zevkleri tatmak, bildiği manevi hazları unutturmuştu.
Sonra yakalandığı, bağımlısı olduğu günahları düşündü. Kendinden utanıyordu. Keşke sigara, alkol, uyuşturucu tedavi merkezlerine, benzer günahları bıraktırma, kurtulma merkezleri açılsa, insanı değil insanlığını yiyip bitiren bu virüsten kurtulabilse. Ne acayip! Daha fazla para kazanmak amacıyla kişisel gelişim, beden dili ve birçok alanda özel kurslar açılırken insan olabilmek kursu, Allah’la beden ve kalp dili kurslarını kim açacaktı? Açılsa kaç Allah’ın kulu iyi bir insan olmadığını kabul eder de kayıt olurdu? Başlasa bile bitirebilir miydi? Şimdi anlıyordu; gündüz gözüyle elinde fenerle dolaşan bir Allah dostuna sorarlar;
—Nedir bu halin günlük güneşlik bir vakitte?
—İnsan arıyorum, insan? O mübarek bulmuş mudur bilemezdi. Fakat kendisinin kaybettiği belliydi.
Sırtını iyice koltuğa dayayıp geriye doğru yaslandı. Laptopunun üzerindeki ince ve büyük harflerle yazılmış “ALLAH BENİ GÖRÜYOR” yazısını bir daha okudu. Esmer tenindeki acı tebessümle yüzü daha da karardı. Bir hafta önce gelen açık saçık bir video kendisini nasıl da mat etmişti. Önce silip geçecekti. İçindeki sese ve meraka yenik düştü, izlemeye karar verdi. Fakat yazıyı okuya okuya izleyemezdi. Ve bir kâğıtla “ALLAH BENİ GÖRÜYOR” yazısını kapatıp üç dakikalık videoyu seyretti. Sonra içinden şöyle geçirdi; “Ah cahillik ne güzel şey, rahat rahat dünyanın zevkini çıkartabilirdin. Hem de hiçbir nedamet duymadan.” O zaman da bilgiyi arayacaktı. Cahilliğe rıza gösteremezdi. Şimdi ise onu asıl üzen günahlarından çok Allah’tan uzak düşmekti. Bildiğince, inandığınca yaşayamamaktı. Bu derin muhasebeyi bilgisayardan gelen mesaj sesi bozdu. “Ben… Beni arar mısın?” Cevap vermeye niyeti yoktu. Ama niye hep onu buluyordu? Zengin bir adama yamanmak isteyen basit kızlar, onurlarını dünya karşılığı değişen dişi yaratıklar. “Seni bekliyorum hadi.” mesajıyla kendisini karasineklerin saldırısına uğramış hissediyordu. Bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Bir hışımla bilgisayarı kapatıp arabanın anahtarıyla, cüzdanı ve cep telefonunu alıp aşağıya indi. Kararı kesindi, depoyu fulleyip sadece gözünün gördüğü ufuk çizgisine yol alacaktı. Yakıtının bittiği yerde ya yitirdiği benliğini bulacak ya da tamamen yok olacaktı. Temmuz sıcağında benzin istasyonundan gaza bastı. Aramak, bulmak, kurtulmak ya da tümden yok olmak. Ne bulacağını kendisi de bilmiyordu. Sol, orta, sağ ve emniyet şeridi. Zikzaklarla yol alıyordu. Adeta ölümüne araba kullanıyordu. Kendisini kaderin kollarına bırakmıştı. İşlediği suçun farkında olup da ebeveynlerinden fırça yeme korkusuyla sırnaşarak suçunu hafifletmek isteyen çocuk gibiydi. Gözüne sadece yol yapım işçileri takıldı. Bu sıcakta, pis kokulu zifti koklayarak düşük bir ücret karşılığı hayatlarını kazanan bu insanlar ne kadar şanslıydılar. Çünkü âsiliğe vakitleri yoktu. Olsa da iflahları kesiliyordu. Ama onların bakışlarında, yanlarından geçen lüks otolardaki ışıltılı