“Bölme” Ve İlkelden Olguna Savunma Mekanizmaları / Klinik Psikolog Dr. Ahmet Emin Acar

Kullandığımız savunma düzeneklerinin psikolojik gelişim evrelerimizle bir bağı, bağlantısı var mıdır? Geliştirdiğimiz bir savunmanın oral, anal ya da genital evreye ait olması ne demektir? Bu evre savunmalarında neler dikkatinizi çekiyor da böyle bir ayrıma gidiliyor, klinik önemi nedir?
Dürtü-çatışma kuramının, yani Freud’un klasik kuramının modası geçtiği için, biz savunma mekanizmalarını oral, anal veya fallik evreye ait olarak sınıflandırmıyoruz artık. Bunu yapan çok az sayıda kişi kaldı dünyada, çok marjinal bir kesim artık onlar; kapalı bir grup. Türkiye’de hâlâ sesleri çıkıyor ama biliyorsunuz biz 30-40 sene geriden geliyoruz bu konularda maalesef.
Oral, anal, fallik adı verilen gelişim evreleri içgüdüsel dürtüler ile ilgilidir. Nörobiyolojik olarak bu yolun çıkmaz bir yol olduğu anlaşıldı. Kernberg başta olmak üzere çoğu psikanalist bu yolu bıraktı. Kernberg bu yolu bırakmış olsa da, eski teorinin büsbütün çöpe gitmemesi için uğraş veriyor, bunu da kendisi açıkça ifade ediyor, “Tamamen çöpe atmayalım.” diyor. Yani can çekişen bir kuram olduğunu anlıyoruz klasik psikanalizin, diğer ismiyle “dürtü-çatışma” kuramının. Çağdaş psikanaliz akımları için ise aynı şeyi söyleyemeyiz.
Sağlıklı insanların savunmalarıyla problemli insanların savunmaları farklı mıdır?
Tabii, farklıdır. Olgun savunma düzenekleriyle ilkel savunma düzenekleri arasında önemli farklar var. Mesela “yansıtma” ilkel bir savunma düzeneğidir. Yansıtma ilkeldir; neden? Çünkü kendisiyle başkasını karıştırmış oldu. Kendi içindeki bir malzemenin, dışarıda olduğunu sanıyor. İçeri ile dışarıyı karıştırıyor. Tabii ki tam bir karıştırma değil bu; çok mevzi bir karıştırma. Kendisini karşısındaki ile tamamen karıştırmak, düpedüz delilik demektir. Ama dikkat edersen “yansıtma”da bundan bir iz, bir alamet var; kendisinde olanı karşıdakinde görüyor çünkü. O zaman ne oldu sınırlar? Ben ve öteki arasındaki sınırlar? Bu sınırlarda bir sorun var demektir. Sınırlar tam olsa, seninki-benimki karışmaz. Seninki sana ait, benimki bana ait, o kadar. Fakat yansıtmada, teknik dille ifade edecek olursak kendilik (ben) ve nesne (öteki) arasındaki sınırlar net değil; bir bulanıklık var. O yüzden, “yansıtma” mümkün hale gelmiş; işte o yüzden yansıtmanın ilkel olduğunu düşünürüz. Bu sebeple, bu “karıştırma” işini ciddiye alırız. Bizim için kritik bir konudur.
İlkel savunmaların olgun savunmalara dönüştürülmesinin terapinin özü olduğu ifade ediliyor. Bu bir içgörü sorunu mudur, nedir? Yeterli bir içgörü nasıl yakalanabilir? Danışanlar bunu başarabiliyor mu? İlkel savunmalarını olgun savunmaya çevirebiliyor mu?
İlkel savunmaların olgun savunmalara dönüşmesi terapinin özü değil, sonucudur. “Savunmaları olgunlaştırmak” diye ayrı bir terapötik müdahalemiz yok. Psikoterapi böyle bir şey değil. Nasihatle, anlatarak, izah ederek, doğrusunu göstererek, örnek olarak yapılmaz psikoterapi. Onu konu-komşu ve hısım-akrabalar yaparlar. Psikoterapi bunlardan farklı, özgün bir teknik olduğu için önemli ve değerlidir.
