İnsanın kendini tanıması, bizzat nefsini tanımasıyla mümkün olan pek zorlu bir süreç. Bu sözün sınırları nerede başlar ve nerede biter, tam kestirmek mümkün değil. Çünkü hem insan sürekli gelişim halinde olan bir canlı hem de potansiyeli çok yüksek… Hatta nefsinin kötü özellikleri kadar yüksek bir canlı. Nefs ilimleriyle uğraşanlar bunu çok iyi bilirler. Malumdur ki nefsin ve şeytanın hileleri hiç bitmez. İslam gibi insanın nerede nasıl gelişeceğini, hangi aşamalarda onu ne tür zorlukların beklediğini ta işin başında söyleme kudretine sahip bir din ancak yüksek bir terapi özelliğine sahip olabilir. Bunu bazen zorluklarla başa çıkma ve peygamber hayatları üzerinden, bazen insana bizzat insanı anlatan bir yordamla nefsin özelliklerinden bahsederek, bazen de insana hiç bilmediği metafizik zorlukları anlatarak düşünceye kapı aralayan bir ilahi yardımla ortaya koyar. Hangi insan kaynaklı bilgi, insana bu boyutta yardımcı olabilir ki?.. Fasık insana tembelliğini anlatarak, mümin insana yoldaki tehlikelerden bahsederek, münafığa durduğu yerin nasıl bir yer olduğunu açıkça söyleyerek her yolda kalmışın elinden tutmak, ancak büyük bir merhamet sahibinin inceliği olabilir ki, O da Allah’tır. O Allah ki, insana insan cinsinden rehberler göndererek insana insanı ayna yapar. Mutlak güç, kuvvet ve kudret sahibi olduğunu bildirerek çıktığı yolculukta yalnız olmadığını telkin etmekle insana ümit aşılar. Her bir olaydan ibret alabilmesi için hayatın içinde binbir türlü mizansen ve başrolünde bizzat insanın olduğu senaryoları insanın idrakine sunar. Olaylardan ders alması için bazen bizzat insanın kendisine yönelik kader unsurlarını hayatın içine yayar. Tedricilik mantığında adım adım insanı eğitir. Gönderdiği kutsal kitabın yanı sıra olayların ve hayatın diliyle an be an insana seslenir. Varlığını her an hissettirerek insanın unutma ihtimalinin önüne geçer. Hayatın sessiz dilini dillendirerek insanı uyarır. Bazen insanı varlıkla ihya eder, bazen yoklukla, tek başına kendi çabalarıyla asla eline geçmeyecek bir maneviyatın önünü açar. Bazen yoklukla sınar, bazen sağlığını elinden alır ve sabrına bakar, bazen varlık içinde yokluğu yaşatır.
Mazlumlar Aşkına “Duruş”…
Bazen yanımızda namaz kılan özürlü bir dostun yanında beden ve hareket olarak kusursuz bir bedenle namaz kılıyor olmak dahi beni üzmüştür. Peygamber Efendimiz’le (s.a.v) ilgili “Sizin acı çekmeniz ona çok ağır gelir…” ayetini bu durumla birlikte düşününce ümmete olan diyalog ve merhametimizin, hatta insana olan merhametimizin ne kadar az olduğunu düşünürüm… Hatta fakirin yanında rahat rahat yiyip içmek ve hiç bölüşmemek ne denli garip bir davranış ise bu tür rahatlıkların kibre ve cimriliğe, hasede ve ucuba, riyaya ve kendini bilmemeye dayalı bir düşüncesizlikle ilgisi bizi düşündürmeli.
Kibir, riya, hased sadece tefekkür boyutunda ele alınacak konular değil… Tevbe istiğfar eylerken bizzat hayatın içinde muhasebe edilmesi gereken pek çok durum var ki hasedimiz, riyamızı, kibrimizi oralarda farkedebilirsek, aysbergin üstündeki nefsaniyetin aysbergin altında alabildiğince devasa ve diri, canlı olduğunu görür ve bunlardan da Allah’a (c.c.) sığınırız.