hayatların özlemleri vardı. Belki de haklıydılar. Bu sıcağa ve ortama dayanmak kolay değildi. Gebze, Hendek, İzmit, Sakarya ibre 170… aşağı düşmüyor. Kendisine sellektör yapan, el kol hareketiyle ve camını açıp uyaranlara, küfredenlere sadece gülüp geçiyordu. Ölüme giden neyi takardı? Bolu-Abant ayrımında küçük bir tabela “Hayrettin Tokadî Hz. Türbesi”. Yolunu bulan su misali şuursuzca direksiyonu o yöne kırdı. Köy yoluna benzer on km’lik yolu tırmandı. Yolun bittiği yerde on adam boyunda ağaçların bulunduğu, birkaç seyrek yer dışında gökyüzünü görmenin mümkün olmadığı adeta cennetten bir köşeydi. Birkaç otobüs ve birçok otonun bulunduğu alana park etti. Civar köyün insanları el emeği göz nuru hediyelik eşyalar ile sebze ve meyvelerin bulunduğu küçük bir pazar kurmuşlardı. Anlaşılan insanların rağbet ettiği önemli bir yerdeydi. Arabadan indi. Çit kapıdan içeriye girdi. Sadece doğanın sesi vardı. Alışık olmadığı bu sessizliği önce yadırgadı, şaşırdı. Yürüdükçe yüksek ve sık ağaçların kapattığı yerde güneşin ışıkları yok olmuştu. Saat on dört olmasına rağmen akşam olmuş hissine kapıldı. Sessizlik, karanlığa eklenen soğuk serinlik ve ürperti ile yürüyerek üç yüz metrelik yolu kat etti. Açık alana geldiğinde sohbet eden birkaç kişiyle beraber etrafı seyre dalanlar vardı. Ama şadırvanın başındaki Pamuk Dede’nin bakışları onun üzerindeydi. “Gel hadi, gel içeride seni bekliyorlar. Abdestini alıp camiye geç.” Şaşkınlıktan mıdır, vazgeçmişlikten midir? Bilinmez, söylenenleri hiç sorgulamadan soğuk suyla abdestini aldı. Caminin ahşap kapısından içeri girince karşısına ikinci bir kapı çıktı oradan da geçti. Burası küçük bir mescitti. Fakat kimsecikler yoktu. Bu sefer seslere doğru yürümeye başladı. Kapıdan çıkıp sağa döndüğünde büyük bir camiye doğru yol almaya başladı. Burada büyük bir halka kurulmuş zikre başlanacaktı. Gördüklerine bir anlam veremedi, ayakta dona kaldı. Nereye, neyin içine düşmüştü? Bir bilinmezden başka bir bilinmeze mi gelmişti? Bunu kaldıracak gücü yoktu. Çıkmak için geri döndüğünde, kendisi gibi yeni gelen ama hal ve tavırlarından tecrübeli olduğu anlaşılan takım elbiseli beyefendi koluna girip adeta sürükleyerek beraber halkaya dâhil oldular. Tilavet edilmeye başlayan Kur’an-ı dinlerken içinden de tekrar etti. Okunan neticede Kur’an’dı. Kuşkuları gereksiz gibi geldi. Fakat kaçma arzusu daha da derinleşmişti. İçindeki korkunun sebebi neydi? Korkan kimdi? Kendisi mi yoksa içindeki başka birisi miydi? Aslında kalbinin derinliklerinde bir duygu kalmak istiyordu. Allahım, bu insanoğlu niye hep böyle ikilemler içindeydi? Zıtlıklar; hayır-şer, hak-batıl vb. hep bir savaş halinde imtihan bu muydu? Zıtların muharebesi? Nasıl galip gelinirdi, ne gerekliydi? İlim, bilgi, teknoloji, akıl, feraset, cesaret vb. hepsini peşpeşe sıraladı. Sadece ilim, hayır hayır şeytandan daha âlimi yoktu ve lanetlenmekten kurtulmasına yetmedi. Akıl, elde ettiği bilgiyle her saniye sorgulamaya devam eder, bilinenle