Savunma düzenekleri terapi süresince kendiliğinden olgunlaşırlar. Niye olgunlaşırlar; terapideki diğer müdahalelerin bir sonucu olarak. Yani falanca savunmayı alıp da onu olgunlaştırmak diye bir tedavi programı yok. Böyle bir yaklaşım entellektüalizme düşer. Bir savunmayı olgunlaştıracağız derken, başka bir savunmanın ağına düşeriz.
Ama insan bunu kendisi bir şekilde aklederek yaptığında, savunma mekanizmaları ilkelden olguna doğru dönmez mi?
İşte onu demek istiyorum, “aklederek” yapamaz. Dışarıdan bakanlar, psikoterapiyi böyle bir şey zannederler sıklıkla. Psikoterapi “aklını başına devşir”erek yapılmaz. Biz bu savunmaların bilinçdışı olduğunu söylemiştik; yani farkında olmadan yapıyoruz biz bu savunmaları; o zaman neyi akledecek; farkında değil ki. Savunma düzenekleri bilinçdışı çalışırlar. Bundan çok bahsettik daha önceki konuşmalarımızda.
Mesela incir çekirdeğini doldurmayan mevzular yüzünden eşine, çocuklarına kan kusturan bir adama, öfkesinin ne kadar yersiz, abartılı, zararlı olduğunu kolay kolay anlatamazsın. Her dediğine bir cevap bulur. Çocuklarının psikolojisini mahvettiğini anlatamazsın. Zaten ona birçok kişi laf anlatmaya çalışmıştır; eşi-dostu. Sen onunla konuştuğunda, o öfkesini haklı çıkaracak onlarca şey çıkarır, koyar ortaya. Hepsini teker teker ele alamazsın; birinden, ötekine geçer, yeni yeni şeyler getirir koyar önüne; başa çıkamazsın bu yolla. Buradan girerek onu tedavi edemezsin. Böyle bir yaklaşım, yamuk bir cetvele “sen yamuksun” demek gibidir. Yamuk cetvel kendisini nasıl ölçecek de yamuk olduğunu anlayacak! Tersine, kendisi ile başkalarını ölçer o; diğerlerinin yamuk olduğunu görür. Bak “görür” diyorum, çünkü görüyor gibi emindir haklı olduğundan. “İşte ölçtüm baktım, yamuksunuz.” der. Gözüyle gördüğüne mi inanacak, size mi? Sizin yamuk olduğunuzu görüyor o. İşte biz bu “içsel yamukluğa” “kişilik bozukluğu” diyoruz. “Aklederek düzelmez mi?” diyorsun ya, aklediyor işte; ama o öyle akledebilir ancak. Onun akledişini nasihatle değiştiremezsin, yamukluğu bulup oradan eğip düzeltmen gerekir.
İşte bu yamukluk “bölme mekanizması”dır. Doğruca onu hedef alman gerek. Savunma düzenekleri, “bölme” ortadan kaldırıldığında olgunlaşırlar ancak.
Peki nedir ki bu bölme?
3 yaşa kadar, çocukta bölme vardır. Yani bölme, çocuk gelişimi esnasında normal bir safhadır. Problem, bölmenin 3 yaştan sonra devam etmesidir.
Bölme, gerçekte bir savunma mekanizmasıdır. Peki neyi bölüyor?
Kişi kendisini iyi ve kötü olarak ikiye böler, “iyi kendilik” ve “kötü kendilik” diyoruz bu iki parçaya. Karşısındakini de iyi ve kötü olarak ikiye böler, “iyi nesne” ve “kötü nesne” olarak. İyi “tam iyi”dir, kötü “tam kötü”dür; bunun ortası yoktur. “Gri”nin bilmem kaç tonu henüz belirmemiştir, her şey “ya siyah ya beyaz”dır. Ara tonlar, ara renkler, yumuşak geçişler yoktur; sert sıçramalar vardır. Yani süreklilik yoktur, kesiklidir. Kişi, kendisini bir prens gibi hissederken, birden çirkin bir kurbağa gibi hisseder; prenses gibi hissederken, birden bataklığa düşmüş kötü ve çirkin bir cadı gibi hisseder. Hâlbuki kişi ne prenstir (beyaz), ne de çirkin bir kurbağa (siyah); ne prensestir (beyaz), ne de çirkin bir cadı (siyah). Dikkat edersen bu iki zıt arasında süreklilik yok, sert bir sıçrama var. Yani kademe kademe geçiş olmaz, sıçrayarak ani geçiş olur; yani değişim kesiklidir.