Bizim aymazlıklarımızın ve pasifliklerimizin nice cana can suyu değil, zehir olduğunu farkedersek işte asıl o zaman nerede durduğumuza dair gerçekçi bir kanaate sahip olur ve istiğfar eylemenin niçin çok elzem ve sandığımızdan da daha içi dolu bir eylem olduğunu anlarız. Birçok insanın günahsızlık düşüncesine kapılıp kendini kaf dağında görmesinin, tevbe edememesindeki dengesizliği ve hafifliği daha kolay farkederiz. Müslüman neden güçlü olmalı sorusunu cevaplamadan önce, madden ve manen güçlü bir Müslümanın nasıl olması gerektiği konusu, içinde bulunduğumuz ve hayatın ta kendisi olan imtihan sürecini değerlendirmede daha verimli bir yerde durmamızı sağlayacaktır.
Bugün pek çok düşünen kafayı yeryüzünde en çok üzen ve yoran duygusal alan “adalet” kavramı, adalet konusudur. Bu konuyu genellikle, çaresiz olduğumuz ve elimizden bir şey gelmeyen durumlarda “yeryüzünün bir sahibi” olduğu düşüncesiyle rahatlama yoluna gideriz. Bu hiç şüphesiz böyledir. Kaderin cilveleri herkese bir şeyler öğretir. Ama kendi durduğumuz yerin bu mağduriyetlerde ne kadar payı olduğunu “es” geçeriz. Oysa bu konuda toplumda herkesin bir payı vardır.
Sevabıyla Günahıyla Bugün
Bu sözü Müslümana söylerler ancak… Günah da sevap da Müslüman içindir. Kendi zaviyemizden olaylara böyle bakarız… Çünkü içinde bulunduğumuz değerler dünyası, bize bunu telkin eden bir anlayıştır. İnsan sormadan edemiyor: “Düşünce fakirliği mi, afazi mi, şizofreni mi, imandan sıdkını sıyırmak mı?”
Yunanlı filozofun “fıçıdan” verdiği mesajı alıp, “çöl”den fışkıran özü (İslam) ciddiye almamak, düşünce dünyamızda halen büyük bir oryantalist baskının olduğunu gösteren bir karine. “Çöl” kelimesi yanlış anlaşılmasın; Necip Fazıl “Çöle İnen Nur” kitabını yazmıştı. Batı bir an önce rollerini değiştirip mağdur edebiyatı oynamaya başlasa iyi olur. Çünkü farklı gelişmeler olmazsa yakında Batı’yı da mağduriyetler bekliyor. Fikrî yüzleşmeye kapalılar… Despotizmden besleniyorlar. Başat kültür ve güç edebiyatı yapıyorlar. Güç kullanma eğilimleri, İslam karşısında büyük bir kompleks olarak da sırıtıyor. Sömürdükleri o büyük kitlelere kendilerince eğitsel (!) dahi yaklaşamıyorlar. Bir fenomen olarak medeniyetler arası etkileşime de kapalılar… Ama büyük bir hakikat ki gönle sızan ilhama ve hidayete engel olmak da mümkün değil. Fakat Batı’nın kötülük hanesinin dolu oluşu gerçek manada İslam’a iyilik olarak yazmaz. Sonuçta Müslümanların durumu “kendine karşı önyargılı”, kendinden soğumuş bir hale dönüştü. Bu durum, son kuşaklarda, eğitimsizliğin ve yetişme sorunlarının vurduğu bir tsunami gibi… Öyle ki deistik yaklaşımlar, ilgi, saygı, edep ve muhabbete dayalı bir peygamber algısından uzaklaşma, araştırmacı bir zihin yapısına sahip olmamak, kendindeki yozlaşmaları İslam’a mal etmeye kalkışan bir “ucubeye” dönüştü. “Farklı yorumlar” başlığı altında ele alınan konuların içinde, iddia edilenin aksine “insanlık” yok, muhabbet yok, sevgi yok… Ama bozulma var, doğal olarak cehalet var…
Boşluğun Felsefesi Olmaz…
Dünyanın nereye gittiğine dair eminim her düşünen canlıda bir fikir oluşmuştur. Ben merkezli düşünmeye alışmış ve alıştırılmış insan, kendi küçük dünyasında büyük bir hayal kurmuş ama hiçbiri gerçekleşmemiş gibi hüzünlü… Bir iç burukluğu yaşıyor. İdeolojilerden daha sahici bir burukluk bu. Deli gömleği giymekten bıkmış usanmış aslında. “Kendilik” denen gerçek, çok uzaklarda bir yerlerde onu bekliyor ama aradığını bulmak herkese nasip olmuyor maalesef… Mikrokozmos ve makrokozmosun bir arada hayat bulduğu bir dünyada, kendi dışındaki bütün âlemle bir irtibatı olduğunu hissetmek için koskoca bir gönül genişliğine ihtiyacı var ama nafile. Potansiyeli yüksek ama eylemsizlik içinde bir iş adamı gibi de fakir. Derinlerde bir yerde değer verdiği ne varsa tükenmiş… Bütüncül bir bakışla pek çok şeyi biliyor ve farkında… Kendi dışında ne varsa hepsinden bir parça taşıyan bir Adem olmak hiç kolay değil. İçindeki her bir parça bir şeyi, evet, bir şeyi temsil ediyor. Tabir yerindeyse hepsinin de bir ruhu var. Her biri, bir hikmetten besleniyor üstelik. İnsana kendisini anlatan her sanat eseri, bir sızı gibi her demde bir yerlere dokunuyor. Yani bir resimle gerçek bir manzara arasındaki fark gibi bir yapmacıklık var hayatında. Sadelik bile değil, bir boşluk, sadece bir boşluk hissediyor içinde ama büyük bir boşluk… Bu haliyle, içinde, nihilizmi dahi bitirmiş… Evet, boşluğun felsefesi olmaz. Çünkü aç kalmak için edebiyat yapılmaz… Çünkü insanın gözyaşları “taş” değildir. Çünkü insan ânı yuvarlayarak büyür… Çünkü hiçbir şey sebepsiz olmaz… Çünkü anlam, ruhun sermayesidir. Anlamsızlık insanı “ruhsuz” yapar… Çünkü hem ruhlu hem ruhsuz olunamaz… Nasıl ki bıçak keser, ateş yakarsa ruh da anlamsız olmaz. Ruh bir libas değil, özdür. Bedenden sıyrılmak mümkün olmadığı gibi, ruhtan da sıyrılmak mümkün değildir. Kısacası insan, insan olmak istediği sürece insandır.
Bizim yazı ile çektiğimiz fotoğraflar, insanın ızdırabını tanımlamaya yetmediği gibi, hiçbir neşe de satır aralarına sığdırılamaz. Mesela merhamet, aşkın bir duygudur. Merhamet duygusunu insan, ancak ruhuyla hisseder. İçinizi, bir bağırsak gibi dışarı çıkaramazsınız ama duygular, kalbin derinliklerinde hep büyük bir coşku içinde hissedilmeyi bekler. Ara sıra dile dökülen duygular, her biri derinlerdeki bir çığlıktır aslında. Sevgi bir yorgan gibi sarar insanoğlunu. Kutuplara dönmüş dünyada, aradığı bir sıcaklık gibi… Çünkü insan kendi gerçeğiyle alabildiğine çıplaktır. Hayat, sevgi ve merhametle sarıp sarmalar onu. Dayanma gücü verir insana. İçine sinen bir şeyle buluşturur onu. Buram buram anlam yüklü değilse hayat, insan bir sızıyla hep üşür…
İlim, irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin insanı gerçek kendiliğe davet eden ve sağlam ölçülerle düşünmeyi sağlayan “Zühd Psikolojisi” sohbetini bu satırlara taşıyarak okurlara faydalı olmasını çok önemsiyorum:
“İnsanoğlunun bu dünyaya gönderiliş gayesi imtihandır. Bu gerçeği Rabbimiz şu ayette açıkça bildirmektedir: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
Elbette gayesi imtihan olan bu dünyada yaşarken insanın psikolojisi de bu amaca uygun olmalı. Bu dünya bizim ebedi kalacağımız bir yer değil. Burada bir yolcuyuz. Efendimiz de bu durumu şöyle ifade etmiş: “Benimle dünyanın misali, bir ağaç gölgesinde dinlenen yolcunun misali gibidir.” (Ahmed b. Hanbel) Bu hadis ne demek istiyor? Şöyle düşünelim: Şehirlerarası otobüslerin mola verdiği bir tesiste dinleniyoruz. Oraya yerleşemeyeceğimiz için bir an önce ihtiyaçlarımızı giderip yolumuza devam edelim deriz. İşte her zaman insan bu psikolojide olmalı… Bu psikoloji kognitif yapımıza da oturmalı. Evet, dünyanın imtihan formatında yaratıldığını idrak eden bir kişi otomatikman zahid oluyor. Zahid kişi dolayısıyla akıllı kişidir. Zahid kişi, dünyaya dünya kadar, ahirete ahiret kadar değer verip bunu idrak eden kişi demektir. İnsanlar zahid olmadan asla bazı ahlaklara sahip olamazlar, bunu iyi kavramak lâzım… Mesela cesaretin temelinde zahidlik duygusu yatar. İbni Hazm sarayda yaşamış bir İslam âlimidir. O demiştir ki: “Sarayda yaşamış kahraman askerler, kumandanlar gördüm. Onların özelliği zahid olmalarıydı. Dünyayı hafife alırlardı.”
Cömertler de zahid insanlardan olurlar. Dolayısıyla bir insanın kalbi zühd tarlası olursa onun içine her türlü ahlak ekilebilir. Bize zühd bilgisi değil ‘zühd bilinci’ lâzım. Zühd psikolojisi kalbine yerleşmeyip bilgi olarak kalırsa zahid değilsindir. Çünkü kafadaki bilgi bilinç hâlini almadan dünya hırsını günah arzularını durduramaz. Zühd bilgisini bilinç hâline getiremeyenler ancak te’vil uzmanı olurlar. Zühd psikolojisi taviz verilecek bir şey değildir. Zühd psikolojisine girmediyse bir insan deli gibi yaşıyor demektir. İnsan bu dünyaya yiyip içip keyfetmeye değil, imtihan için gelmiştir. Madem imtihan için geldik, o zaman Allah (c.c.) beni her an her şeyle imtihan edebilir demektir. İnsanlar bu psikolojide yaşamalı. Bu psikolojide yaşamazlarsa sonsuz bir dünyada yaşıyormuş gibi yaşarlar ve her zaman sorunlarla karşılaşırlar.
Zühd konusunu yazan âlimlerin çoğu maalesef İslam dışı yazıyor. Bizler zühd hayatını değil, zühd psikolojisini öğrenmeli ve hayatımıza geçirmeliyiz. Zühd hayatı ne demek, zühd psikolojisi ne demek? Zühd hayatı zahid dervişlerin mantığı. Onlar ahireti kazanmak için tamamen dünyadan yüz çevirdiler. Bir hırka bir lokma bize yeter, üç günlük dünyada çalışmaya gerek yok dediler. Bu bakış tarzı fertler bazında kalırsa ne âlâ. Ama genel olarak İslam’ın dünya hayatına bakış tarzı olarak anlaşılır ve yaşanırsa o zaman ciddi sorun var demektir. Ki bence bu yanlış bakış tarzı Müslümanlar arasında yaygın ve onların psikolojisine işlemiş durumda. Müslüman toplumlara baktığımızda bu yanlış anlamanın eserlerini görüyoruz. Dünyayı ihmal neticesi Batı toplumlarından geri kaldılar ve onların her yönden kölesi durumuna geldiler. Müslüman zahid olmalı ama bu mantıkta değil. Müslüman’ın zühd anlayışı dünyayı terk ederek değil, dünyaya gerektiği kadar değer vermeyi bilerek olmalı. Buna ben “Zühd psikolojisi” diyorum. Müslüman dünya nimetleri içinde olduğu halde psikolojisi zahidane olmalı. El kârda gönül yârda misali… Hani çarşıda bir kuyumcu genç altınları sayarken yanından maneviyat büyüklerinden biri geçiyor. Kuyumcuya bakıp hâline acıyor. İçinden diyor ki: “Yazık! Boğazına kadar dünyaya batmış bir genç.” Sonra, şunun bir de kalbine bakayım diyor. Kalbine keşfen nazar edince eliyle her altın sayışında kalbiyle de Allah’ı (c.c.) zikrettiğini görüp hayretler içinde kalıyor. Sonra şu veciz sözü söylüyor: “El kârda gönül yârda.” Yani eli ticarette ama gönlü sevgili Rabbi ile meşgul… İşte bizlerin zahidlik anlayışı bu genç gibi olmalı. Şu ayetler de bu gerçeği ifade etmiyor mu? “Allah’ın (c.c.) sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma…” (Kasas, 28/77) Bu ayetten anlıyoruz ki dünyadan da faydalanacağız dünya nimetlerinden de istifade edeceğiz. Helal dairesinde dünya nimetlerinden istifade edeceğiz ki ahiret nimetlerine karşı bizde bir iştiyak oluşsun. Cenneti ve cennet nimetlerini de isteyebilelim.
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “İnsan yaşlandıkça iki şeyi gençleşir; uzun yaşama arzusu ve mal sevgisi.” (Buhar, Rikak, 5) Bu hadis-i şerif, mal sevgisi ve uzun yaşama arzusu fıtratta var diyor. Bununla ilgili ayet de çok… Anlaşılıyor ki bu sevgiler kötü değil ama bu sevgileri amaç edinirsen sapıtırsın. Büyükler, yok saymayalım ama araç gibi görelim demişler. “…Rabbena âtina fiddünya haseneten ve fil ahireti haseneten ve gınâ azâbennâr.” (Bakara, 2/201) Bu ayetin manası şudur: “…Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.” Her namazda dua olarak okuduğumuz bu ayette dünyada iyilik isteyin diyor. Demek ki nimetler güzel, sadece vermen gerektiği kadar değer vereceksin. Ahirete göre değer vereceksin, kâr ve zarar durumunda bu psikoloji bizim için elzem oluyor.
O sebeple zühd psikolojisini bilgiden bilinç hâline getirmeye çalışmalı ve sık sık bu sohbeti birbirimize hatırlatarak bu hâli ölene kadar korumaya çalışmalıyız. Üstad Bediüzzaman da talebelerine “zühd” gibi önemli olan “ihlâs” risalesini sık sık okumalarını tavsiye edermiş. Çünkü ihlâs da her zaman diri tutulması gereken ve kolayca kirlenip bozulabilen bir duygudur. Zühd de aynen ihlâs gibidir.
“Allah’ın (c.c.) sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma…” (Kasas, 28/77) ayetine şöyle bir mana da verebiliriz: Ahirete dünyadan daha fazla değer verin. Öyle değer verin ki dostlarınız sizi uyarsınlar, “Kendini bu kadar heder etme, dünyadan nasibini unutma.” desinler. Böyle olmazsa Tevbe Sûresi yirmi dördüncü ayetteki psikolojiyi nasıl yakalayacağız? Bu ayet ne diyordu? De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 9/24)
Dünya sevgisinin fıtrattan oluşu nedeniyle insanı her zaman kendine çeker. Dolayısıyla insan ne kadar mücadele etse de tekrar bu mal sevgisi ve yaşama arzusu onu kendine çekerek kolayca insandaki zühd psikolojini bozar. Zühd hayatı değil, zühd psikolojisini öğrenmeli ve sonra da onu bilinç hâline getirmeliyiz. Zira bu “çekmeden kurtuluş” bilgi ile olmaz, bilinçle olur. Öğretimde bilgi verilir, dimağa yerleşir. Eğitimde ise nefse yerleşir. Cerrahlık gibi, kitaptan okumakla cerrah olunmaz. Karate eğitimi gibi, şoförlük eğitimi gibi misalleri çoğaltmak mümkün. Zühd psikolojisini tabiat hâline getirirsen istikamet üzere gidiyorsun demektir. Bu sebeple sadece bilgi değil, bilinç seviyesinde bu psikolojiyi kazanmalıyız.
Evet netice olarak anladığımız o ki kısaca zühd psikolojisi; dünyanın geçici, ahiretin kalıcı olduğu ve dünyanın imtihan formatında yaratıldığı bilgi ve bilinciyle sevgilerimize ince bir ayar yapmaktır.”
İlim irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin bu sözlerini şöyle özetlesek yanlış olmaz sanırım: Dünyadaki hiçbir şeyin ahiretteki herhangi bir şeyden üstün olamayacağı bilinciyle yaşamak…