bilinmeyene yelken açardı. Düşündü, ama hiçbirinden de vazgeçemezdi. Fakat feraset, kalbî bir duyguydu. Olaylarda, yaşananlarda Allah’ın muradı neyse onu anlamayı sağlardı. Bütün bunlar bir katar olsa feraset lokomotif olmalıydı. “Müminin ferasetinden korkun o Allah’ın nuruyla bakar.” diyordu Allah Resulü Efendimiz. Kur’an ayetleriyle sürur bulmaya, sakinleşmeye başlamıştı. Buradakiler içinden geçenleri bilseler herhalde sopayla kovalarlar diye düşündü. Gözlerini kapattı. Hiç olmazsa ihlâslı olmayı arzuluyordu. Yüksek sesle estağfirullah zikri başlayınca içinde bir deprem oldu. İlk söylenen sözle beraber sanki oturduğu yer yarıldı. Dünyanın merkezine doğru düşmeye başladı. Adeta uzaydan serbest düşüyordu. Ne figanına bir yardıma gelen, ne de cevap veren vardı. Sesinin yankısı bile yoktu. Adeta çok iğrenç büyük bir kanyonun içine düşmüştü. Görebildiği sadece kanyonun duvarları ve yüzdüğü nehirdi. Ama ne nehir? Sanki tüm dünyanın kanalizasyonu buraya bağlanmıştı. Kokudan ölecek gibi oldu. Boğulmamak için mücadeleye başladı. Damarlarında kan değil sanki civa vardı ve dibe doğru çekiyordu. Kalbine de birisi özel bir hat çekmiş “başaramazsın bırak” diyordu. Sanki bombardıman vardı. Bata çıka mücadele ederken fark etti ki bu bildiği gördüğü bir sıvı ve katı değildi. Kafasını dışarıya çıkardığında ise soluduğu havayı daha önce hiç ciğerleri hissetmemişti. Kulağına gelen sese kulak verdi. Dille tekrarladı “Estağfirullah”. Her tekrar da damarlarındaki ağırlık onu daha çok dibe çekmek istiyordu. Benliğin de ise tarifsiz bir ferahlık hissediyordu. Ölüm kalım mücadelesi bütün şiddetiyle devam ederken kendisinin daha önce hiç kullanmadığı bazı manevi cihazatları devreye girmişti. Artık bir şeyleri daha iyi tahlil ediyordu. Bu nehir günahlarıydı. O yüzden hem soyut hem somuttu. Aldığı solukta, arada sırada eksik gedik yaptığı amellerinin ve ibadetlerinin manevi feyziydi ve boğulmaktan koruyordu. İstiğfar lahza lahza onu ve nehri adeta temizliyor, berraklaştırıyordu. Daha hızlı ve kuvvetli bir şekilde söylemeye başladı. Zerre zere güzellikler artıyordu. Ama kıyıya çıkmayı bir türlü beceremiyordu. Ölümü ensesinde hissediyordu. Zikir değişmiş salâvatı şerife getiriliyordu. Evet, onun şefaatiyle kurtulabilirdi. Mahzun, yalvarır ve büyük bir iştiyakla devam etti. Salevât bittiğinde artık karaya çıkmıştı. Allah Resulünün şefaatini yaşamıştı. Ve o hâla ümmetinin destekçisiydi. Soluk soluğaydı, yorgundu ve vücudu daha da ağırlaşmıştı. Bundan daha kötüsü kalbindeki başaramayacağı korkusu daha da ziyadeleşmişti. O an kanyonda bir ses yankılandı. Bu, vücudundaki kılcal damarları dâhil bütün damarları canlı canlı bir çırpıda çekilip çıkartılan adamın feryadıydı. Kıvranarak yere çöktü. Acısı büyüktü ama bedenindeki ağırlık sanki uçup gitmişti. Acısını hafifletmek amacıyla yumduğu gözlerini açtığında dehşete kapıldı. Karşısında yetmiş kollu bir ahtapot ya da ağzından pis kokular püskürterek saldıran bir ejderha vardı. Tam da kurtuldum derken… Yere yığıldı kaldı, savunmasızdı. Gerçi kalbindeki ümitsizlik neredeyse kaybolmuştu. Bu acayip, garaip varlık her tarafından sardı sardı bütün kemiklerini kırarcasına sıktı. Neredeyse soluksuz kalmıştı ve ölecekti. Kulağına bir ses geldi. Anlamaya çalıştı. Ve bu “Allah” ismi celal zikriydi. Gayri ihtiyari zayıf da olsa zikre başladı. Dilde başlayıp kalpte biten zikir tarifsiz bir güç veriyor, bu tanımsız düşmanın gücünü adeta eritiyordu. Artık zikreden dili, kalbi değil her hücresiydi. Çevresine dikkat kesildi; gördüğü, göremediği, canlı-cansız her varlıktan zikir sesi duyuluyordu. Kulaklarını tıkadı, gözlerini kapattı. Sesi normal duymanın fevkinde işitiyordu. Çünkü duyan kulakları değil bütün bedeniydi. Bu zevki seyre daldı. Zevk en üst seviyedeydi. Adeta tarifsizdi. Aslında tarifsiz, bilinmez diye bir gerçek yoktu. Tarif etmekten aciz kaldığımız hakikatler karşısında idraksizliğimizi böyle ifade edebiliyorduk. Yakin arttıkça zayıflığını idrak artıyordu. Düşman bu durumda şekil ve taktikler değiştiriyordu ama nafile. Zikrin artan temposuyla adeta kendini bir dev gibi hissetmeye başlamıştı. Olumsuz düşünceler etkisini kaybetse de his dünyasını karıştırmaya devam ediyordu. Karşısındaki düşman ise bir anlık boşluğunu, gafletini gözlüyordu. Onu keşke kendisi kontrol edebilseydi. Bu çok mu zordu, nasıl yapılacaktı? Ferhat, bunları düşünürken düşman acizleşmeye, sinmeye başlamıştı. Hayretle seyrediyordu. Onu bu kadar korkutan güç neydi? “La ilahe illallah” zikri başlamıştı. Bu kelimey-i tevhidler onun başına inen balyoza benziyordu. Kolu kanadı kırılıyor, benliği tarumar oluyordu. Zikre iştirak etti. Önce bütün ilahları reddet, onları yok gör, bil ki sadece Allah tek ilah, mutlak güç sahibi. Kelimey-i tevhid ne büyük bir güce sahipmiş? Düşman, aciz bir sokak köpeğine dönmüş bir kenara ilişmişti. Evet, kelime-i tevhid tokmağını vurdukça gıkını çıkartamıyordu. Öldürmek niyetiyle vurdu ama başaramadı. Başaramazdı, o düşman öldürülmesi için yaratılmamıştı. Terbiye edilmeliydi. Düşman doru bir kısrağa dönüşmüştü. Ferhat da bunu anladı, o teskin edildiğinde Miraç’taki Burak’ı olacaktı. İnsan bazen düşmanıyla bile yükselebiliyordu, yeter ki Allah’ın yardımı olsun. Şimdi onu farklı bir duyguyla sevmeye başladı ve onu tekrar içine aldı. İleride mağrur duran ama perişan kılıklı bir karartı vardı. Kibir onun vasfıydı, perişanlığı ise insanın içindeki ortağını kaybetmenin verdiği bir pejmürdelikti. Artık eskisi gibi etki edemeyecekti. Ama insanoğluyla olan kan davasını hiç bırakmayacak, kıyamete kadar artan kiniyle savaşına devam edecekti.
Kendine gelip gözlerini açtığında, halkanın ortasında, ana rahmindeki bebek gibi dizlerini karnına doğru çekmiş yatıyordu. Şimdi bir bebeğin zayıflığını, güçsüzlüğünü, hissederken masumiyetinin, saflığının kokusunu alıyordu. Bu halka onun için ana rahmi olmuş, yeniden doğmuştu. En son okunan Fatiha’yla destur verilmiş halka ağır ağır dağılmaya başlamıştı.
Ağır bir ameliyat geçirip de yaraları kapanan hastanın dinlenmeye ihtiyacı olur ya, Ferhat da ağrılar hissediyordu ama iyileşmeye başlayan yaralardı bunlar. Şaşırmış bir vaziyette halkadakilere uyarak ağır adımlarla dışarı yollandı. Cami çıkışında sağ tarafında bir topluluk vardı. Oraya yönelince demir parmaklıklarla çevrili bir kabir ve onun etrafında başka mezarlar vardı. “Hayrettin Tokadî Hz.” yazıyordu. Türbenin başında durdu. Fakat diğer insanlar gibi Kur’an okumak amacıyla değil. Teşekkür etmek istiyordu. “Sen yüzyıllar geçse de irşadına devam ediyorsun, beni kurtardın, Allah makamını âli etsin” Hem ölü ve diri kimdi? İnsanlar kendi ana-babalarının yanına gitmekten imtina edip birbirlerinden fersah fersah kaçarken buraya bu insanları toplayabilene ölmüş demek zalimlik olurdu.
Hem kimin Fatiha’ya, İhlas’a ihtiyacı vardı? Mevta olan kimdi? Kendisiydi, önce ölü olan, ayetlerle dirilsin diye kendi içine okudu üfledi. “Ölen hayvan imiş âşıklar ölmez” âşıklar hep diriydi. Ve o ab-ı hayat nefesinden nefeslenmek için oradaydı.
Etrafında ışıl ışıl gözlerle bakan genç öğrenciler vardı. Belki bunların masrafını başkası karşılamıştı. Demek ki bazıları şartlarını zorlayıp buraya gelirken, kimisi de şartların zorlamasıyla teşrif ediyordu. Duvarda yazılı kitabeyi okudu, Hayrettin Tokadî Hz.’nin hayatı yazılıydı. Bir paragrafta ise Şaban-ı Veli Hz.’nin nasıl bağlandığını yazıyordu:
“Şaban-ı Veli Hz. İstanbul’da medrese ilmini tamamlayıp Kastamonu’ya dönerken Bolu’da kervansarayda gecelemek için durur. Tepelerden gelen zikir seslerini duyunca sorar; “Bu nedir?” Hancı; “Bu, yukarıdaki tekkede yapılan zikir sesidir. Gelin sizi götüreyim.” Mübarek gitmek istemez ve derki; “Dervişler adamı zincirleyip bırakmazlar gelin biz yerimizde duralım.” Fakat ısrarlara dayanamaz onlara eşlik eder. Devrana girince aşkla kendinden geçer. Arkadaşlarını göndererek on iki yıllık hizmetin sonucunda irşad vazifesiyle memleketine gönderilir.”
O zamana gitmek, buradan hiç ama hiç ayrılmamak istedi. Lakin dünya çok değişmişti kalamazdı. Nefs, şeytan, yetişme bozuklukları, bilinçaltı, çevre ve arkadaşlar bu zaman hayatın hem içinde hem dışında olma zamanıydı. Eskiden Efendinin desturuyla çilehaneye girilirdi. Büyük bir çilehane olan günümüz dünyasında kim destur verip himmet edecekti?
Bulmak, her bulduğunda asıl yitiğini, eksiğini fark etmekti. Şimdinin yitiği 21. yy şartlarında nefs terbiyesi nasıl olacaktı? Yoksa yollar kapanmış sadece eski büyükleri özlemle mi anacaktık? “Allah aramakla bulunmaz ama bulanlar hep arayanlardır.” dedi.
Dönmek için arabasına ilerlerken lütfedilen hali ve bunları düşünüp kendini yalnız hissediyordu. Bu dertle dertlenen sadece kendisi miydi? Duygularını paylaşacağı bildik bir dost düşündü, düşündü…
-“Herhalde bana şaşırmış derler” dedi. Bazı zamanlar, bırakın konuşmayı; ortak heyecanı, elemi, acıyı yaşayan insanlarla aynı havayı soluması bile insana yetiyordu.
Çit kapıdan çıktığında duygulu gözlerle geriye doğru baktı. Kaybolmak için çıktığı yolda kaybolmamıştı ama yerini öğrenmişti. Kendi içinde bilinmezlerini keşfedip Rabbin razı olduğu bir “ben” inşa edecekti. Ve o ben, bütün varlığıyla tek olan İlah’a secde de yok olup hep var olacaktı.
Arabaya binip dünyaya tekrar dönmek amacıyla telefonunu açtı. Bir e-mail gelmişti. Korka korka kimden geldiğine baktı. Ve derin bir oh çekti. Bu ilkokul arkadaşı Ömer’den geliyordu. Şimdi avukattı. Çok samimi olmamakla beraber ilişkileri kopuk da değildi. Ama çok saygın bir kimseydi. Başka hukukçularla yemek yediği bir günde onun için “Avukat Ömer Öncü asla yalan söylemeyen ender meslektaşlarımızdan” demişlerdi. Arada sırada önemli gördüğü konuları paylaşırdı.
“Kıymetli ilkokul arkadaşım! Dün sanal âlemde gezinirken Şenel İlhan Bey’e ait çok mükemmel bir yazı okudum, bazı bölümlerini sana gönderiyorum:

HAVAS MEŞREB
Biliyorsunuz aklı olmayanın dini de yoktur. Yani İslam dini, delileri ve aklı ermeyeni hiçbir şekilde mesul tutup muhatap almaz…
Ama doğruyu eğriden ayırt edebilecek kadar aklı olan ve düşünebilen herkesi de, aklı ve kabiliyeti ölçüsünde mesul tutar, sorumlu kılar…
Akl-ı sakim diyebileceğimiz, deli de değil, akıllı ise hiç değil denilebilecek insanlar ise dinimizden, en alt uç noktada da olsa akıllı sayılıp mesul tutulurlar. Ve bu tür insanlar tüm toplumların kesinlikle ezici çoğunluğunu teşkil eden ve İslamî manada daha ziyade “avam” diye nitelendirilen orta zekâlı yığınlardır.
Akl-ı selim veya aklını nefsinin ve bazı nefsî kuvvelerinin saldırılarından koruyabilen insanlar ise, hep azınlıkta olan ve yine İslamî manada “Havas” diye anılan hakiki mümin veya hakiki mümin olma yolunun adayları olan özel insanlardır…
O halde, açıkça ve rahatça şöyle diyebiliriz: Tasavvufî manada; yani, ruhun derinleşme ihtiyacını tatmin etmek için yaşayan veya yol arayanlar, özel insanlardır ve bu şahsiyetler, yaratıldıkları gibi yaşamaya adeta mecbur ve mahkûmdurlar. Tabi bu mecburiyet ve mahkûmiyet iradesizlikten değil, tam tersi, mayalarındaki, özlerindeki aşktan ve hakikati arzulama iştiyakından başka bir şey değildir…
Daha açığı, tasavvufî bir hayata talip olmak özel kafalara, özel kalplere aittir. Halkların çoğunluğunu teşkil eden ve avamlar diye bilinen kalabalıkların, kuralcı, katı ve statükocu yapıları ve dun olan akılları, tasavvufî manada bir yaşam biçimine niyet etmelerine bile manidir…” (Şenel İlhan – İslam Hobi Değildir)
Buraya geldiğinde bir muammanın içindeydi, oradan çıkmıştı. Bundan sonraki zamanlarda yine düşünce, fikir sancıları çekecek günlük hayatta problemleri olacaktı. Ama olsun, cevabını alabileceği birisinin olması, olduğunu bilmek artık hiçbir şeyi kafayı takmamak demekti. Okuduğu cümlelerden anlıyordu ki kendinden daha yalnız, akıllı, kocamanan bir yüreğe sahip ve daha da dertlileri vardı. Üst bir aklın olduğunu, dayanacak bir duvarın varlığını bilmek onu rahatlatmıştı.
Tam arabayı çalıştıracaktı ki yakıt ibresi gözüne ilişti. Sonra katranı sildi, gözlerini ovuşturdu, inanılır gibi değildi. Hâla full gösteriyordu. Arabadan inip yakıt deposuna baktı, evet damla eksilmemişti. Mutlaka bir anlamı vardır. Sonra yola çıktı, otobana geldiğinde ise gösterge yarıyı gösteriyordu. Olayı fehmetti; bazen bir depo benzinle dünyayı dolaştırıyorlar, bazı zaman da on km’yi yarım depoyla gidiyordun. Yani hem kolay hem zordu, sen istikametten ayrılma yeter…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir