Mehmet Bey, şiir ve yazıya olan ilginiz nasıl başladı? Sizi yazmaya iten etkenler nelerdi?
Yazmaya olan ilgim çok küçük yaşlarda olmadı, yaş itibarıyla biraz geç oldu diyebilirim, 2007 sonrasında başladı. Biz yazarlara, şairlere, bestekârlara, söz yazarlarına en çok söylenen şey şudur: “Ben hayatımı size ne zaman anlattım da siz bunu bu kadar açık anlatabildiniz?” Yani bir başka insanın sizin yazdıklarınızdan yola çıkarak kendi hayatına dair çıkarımlar edinmesi… Benim başlama noktam biraz buydu. Başka yazarların, başka şairlerin, radyo programcılığından kaynaklı bestelerin sözlerine baktığımızda kendi hayatıma ilişkin duygularımın onlar tarafından bu kadar açık anlatılmış olmasının nedenini sonradan şu olarak gördüm: İnsanız ve insani hiçbir duyguya yabancı değiliz. Zaman, mekân ve şahıs farklılıklarıyla beraber aynı duyguyu yaşıyoruz, sadece bir başkası bizim yerimize çok daha güzel ifade etmiş olabiliyor. Başkalarının hayatını veya kendi yaşamış olduğum hayatı, şairlerin, yazarların bu kadar güzel ifade etmiş olmaları aslında beni biraz yazı yazmaya yönlendirdi.
Hayatınızdaki dönüm noktalarınız nelerdi? Radyo programcılığına başlama hikâyenizi anlatır mısınız?
11 yaşında Mardin Kızıltepe’den ana dili Kürtçe ve Arapça olan bir delikanlının, ciddi bir ağızla İstanbul’a taşınmış olması ile başlayan içine kapanma hikâyesidir. Çok büyük bir şehirde, akranlarım kadar iyi kullanamadığım bir Türkçe ile karşılaşmam beni ağzımı açmamaya, konuşmamaya, fikirlerimi söylememeye, duygularımı ifade etmemeye yönlendirdi. Çünkü konuşmaya başladığımda bana tebessüm ediyorlardı. Onlar gibi kendimi iyi ifade edemiyordum. Türkçe ile bağım ilkokul 1. sınıfta oluştu, 7 yaşından sonra düzenli olarak Türkçeyi konuşmaya başladım. Hayatımda birinci kırılma noktası bu oldu.
İçime kapanma olayını yıllar sonra kitabımda şöyle yazmıştım: “Annem beni gösterip biraz içine kapanık bir çocuktur.” derdi. Oysa ben dışıma kapalı, içime açıktım. Kimse bilmezdi… Çünkü insan içine kapanmaz! İnsan dışına kapanır, içine açılır. İnsanın iç dünyasının dış dünyasından çok daha geniş olduğunu düşünüyorum. Dünyayı gezersiniz ama içinizde geçtiğiniz duraklar kadar çok durağa rastlamazsınız. Dünyayı gezdiğinizde gördüğünüzle içinizde yaşamış olduğunuz duygu aynı değildir, aynı hazzı alamazsınız. Dünyayı gezdiğinizde görüp görebileceğiniz şeyler gerek mimari olsun gerek manzarası gerek insan fizyolojisi olsun, birbirinin aynısıdır aslında. Farklı milletlerden insanları görürsünüz, bir göl çok güzeldir, bir mimari çok güzeldir… Benzerini dünyanın birçok yerinde görebilirsiniz ama iç dünyamız öyle değil. Kendi içinizde bu yolculuğa çıktığınızda geçmiş olduğunuz bir durağa bir daha rastlamıyorsunuz.
Benim kırılma noktam; toplum tarafından, akran zorbalığı ile içime itilmemle başladı. Farkında olmadan, çok masum bir şekilde yapılıyormuş gibiydi aslında. Akran zorbalığı, bir dilden yola çıkarak beni kendi içime itmesiyle beraber bu farkındalık oluştu. Çünkü susmayı öğrendim. Susmak beraberinde dinlemeyi getiriyor. Karşınızdaki konuştuğunda siz dinlediklerinizden bir şeyler tüketiyor ve yeni bir şey üretmeye başlıyorsunuz. Ben aslında biriktirdiğim suskunluklarımı sahnede kullanmaya başladım. 11 yaşımda ortaokul 1’de yaşamış olduğum bir hadiseyi anlatayım. Arkadaşlarımla acaba bir bağ kurabilir miyim düşüncesiyle görmüş olduğum bir helikoptere “Dorbin olsaydı da baksaydık.” deyince arkadaşlarım: “Dorbin değil, dürbün!” dediler, ben ise; “Hayır, dürbün değil, dorbindir onun adı. Farsçadan gelir. Dor uzak, bin getir demektir, uzağı getir anlamında kullanılan bir kelimedir.” İşte o an itibariyle içime itildiğim o kırılganlık benim kendimle daha haşir neşir olmama neden oldu. Kendini bilen birisi vardır ya. Kendimi bildim mi? Hayır, kendimi buldum mu? Bu, zaten buldum dediğinizde olmayacak bir şeydir; o arayış devam eder. İçime itilmek bütün hayat hikâyemi değiştirdi aslında.
Radyo programcılığına başlama hikâyem ise şöyledir: 13 yaşında İstanbul Laleli’de Edebiyat Fakültesi’nin önündeki ışıklarda, işportacılık yapıyordum. Delikanlılığa doğru adım atıyorum. Beni yetiştiren bir amcam var. Çok rahat harçlık isteyemiyorum diye kendi harçlığımı kazanmaya çalışıyorum. İki yıllık işportacılık serüveninden hemen sonra Haramidere’de amcamın çalıştığı plastik pencere, kapı fabrikasında beni işe aldılar. Ama önce işin biraz mutfağını öğrensin sonra masa başına alırız dediler. O yıllarda annelerimiz için masa başı işi çok önemliydi. Çünkü masa başında olmak demek, şu demek: Önünüzde bir bilgisayar, imzalayabileceğiniz evraklar, kendinize ait bir oda demekti. Anneler bunu isterler. Masa başına geçebilmemin yolu plastik pencere kapı fabrikasının mutfağını biraz öğrenmekti. Orada iki yıl boyunca çalıştığımda kendimi daha farklı ifade etmem gerektiğini anladım. Yani güzel bir meslek, bir zanaattı ama ben o işin ehli değildim. Bir duam vardı: “Allah’ım, ben bu değilim. Ne olacağımı bir tek Sen biliyorsun, ben neysem beni o yap.” İçimden gelen, başka çarem olmadığını gösteren bir yol yordam, yöntem bulabilmek maksadıyla hayatımı kazanmam gerektiğinin bilincindeydim çünkü kendimi yalnız hissediyordum. O yıllarda ergen zamanlarım, eve de çok erken gitmek istemediğim bir zaman diliminde İstanbul Şirinevler Meydanı’nda sadece duruyordum. Doğru yerde durmak vardır ya ve bunu bilmeden yaparsınız. Benim için o an tam da doğru yerde durmaktı. 1994 yılının belki ortaları. Serkan diye bir arkadaşım geldi. ”Ne yapıyorsun burada?” dedi, ciddi bir ağız var bende. “Durirem.” dedim. Arapça ve Kürtçe var dilimde. “Şurada yerel bir radyo var, gel beraber iş başvurusunda bulunalım.” dedi. Ben göz temasından dahi çekinen, minibüse bindiği zaman “Şu parayı uzatır mısınız?” demesinler diye en arkaya oturan bir delikanlıydım. Çünkü heyecanlanıp konuşamıyordum.
Arkadaşım “Radyoda iş başvurusunda bulunalım mı?” dediğinde: “Benden programcı olmaz.” dedim. “Senden değil zaten, bana eşlik edeceksin.” dedi. Beraber gittik. Yerel bir radyo aslında sadece iki mahalleye yayın yapan ama benim için tekniği olan, sesi, mikrofonu olan bir radyo. 10 kişi başvurmuş, en sonunda da ben varım. Yayın yönetmeni hanımefendi -vefat ettiyse Allah rahmet eylesin, yaşıyorsa ömrü uzun, güzel olsun- herkese küçük kâğıtlar verdi. “Bu kâğıtlara adınızı ve soyadınızı yazın, bir de rüzgâr yazın.” dedi. Kâğıdı bana da uzattı tabii ben kendimi ifade etmekten çekindiğim için bir şey söylesem başka bir şey sorulacak, cevap verme heyecanı, korkusu, paniğiyle kabul ettim. Ne dense yapıyordum. Kâğıdı aldım, “Mehmet Ercan ve rüzgâr” yazdım. Hanımefendi bütün kâğıtlara baktı, “Arkadaşların tamamı gidebilirler, Mehmet Ercan kalsın.” dedi. O sıra fabrikada çalışıyorum. Hanımefendi bana dedi ki: “Seni radyo programcısı olarak yetiştirmek istiyorum.” “Neden?” dedim. “Rüzgâr yazarken a’nın üstüne şapkayı bir tek sen koymuşsun.” dedi. Diğerleri Türkçemize hâkim olduğundan dolayı rüzgâr yazarken a’nın üstüne şapka koyma ihtiyacı hissetmemişler. “Rüzgar” yazmışlar. Ben bir dili sonradan kurallarıyla öğrendiğim için a’nın üstüne şapkayı koydum ve bütün hayatım değişti. Yaklaşık bir hafta geçti, ilk anonsumda 45 dakika boyunca konuşamadım. Mikrofonu kapatıp açtım, kapatıp açtım. Sonra yayın yönetmeni hanımefendi içeri dalıp, “Ne zaman konuşacaksın?” diye sordu. “Ne konuşayım?” dedim. “Ne sustuysan onu konuş.” gibi kült bir cümle kullandı. “Ne sustuysan onu konuş.” Ve ben 30 yıldır aynı anonsu yapıyorum, ilk gün yaptığım anonsu. “İyi akşamlar.” diye cümleye girdim. Çünkü her akşam, her gece iyi olmaya olanak sağlamayabiliyor. Farklı ruh halleri yaşıyoruz. “İyi akşamlar.” diye başlamıştım. “İçimden geçenleri anlatmayacağım, içimden geçenler geçip gittiler. İçimde kalanları anlatacağım. Çünkü benim içimde kalanlar zaman, mekân ve isim farklılığıyla sizin içinizde kalanlarla benzerlik arz edecek. İnsanız ve insani hiçbir duyguya yabancı değiliz.” gibi bir cümle kullandım. Ben 30 yıldır açılışlarımı bu anonsla yapıyorum. A’nın üstüne koyduğum şapka bütün hayatımı değiştirdi. Muhtemelen orada “Allah’ım, ben ne olduğumu bilmiyorum, ben neysem beni o yap.” diye etmiş olduğum duanın kader-i ilahi süreci başladı.
Televizyon programınız var: Yol Hikâyesi. Bu programınızda edindiğiniz deneyimleri ve insan hikâyelerinden öğrendiklerinizi bizimle paylaşır mısınız?
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Gezerken okuyan bilir. Okumasa da gezerken görenler çok daha iyi bilir aslında. Çünkü bire bir insana nüfuz ediyorsunuz. İnsanla çalıştığınız zaman, meseleniz insan olduğu zaman, tanıştığınız insanlarla konuşmasanız dahi bir hal ediniyorsunuz. İnsan insanın halinden etkileniyor. Oturduğumuz herhangi bir yerde, başka bir masada oturan bir insanın halinden etkilenebiliyoruz. Kiminden uzaklaşma isteği, kimiyle acaba bir şekilde konuşabilir miyiz, bir selam verebilir miyim isteği devreye giriyor. Buradaki sınır nedir bilmiyorum ama insan insanın halinden etkileniyor ve bunu daha da arttırdığımızda insan insanın yurdu oluyor. Biraz daha ötesi insan insanın şifası oluyor.
Şimdiye kadar ana teması yemek, mimari, tarih olan 200 bölümün üzerinde programlar yaptım ve bir şeye dikkat ettim. Tarlada çalışan bir hanımefendiye de sokakta gördüğüm bir hanımefendiye de istisnasız “siz” diye hitap ettim. Ama beyefendilere yaşı, yakınlığı itibariyle “abi” diyebildim, “baba” diyebildim, “dayı” diyebildim, bizim kültürümüzde var olan şeyler. Yani burada insana saygı denilen şeyi temel aldım. Bu tarz programlar yapan arkadaşlarıma da buradan bir eleştiri olsun. Bizim babamız yaşında, bizim annemiz yaşında, nasılsa benim annem, nasılsa benim babam yaşında diye o insanlara laubali bir dilin kullanılmasına şiddetle karşı çıkıyorum.
Ekrana çıkıyorsunuz ve onlar sizin bu programı gerçekleştirebilmenize olanak sağlayan tek sermayenizse onların duygusuna, yaşadığı yere saygıda kusur etmemek zorundasınız. Çünkü onlardan öğreneceğimiz çok şey var. 80 yaşına gelmiş bir abimiz, ansiklopedi haline gelmiştir. Onların etrafında genç bir spiker olarak bulunuyorsanız bütün hayatı onlardan okumanız gerekir. Sadece bir televizyon programı için üç-beş dakikayı değerlendirip onların rafa kaldırılması bize itibar da kazandırmaz, manevi anlamda rahmet de… Çünkü bizler, içimizdeki yaşlılar ve çocuklar olmasaydı rahmetten eksik kalabileceğimize inanan bir inanç ve toplumdan geliyoruz. Ben buna çok dikkat ettim. Onlardan almış olduğum cümlelerin tamamı bilinçaltıma yerleşti. Sahnede, radyoda, bire bir kitaplarımda bunları kullanır hale geldim. Çünkü kendi alanında, kendi toprağında yetişmiş o önemli varlığın; o konu hakkında bana söyleyeceği herhangi bir cümle ya benim bütün hayatıma yön verebilecek ya da yeni yönler belirleyebileceğim noktaya getirecek kadar önemliydi. Bunların tamamını onlara borçluyum. Konuşmasak dahi birbirimizin halinden almış olduklarımız, hayatımızın daha doğru yaşanmasına neden oluyor. Ben bunların çok faydasını gördüm.
Radyo ve televizyon arasında bir tercih yapmak zorunda kalsaydınız hangisini seçerdiniz?
Bundan çok kısa bir süre öncesine kadar radyo derdim. Artık televizyon diyorum. Belki de daha iyi göründüğüme inanıyorum. Radyo tabii ki bizim ilk göz ağrımız. Radyoculuk belli bir yere kadar basamak olarak kullanılmaya çalışılan bir meslek olabilir ama ben bütün hayatımı radyo üzerinden kazandım. Yani itibarım, saygınlığım, yaşantım, üzerime almış olduğum bir gömlek, ayağıma almış olduğum ayakkabı varsa bunların tamamını radyo programcılığından dolayı kazandım. Şimdi yazmış olduğum kitaplar, yapmış olduğum televizyon programları, sayısını bilmiyorum; bunların tamamının merkezinde radyo var. Anlatmaya yönelik olan bir şeye vücut dilini katarak televizyonda kullanmaya başladım. Esas olan anlatmaktı aslında. Bunun dışında anlatılacak şeyi, kitaba dökerek yazar kimliği kazanmış oldum. Peki, niye artık televizyon? Çünkü artık görselliğin insanlar tarafından kabul gördüğü ya da vücut dilimizle de bir şeyler anlatabildiğimiz, vücut dilimizle insanlara nüfuz edebileceğimiz, yani yan yanayken kazanabildiğimiz hali artık ekranlardan, cep telefonlarından insanlara aktarabildiğimiz için televizyon diyorum aslında.
“Özgürlük adına kendimize köle oluyoruz.” diyorsunuz. Günümüzde özgürlük kavramının yanlış anlaşılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yani tam da günümüz aslında. Özgürlük literatürde şu şekilde geçiyor: Başkalarının hayatını kısıtlamadığın, müdahale etmediğin, zarara uğratmadığın sürece yaptığın, yapabileceğin her şey anlamına geliyor. Tamam, başkasının hayatına zarar vermiyoruz. Başkasının hayatının sınırlarına kadar olan bir sınırımız var, bunları kabul ediyorum. Geçtik başkasını. Kendimize vermiş olduğumuz zararın sebebi ne? Bu, sadece kendi hayatım olduktan sonra dilediğimi yapabilirim düşüncesi değil mi? Onun bir kademe altına geçtiğimde şununla karşılaştım. Cümleyi tam olarak söyleyeyim: “Özgürlük canının her istediğini yapmak değildir. Özgürlük kendine sınır koyabilmektir.” diye tabir etmeye çalışmıştım. Başka düşünürlerden de esinlenmiş olduğum bir duygudur, bunu ben icat etmedim ama en azından kendi kelimelerimle ortaya koymaya çalıştım. Yeni jenerasyona uyarlamaya çalıştım ben bunu. Artık yeni şeyler söylemek lazım değil mi? Canın dediğin şey senin nefsin… Onun her istediğini yaparsan kendine köle olursun anlamına gelir. Günümüz dünyasında insanlar kendine köle oldukları için bu kadar çıkmazın içine düşüyor. Canının her istediğini yapabilme kabiliyetine ve imkânına sahipken seni bu kadar mutsuz etmesinin nedeni ne? Çünkü farkına varmadan canının her istediğini özgür bir şekilde yapıyor olduğunu zannediyorken kendine esir oldun. Daha derinleştirelim, nefsine esir oldun. Daha derinleştirelim, ene denilen şeye esir oldun. Daha da güncel bir tabirle, ben denilen şeye esir oldun. Günümüzde ne yazık ki %90 oranda kişisel gelişimciler bunu yaptı. Herkes üstüne alınmasın, bunu böyle yapanlar zaten kendilerini biliyorlar. Sen mutluysan, iyiysen başka bir şeye gerek yok. Ben mutluysam konu kapanmıştır zannederek bir konu kapanamaz. Benim mutluluğum, başkasını nasıl mutsuz hale getirebiliyor? Hadi başkasını geçtim, kendini getirdiğin noktada gerçekten mutlu musun? Bu özgürlük değil. Özgürlük kendine sınır koymakla başlar. Kendi hakkımda irade gösterebilmekle başlar. Ben bunu kullanmamalıyım iradesini göstermek demek, o sınırı kendine koymaktır. Ben bunu almamalıyım çünkü benim değil, ben buna bakmamalıyım, bunu duymamalıyım, duymamam gereken bir ortamdayım, burayı terk etmeliyim iradesini göstermek demektir. Bunların tamamının vardığı tek nokta var: Kulluk. Bunu yerine getirdiğimizde asıl özgürlük başlıyor ve ancak oradan tat alabiliyorsunuz. O sözde anlatmaya çalıştığım şey sadece buydu aslında.
Hayatta sizi motive eden şey nedir?
Günümüz dünyasında, insanların sosyal medya mecralarında paylaştıkları özlü sözlere, kendileri inanıyor değiller; kendilerini böyle lanse ediyorlar aslında. İddia ediyorum, bunca Mevlâna sözünün paylaşıldığı bir ortamda bu kadar kaos olmazdı. Bunu bilmiyoruz. Sadece paylaşıyoruz, beni böyle zannedin diye. Pas üstünde cilalı hayatlar yaşamaya başladık çünkü…
“O halde Allah’a koşun!” (Zâriyât, 51/50) demek, beni motive eder; sık sık kullanırım. Kendimi motive edebilmemin yolu benim için bu. Psikoloji bilimini inkâr etmek adına söylemiyorum, ona da zaman zaman ihtiyaç duyarız ama bütün psikolojik rahatsızlıklardan bize asıl nefes aldıracak şeyin “İyyake na’büdü ve iyyake nestain/Biz yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 1/5) denmesi gerektiğinin farkındayım. Yapabiliyor olmak beni mutlu eder, o yolda ilerlememe sebep olur; yapamıyor olmak -hâşâ- sözün yanlış olduğunu göstermez, bendeki eksikliği gösterir.
Benim az önce anlatmak istediğim şey; bir şeyleri paylaşmadan önce bu sözlerin ne anlama geldiğini anladığımda, bu sözlerin farkına vardığımda mutluluğu elde edebiliyorum. İnsanlar beni böyle bilsinler demeden önce, kendimi bulma yolculuğumda bana yol haritası olabilecek o sözlerden beslenebiliyorum aslında.
Şu sıralar neler yapıyorsunuz? Hangi çalışmalarınız var? Yeni projeleriniz, hedefleriniz var mı? Bir de hayalini kurduğunuz yani şöyle bir iş yapsam, şöyle bir teklif gelse dediğiniz bir şey var mı?
Ahmet Turgut’la beraber yapmış olduğumuz “Rahmet Ailesi” isimli programımız haftada bir yayınlanmaya devam ediyor. TRT Müzik’te yapımcılığını üstlendiğim ve arşivlik olduğuna inandığım bir program var, yine benim projemdi. Şimdi dördüncü sezonunu çekeceğiz. Her sezon 13 bölümden oluşuyor. Her ilin dış mekânında, güzel mimarisinde, o ilin ses sanatçılarını ve müzisyenlerini bulmak. Yani sadece popüler kültürde kabul görmüş olan kıymetli sanatçılarla iş yapmak değil; bu cennet vatanın kıyısında, köşesinde, ilinde, ilçesinde, köyünde, büyüklerimizden esinlenmiş, kendini yetiştirmiş, geliştirmiş, bir enstrüman çalan, derdini, meramını türküsüne yansıtmış olan büyük insanların sesini duyurabilmek maksadıyla yaptığım bir program. Şu an 6. kitabıma başladım. Benim bir şiir, üç deneme ve bir romandan oluşan beş kitabım vardı. Yaklaşık dört yılı aşkın bir süredir o dem vaktini yakalayamadığım için muhtemelen kitabı yazamadım fakat şimdi duygu açısında bir damar yakaladım. Kendi farkındalığımızı oluşturabilecek, kendimizi fark ettiğimiz yerden fark etmemiz gereken yerlere taşıyabileceğine inandığım bir çalışma olacak; elimden geldiğince bu kitabı yazmaya çalışacağım. Herhalde iki ya da iki buçuk aya kadar o da raflarda yerini almış olur. Üzerimde onun heyecanı var.
“Ruhum Sana Emanet” isimli romanım birkaç yerden teklif aldı, henüz onunla ilgili bir karar alamadım. Biraz içeriğinden bahsetmek gerekirse; “İnsan güzeli neden arar?” mottosundan yola çıkan, 17 yaşından şimdi 35 yaşlarına gelmiş olan bir delikanlının bütün hayatının değişimini anlatan bir roman. Bunun bir dizi, sinema ya da bir film haline gelip insanlara ulaşması yönünde bir dileğim, bir duam var.
İnşaAllah… Çok teşekkür ederiz bu güzel röportaj için.
Ben de hem derginize hem bütün çalışmalarınıza, bütün çalışanlarınıza, bugüne kadar dergilerinizde yer vermiş olduğunuz bütün kıymetli isimlerin yanında sözümün kıymetli olduğunu düşündüğünüz ve bana vakit ayırdığınız için ben de çok teşekkür ederim. Ayağınıza sağlık.