Her iki taraf da, prens de, kurbağa da gerçeğe aykırıdır, abartının dibidir, yani irrasyoneldir. Kişi bu uç taraflar arasında, birinden diğerine sürekli savrularak ömrünü geçirir, daha doğrusu heba eder. Bir taraf bembeyaz, pırıl pırıldır; en ufak bir leke yoktur. Diğer taraf katran karası, simsiyah, zifiri karanlıktır; en ufak bir beyazlık, zayıf bir ışık, minik bir umut kırıntısı dahi yoktur. Kişi ya orada ya burada olduğundan, yani hep gerçek dışı algıladığından dolayı, dünyanın gerçeğe uygun bir resmini çekemez; gerçek dünyayı hiç göremez. Gördüğü dünya ya aşırı iyi ya aşırı kötüdür. İşte buna bölme mekanizması diyoruz. Bu düzenek çocukken normal bir savunma mekanizmasıydı, fakat 3 yaşında miadını doldurması gerekirken devam ederse ileride “kişilik bozukluğu”na sebep olur.
Bölme mekanizmasını hâlâ kullanan kişi, cetveli yamuk olan insandır işte; ölçüsü bozuktur onun. Niye, çünkü dünyayı tam olarak, olduğu gibi hiç göremiyor ki normal nedir anlayabilsin ve ona uygun stratejiler, baş etme mekanizmaları geliştirebilsin.
Bu tür insanlar, karşısındaki ona bir biçimde kötü hissettirdiğinde, hemen kötü kendiliğe geçerler (kendisine bakışı); tabii “kötü nesne” de (karşısındakine bakışı) devrededir. Karşısındaki ona bir biçimde iyi hissettirdiğinde de, iyi kendiliğe (kendisine bakışı) geçerler, “iyi nesne” (karşısındakine bakışı) devrededir. Bunlar (temsiller) adeta gözlükte bulunan lekeler gibidir. Dünyada olmamasına rağmen, dünyada, nesnelerin üzerindeymiş gibi görünür. Yani dünya “kötü nesne” kadar zifiri karanlık bir yer değildir, fakat kişi o anda dünyayı öyle algılar, çünkü kafasındaki bu hayali, dünyaya aksettirir.
Kişinin zihninde bulunan ve dünyaya aksettirdiği bu iyi pür iyi, kötü de pür kötü olduğu için, kişi her iki uçta da aşırılığa gider, yani “Sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde.” der. Bu söylem ve davranış kişilik bozukluğunun çok net bir göstergesidir. “Ya benimsin ya kara toprağın” diyen birini düşünelim. İnsan sevdiğini nasıl öldürür! Ancak kötü kendiliğe geçerse. Çünkü kötü nesne de aktifleşmiştir. Yani karşısındaki artık sevdiği (iyi nesne) değildir. Adeta başka biridir ve iğrençtir (kötü nesne). Zihnindeki kötü nesne hayalini, karşısındaki zavallı kadıncağıza yansıtıyor ve onu öyleymiş gibi görüyor.
Bu tür kişiler, bu aşırı uçlarda gidip gelmesi, bir sevmesi, bir saldırması, bir göklere çıkarması, bir yerin dibine geçirmesi, bir aşırı mutlu hissetmesi, bir intihara meyletmesi sebebiyle, çevresi tarafından “dengesiz” olarak tanınırlar.
Normal gelişimde olması gereken şey nedir; çocuktaki bu iyi ve kötü parçaların bütünleşmesi. Yani iyi ve kötü kendilik birleşecek grinin bir tonunda bir kendilik ortaya çıkacak. Aynı şey iyi ve kötü nesne için de gerçekleşecek. Gri bir dünya algısı, yani ne olağanüstü iyi, ne de olağanüstü kötü olan ortalama bir dünya algısı ortaya çıkacak ama daha da önemlisi, bu algı sürekli olacak. Yani oradan oraya sert sıçramalar yerine, makul bir salınım dahilinde, nispeten stabil bir dünya algısı ortaya çıkacak ki biz de bütün görüşlerimizi, bakışlarımızı, stratejilerimizi, ideolojilerimizi, reflekslerimizi vs. bu dünya resmine göre üretelim, tecrübe edelim ve olgunlaştıralım, biz de böylece olgunlaşalım. Diğer türlü olgunlaşamayız ve tüm tepkilerimiz ilkel olarak kalır.
Bahsettiğimiz bu iyi ve kötü temsiller 36. ayda birleşmeliydi. Bu entegrasyona “nesne sürekliliği” denir. Yani kişinin karşısındakine bakışında artık bir süreklilik vardır. Yani iyi olan bir anda “en kötü”ye dönüşmez, bir kalemde silmez. Arkadaşının gözünde notu 90 ise, bir saniyede -90’a inmez; belki 85’e iner, belki 80’e iner. Yani grafikte sert sıçramalar olmaz, düşüşler kademe kademe gerçekleşir. Çıkışlar da elbette böyledir. Yani grafikteki iniş-çıkışlar tamponlanır. Grafikteki çizgi süreklidir, kesiklik yoktur, sert sıçrama yoktur.
“Nesne sürekliliği” kavramı Margareth Mahler’e ait. Orijinali “object constancy”. Yani nesnenin değerinin kişinin gözünde sabit (constant) olması… Belli bir marj içindeki ufak dalgalanmalar dışında, aşırı düşüş veya uçuşların olmaması… Demek ki 36 aydan sonra çocuğun gözünde kişiler pür iyi veya pür kötü görünmez; iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görünür. Bu bir olgunluk meselesidir; yani bu iki zıddı iyisiyle kötüsüyle bir arada tutmayı başarabilmek. Çevrenizdeki kişileri buna göre değerlendirebilirsiniz. Canciğer iki arkadaş, biri ötekinin arkasından konuştu diye, bir anda düşman kesiliyor! Elbette arkadan konuşmak yanlış, ama “canciğer”likten, düşmanlığa sıçrama olmaz. Belki ağzından yanlışlıkla çıkmıştır, sonra pişman olmuştur, hem belki doğru söylemiştir. Notunu beş puan düşür, on puan düşür! Düşman olmak nedir?
Kötünün iyi yanlarını görebilmek ve iyinin de kötü yanlarını görebilmek… Demek ki çocukta bu olgunluğa erişmek 3 yıl alıyor. Fakat 40-50-60 yaşında insanlar bu olgunlukta olmayabiliyorlar. Çünkü bölme 3 yaşında ortadan kalkmamışsa, sonradan ortadan kalkması için de bir sebep yoktur. Ancak terapi ile olabilir. Bu kişiler sevmedikleri insanların iyi hasletlerini görmezler, yani yiğidi öldürürler, hakkını da yerler. Sevmedikleri siyasi liderleri dinlemeye bile tahammül edemezler. Resmine bile bakamazlar. Bunlar had safhada patolojik bulgulardır. Zihinlerindeki kötülük “pür” olduğu için buna imkân vermez.
Normal gelişimde bu iki zıt nesne tasarımı yani iyi ve kötü nesne entegre olurken, yani başkası hakkındaki duyguları olgunlaşırken, kendi hakkındaki duygusunda da paralel olarak benzer bir gelişme yaşanır. İki zıt kendilik parçası da entegre olur. Böylece kendisini de, iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görmeye başlar. Kendisini çok ışıltılı görüp, ardından birden bire hak ile yeksan etmez artık kendisini. Bir başarı ile kabarıp, coşup, bir yenilgi ile işe yaramaz bir pislik gibi görmez.
Bazı insanlar 36. aya kadar bu süreci tamamlayamazlar demiştik. Yani bu yarık, bu bölme onlarda bakiye olarak kalır, fermuar kapanmaz, kendiliğin iki yakası bir araya gelmez. Bu durum yani bölme ilkel bir savunma düzeneğidir ve bunun sona erip “bastırma”ya geçmek gerekir. Yani kişi artık bölmez, onun yerine bastırır. Çocuk iken bu gelişme gerçekleşmezse, erişkinlikte yoğun bir terapi gerekir; yoksa kendiliğinden bu geçiş olmaz. Başarılı bir terapi sayesinde, bölme sona erebilir; kişi bölme yerine daha ağırlıklı olarak bastırma savunmasını kullanmaya başlar. İşte böylece savunma mekanizmaları da olgunlaşmış olur. Çünkü bölme, kendisi ilkel olduğu gibi, bir grup başka ilkel mekanizmayı da kendi hizmetinde kullanır; mesela yansıtma, idealizasyon, değersizleştirme (devalüasyon), yansıtmalı özdeşim vs. gibi. Bunlar bir ekiptir ve bölmeye hizmet ederler. Bölmenin ortadan kalkması, bu savunma mekanizmalarını da ortadan kaldıracaktır, çünkü onlar, ancak bölmenin varlığında işlev görebilirler.
Savunma mekanizmalarında duygu ya da düşünce, hangisi ön planda? Duyguyu farkındalığın dışına itmekle, düşünceyi farkındalığın dışına itmek farklı durumlar mıdır? Bunun terapi anlamında önemi nedir?
Savunma düzenekleri duygularla alâkalıdır, düşünceyle alâkalı değil. Hislerle, içgüdülerle alâkalıdır.
Çocuk gelişimindeki bölmenin 36. ayda kaybolmasını bekliyoruz demiştiniz. Devam edelim mi?
Evet, bölme 36. ayda kaybolmazsa, bu ilkel savunma mekanizmalarının yönettiği kişilik bozuk olacaktır, yani kişilik bozukluğu ortaya çıkacak demektir. Bölmeyi hâlâ kullanan bir kişi, kişilik bozukluğu düzeyindedir, biz bu duruma borderline organizasyon diyoruz.
Gelişimsel duraklama mıdır o?
Evet. Duraklamış, o yüzden bölme hâlâ mevcut, duruyor. Gelişmenin devam edip o bölmenin ortadan kalkması lazım.
Orada gelişimsel duraklama olunca ne oluyor çocukta?
Erişkin yaşa geliyor, hâlâ bölüyor. Nasıl bölüyor? İnsanları siyah-beyaz olarak görüyor; yani iyi bir insanın kötü özelliğini, kötü bir insanın iyi özelliğini kabul edemiyor.
Onu iyi ya da kötü ilan ediyor. Kendini de mi öyle?
Tabii. Kendi de iki parçadan ibaret. “Bölme ortadan kalkmadı” bu demek; yani “sen iki bölüm halindesin” demek; bu parçaları birleştirememişsin. Entegre, tam ve bütün olamamışsın.
Bu kişilerde kendilik iki parça halindedir ve bu iki parça birbirine zıttır demiştik ya. Biri etkinleştiğinde, hayat pespembe, kişi de musmutlu olur. Diğeri etkinleştiğinde ise, dünyayı katran karası gibi tecrübe ediyor; yani hiçbir umut, hiçbir çıkış noktası yok. Pespembe ve kapkara olan bu iki parça asla yan yana gelmez. Biri varken diğeri ortada gözükmez. Zaten o yüzden böyle pür olarak kalırlar. “Pür iyi” ve “pür kötü”. Kişi bunları aynı anda etkinleştiremez. Yani iyi kendilikteyken o kapkara tabloyu hatırlayamaz. Kötü kendilikteyken de sanki hiç mutluluğu tatmamış gibidir. Sanki mutluluk hiç yoktur yeryüzünde. O yüzden umut yani çıkış da yoktur. Yine o yüzden, kişinin intihara en yakın olduğu hal bu haldir. Borderlinelar kendilerini öldürürken, narsistler başkalarını öldürüler. Bu iki kişilik bozukluğu da borderline organizasyondadır.
Bu iyi ve kötü aynı anda hiç etkinleşmediğinden, kişi bunları mukayese edemez. Bir üst bakışla değerlendiremez o yüzden. Bir “tam iyi”, bir “tam kötü”dür, yani aralarında temas yoktur. Çünkü aynı anda ortada yoklar. Bu teması biz sağlarız. Bu tekniğe yüzleştirme diyoruz. Sıcak yakmasın istiyorsan, soğuk dondurmasın istiyorsan, ikisini birbirine temas ettireceksin ki ılısınlar. Sana ulvi bir terapist muamelesi yaptığında iki hafta önce ettiği küfürleri hatırlatacaksın, ama başına kakmak için değil tabii; seansta sıcak akıyorsa soğuk, soğuk akıyorsa sıcak musluğu açacaksın. Gördüğün gibi müdahalemizde tamamen bölmeyi hedefliyoruz.
Böylece, zihindeki pür iyi tasarımın içinde bir kötü çekirdek, pür kötü tasarımın içinde de bir iyi çekirdek oluşmaya başlıyor. Giderek karşıdakini ya pür kötü, ya pür iyi görmemeye başlıyor. İyi gördüğü kişinin, kötülüğünü de kabul edebiliyor ve onu bir kalemde silmiyor. Kötü gördüğü kişinin de iyi yönlerini artık görebiliyor. Terapiden önce, birisiyle kavga ediyor mesela; o kişi pür kötü o anda, hiçbir iyi hasleti yok, iyi hiç bir şeyi ona yakıştıramıyordu.
“Savunma mekanizmaları nasıl olgunlaşır?” demiştik. Terapi ile bölmeyi ortadan kaldırırsan, gördüğün gibi diğer savunma mekanizmaları da olgunlaşmış olacak demektir. Bölmenin egemenliğine son verince, diğer savunmalar da olgunlaşır. Yani bölme merkezli savunma mekanizmalarından, bastırma merkezli savunma mekanizmalarına geçmiş olur danışan. Bunu nasıl yapıyorsun; bölmeyi ortadan kaldırarak.
Nasıl?
Bölme varsa kişi borderline organizasyondadır demiştik. Borderline organizasyonun tedavisinde ne yapıyoruz; netleştirme, yüzleştirme, yorumlama yapıyoruz. Bu uzun bir fasıl. Kalıcı bir terapi, bölmeyi sona erdirmeyi amaçlar. Bunun haricinde yaptığı herşey aksesuardır. Bölmeyi ortadan kaldırmayan her terapi geçicidir, yüzeyseldir.
Bu vakalarda yüzleştirme mümkün müdür, doğru olur mu?
Tedavi ancak yüzleştirmeyle olur; yüzleştirme olmadan olmaz. İki parça halindeydi ya kendilik; işte bu iki yakayı bir araya getirmeye çalışıyoruz. Yüzleştirme bu demek. Danışan der ki “Sen dünyanın en kötü insanısın, yıllardır beni sömürüyorsun; hatta insan bile değilsin.” Sonra da “Sensiz yaşayamam, hayatım sensiz anlamsız.” der. O iki zıt kendilik tasarımının yansıması bu iki zıt kutup. Bu zıt kutupları yüzleştirmelidir terapist, yani karşı karşıya getirmelidir ki birbirlerine temas etsinler, böylece birbirlerini nötralize etsinler. Çünkü bir o taraftadır danışan, bir bu tarafta. “Ortası yoktur.” demiştik. Bir terapiste ne “Sen dünyanın en kötü terapistisin.” diyebilirsin, ne de “Sen dünyanın en iyi terapistisin.” diyebilirsin. İkisi de gerçek değil. Öyleyse hasta gerçeği görmüyor ve bu nedenle hayat becerileri gelişmiyor, duyguları olgunlaşmıyor. İkisini birbiriyle temas ettirmek gerçeğe doğru atılmış bir adımdır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir