“Beni bende demen, bende değilem
Bir ben var içimde benden içeru” der Koca Yunus…
Mevlâna Celaleddin-i Rumi de “Geçtiğim her yerde o koca Türkmen’in ayak izlerini gördüm.” der Koca Yunus için. Bugün birbirini böyle ağırlayacak riyasız yani kibirsiz ve hasedsiz insanları göremiyoruz maalesef… Değer-takdir duygusu gelişmiş, adaletin Allah’ın (c.c.) sevdiği çok önemli bir ahlak olduğunu bilen ve bu konuda alabildiğine titizlenen bir ruh hali ve manevi bir duruş… Bugün en azından işine gelmese bile doğruyu kabullenmekte zorlanmayan insanlara dahi çok ihtiyaç var. Doğruyu bırakın görmeyi, hissedince hemen kabul eden, içinde hased olmayan, kibirlenme ve böbürlenme olmayan insanlar yani. Böyle anlayışlar kolay elde edilemiyor. Ama hakikat peşinde koşan herkes için yolun kaçınılmaz bir erkânı hükmündeler. Manevi hayatın da kendine göre manevi dinamikleri, olmazsa olmazları var. Orada kibir yok, hased yok, riya yok, ucub yok, sözlü ya da fiili yalan yok… Doğruyu takdir ve baş tacı eylemek var.
Her şeyi sadece kitaplarda okumak yerine hakikati biraz da hayatın içinde arayalım. Kitaplardaki insanlara değil, hayatın içinde kendimize bakalım. Şehir içi araç trafiğinin ahlaken pek çok konuda toplumsal ahlaka dair sosyolojik göstergelerden biri olduğunu hepimiz zaman zaman hissederiz. Öncelik sırasından tutun da kibarlık, beyefendilik ve nezakete kadar pek çok konuda akan trafikte sık sık kendimizle yüzleşmek zorunda kalırız. Ya birilerinin hakkını yer ya kendimiz alttan alarak veya gönüllü olarak fedakârlık yaparız. Ya da hakkımız hoyratça yenir. O esnada ahlaki davranmak apaçık bir ruhi haz verir bize, olgunluğumuz kadar. Diğerkâmlığımızı ve sencilliğimizi trafikte test etmek pekâlâ mümkündür. Telaştan uzak, sakin, başkalarının hakkını gözeten, kul hakkına önem veren, gönül Kabe’dir deyip kimseyi incitmemeyi tercih eden bir anlayış, örneklik bakımından iyiyi, doğruyu, güzeli başkalarına da anlatabilmek noktasında fiilen sohbet etmek anlamına geldiği gibi, Allah’ın (c.c.) rızasına da çok ama çok uygundur. Kısacası fedakârlık yaparak örnek olmak gibisi yoktur. Bu ister layıkıyla sindirdiğimiz bir ahlak ya da davranış olsun, isterse sırf zorlanarak da olsa sadece doğrusu bu olduğu için yaptığımız bir eylem ya da tutum olsun hiç fark etmez. Öyle yapmak gerektiğini bildiğimiz için uyguladığımız her doğru, bize kendimizin ahlaken ne durumda olduğu hakkında bilgi verir.
İnsan ilişkilerinin kıyasıya sergilendiği her şey hayatın ta kendisidir. Yani bizim hayat içinde var olma biçimimiz… Ahlak dediğimiz nitelikli duruş, bizim şahsımızda hayata nasıl geçiyor? Biz bu işin gönüllüsü müyüz, üzerinde hiç düşündük mü? Nasıl bir yolun yolcusuyuz? Bahanelere mi sığınıyoruz? Hata yapınca “pardon, kusura bakmayın” mı diyoruz, yoksa karşı dağları ben yarattım der gibi efeleniyor, kibirleniyor muyuz? Bu tepkiler acaba bir korkağın tepkisi olabilir mi? Kendine öz güveni yetersiz bir korkak mıyız, alttan alma ahlakı olmayan ve dışarıdan nasıl göründüğünü bilmeyen müptezel meşrep bir adam mı? Yoksa neyi nasıl yapacağını bilmeyen, sadece duygularının esiri ve kafasını, aklını kullanmaktan aciz bir ahmak mı? Ve tüm bunların altında ne yatıyor? “Twitter eşitlerin yeri” derler, trafik de biraz öyle galiba. Hangi bakımdan? Sadece istediği gibi konuşma, istediği gibi “posta koyma”, istediği terbiye noksanlığını sergileme bakımından… Düşüncede, felsefede, idrakte ne durumdayız acaba? Fikrî ve ahlaki konularda da aynı pervasızlığımız düşünce dünyamıza nasıl yansıyor? Doğru dürüst neyi, ne kadar biliyoruz? Öğrenmek gibi bir derdimiz var mı? Bilenlerle aramızdaki farkı fark edebiliyor muyuz? Yoksa hep “ben, ben, ben”, “en, en, en” mi diyoruz? En ahmak, en aptal, en akılsız olmanın tutunulacak bir tarafı yok ki… Ama kendi çapımızda ahlaklı olmanın vazgeçilmez ve kıyas götürmez pek çok tarafı var.
Yüzümüze karşı “Sen ne kadar kompleksli ve zilletlisin!” dendiğinde alınır ve güceniriz. Ama bir gerçek var ki “Sen ne kadar kibirlisin!” dendiğinde kibir denen pisliği izzet bilircesine ahlaksızca bir zevk alırız. Böylece bütün komplekslerimizin ve ahlaksızlıklarımızın üstünü kurnazca örtüveririz. Hem de kendimizi ahlaklı ilan ede ede… Ömür boyu kendini kandırmak isteyenler için dayanılmaz bir kolaylık ve kolaycılık, pisliği temizlemek yerine pisliğin üstünü örterek devam eden bir kendini kandırma yolu. Doğruluk ve dürüstlük sadece ara sıra konuştuğumuz bir ahlak ajandası olmamalı. Kolayca unuttuğumuz ve sadece “ben dürüstüm” “sen de dürüstsün” demek için birbirimizi gönüllediğimiz bir riya söylemine de dönüşmemeli. Her daim, kendimizi kandırmadan üstüne gittiğimiz ve mücadele ettiğimiz ahlaki bir duruşumuz olmalı. Bu konularda içimizde fırtınalar kopsa da kendimize acımadan, kendimize acındırmadan talip olduğumuz, kıvamı yerinde ahlaki düşüncelerimiz olmalı. Olumsuz duygularımızı frenleyip, nerede nasıl davranacağımızı önceden kestirmeli ve ahlaksızlıklarımıza, davranış bozukluklarımıza karşı tedbir almalıyız. Üzerinde hiç düşünülmemiş bir konunun muhasebesi olmaz. Yani kendimizi bir şekilde muhasebe etmeyi bilmek ve öğrenmek gerekiyor. Kendimizi üzmek pahasına da olsa ahlak vadisinde nasıl bir yolcu olduğumuzu düşünmek zorundayız.
Riyanın binbir türü var. Hiçbirinin farkında olmamak olmaz. Kibrin binbir türü var. Hiçbirinin farkında olmamak yine olmaz. Hasedin binbir türü var. Hiç kontrol etmemek ve hepsine yol vermek asla olmaz. “Her kötülüğün başı dünya sevgisidir.” buyuran Hz. Peygamber (s.a.v.) ne güzel özetlemiş, değil mi? Güzel bir kadını ya da yakışıklı bir erkeği her şeye rağmen istemek, heva ve hevesleriyle dünya malının her türüne sınırsızca talip olmak, herhangi bir amaç taşımaksızın sadece zevkleri uğruna maddi ya da manevi bir bedel ödemeden her şeye sahip olma arzusu, ebediyeti, öteleri, ta öteleri hiç düşünmemek, içinde her türlü nefis hastalığını barındıran derin bir gaflet hali değildir de nedir? Söyler misiniz? Yoksa ruhu da olan bir insan, kibri, riyayı, hasedi ve yalanı her anında nasıl capcanlı, dipdiri ve vazgeçilmez kılabilir ki… Ruhi özellikleri hiç mi aklına gelmez, ölümle sınırlanmış geçici bir hayata sahip bir varlık olduğunu hiç mi düşünmez, sonuçta aciz bir canlı olduğunu hiç mi fark etmez?.. İnsan ömrünün aslında çok kısa bir âna karşılık geldiğini hiç mi fark etmez? Ölüm gerçeğine kıyasla ebedi, sonsuz bir hayat hakkında hiç mi tefekkür etmez? Bu düşünce kıtlığına tefekkür ehli insanlar “gaflet” adını veriyor ve gafleti yırtıcı bir aslanın çevresinde pervasızca dolaşmaya benzetiyorlar. Akıl sahibi insanlarda böyle bir cesaret türü olmaz, olamaz. İnancın ve ahlakın getirdiği bir düşünce dünyası içinde yaşamıyor olsak dahi, ölümlü bir canlı olmak tek başına bu pervasızlık üzerinde kaçınılmaz bir biçimde durmayı zaruri kılıyor.
Riyanın her türünü ve tonunu hayatın içinde insan denen her canlıda gözlemleyebiliriz, ta ki nefsini tezkiye kalbini tasfiye etmemiş olsun… “Sende nefis hastalığı var mı?” sorusunun cevabını insanda riyanın varlığında arayabilirsiniz. Mutlaka olduğunun delili, gizli oluşuyla da tescillidir çünkü. Gizli olmak, zor fark edilmek anlamında evet, tonları ve derinliğiyle de kendini iyi saklar… Ama sütün içindeki su gibi de aşikârdır. İrfan ehline göre ise kabak gibi ortadadır. Düşüncede, davranışta, duyguda riya olmasaydı, insan gerçek manada kâmil bir insan olurdu. Kendisinde bu kemâlâtı bulamayan ya da göremeyen insan, bir şekilde riyadan nasibini almaktadır. Problem, henüz nefsinin tezkiye, kalbinin tasfiye olmamasındadır. Hastaya hastalığını kabul ettirmek kolay değil. Bu kabuldeki direnç dahi riyanın ta kendisidir. Ve ahmaklık işaretidir. Üstünü örtmemek kaydıyla hastalığını fark eden insan, hiç fark etmeyene kıyasla daha dürüst bir yerde duruyor demektir. Hem mücadele eder hem fark eder… Sürekliliğiyle fark eder, tonlarıyla fark eder. Avamın düştüğü riya ile âlimin düştüğü riya bile bu anlamda birbirinden farklıdır. Aslında nefis hastalıkları birbiriyle iç içedir. Kimini kibir köpürtür kimini hased… İçinde tatmin boyutu olan her şeyde bir şekilde riya vardır. İlim, irfan ve hikmet ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin deyimiyle “Kibrin büyüklük değil büyüklenmek oluşu, zilletin de küçüklük değil küçüklenmek oluşu” insan davranışlarına dair çok orijinal tespitlerdir. Kibir ve zillet benzeri tutumların hepsi de birer riya örneğidir. Bugün yani günümüzde kibir ve zillet çukurlarından insanoğlunu üzeri kirlenmeden çıkartacak manevi sıklet merkezlerine ihtiyaç var. Hoş, maneviyat her zaman vardı, bugün de var. Lakin nefis hastalıklarına dair kavramları güncel boyutta hiç olmazsa işin başında hem anlatıp hem de yaşatarak aktaracak yetkinlikte yani kırıp dökmeden, maneviyat yollarından soğutmadan, muhatabının canı yanması gerekiyorsa canını yakmaktan çekinmeden, yumuşaklık gerekiyorsa esirgemeden, doğru ölçü ve bilgilerle aklında ve kalbine de hitap ederek insanı tedavi edecek akleden kalplere sahip insanlar… İnsanı gerçek manada tanımadan günümüzün zeki ve çılgınlarına, garip gurebasına, öksüzüne yetimine, fakirine zenginine ortak bir maneviyat vadisinde buluşmayı kim başarabilir ki?.. Bu, ahlak ve maneviyat, zekâ, akıl, idrak, ilim olmadan mümkün mü? Tarihte bazı maneviyat büyükleri, “İnsanların nefis hastalıkları, ayağında zil takılı ve gürültü yaparak dikkat çeken insanlar gibi aşikâr bir şekilde görülseydi, sokaklarda dolaşamazdık.” demişlerdir. Günümüzde nefis hastalıkları konusunun kapağı henüz hiç açılmamış görünüyor. Kapalı bir dosya gibi duruyor bu konular. Ne eğitimi var ne örnekliği var!.. Akledene, yaşayana, tefekkür edene aşk olsun… Tam tersine “tencere dibin kara, seninki benden kara”, “üzüm üzüme baka baka kararır” gibi etkilenme mekanizmaları hayata hâkim. Hatta “Ben senden daha az ahlaksızım!” şeklinde sahte bir dürüstlük köşe kapmacası oynanıyor. İyiliğe, doğruluğa, güzel ahlaka öykünen yaklaşımlar neredeyse yok gibi… Keşke “Güzel koku dükkânına girenin üzerine güzel kokular siner. Tam aksine ateşle çalışılan, çekiçle dövülen bir dükkânda da üzerinize kıvılcımlar sıçrar.” gibi söylemlerle gerçeği bulmak isteyenlere yol gösterenler olsa. Ama nafile… Modernizmin büyük bir hünerle cilalayıp allayıp pulladığı garip insan tipleri, hakikate kıyasla “insancıklar” oluşmuş. Kimisi paradan kimisi makamdan kimisi şehvetten kimisi yalandan nemalanıyor. Yakında insanlar, kendi ahlaki çaresizliklerinden dolayı, robotları ve yapay zekâyı kutsayacaklar. Evliliğin önemi yok, çocukların önemi yok, kadınların önemi yok, hatta ülkelerin ve devletlerin önemi yok gibi davranıyorlar. Birbirine karşı acımasız ve adaletsiz, kalbin hakkını vermemek için alabildiğine sevgisiz, ruhun hakkını vermemek için alabildiğine nefsperest, aklın hakkını vermemek için alabildiğine deli gibi davranıyorlar. Sanki kendisiyle yüzleşeceğimiz ve çeşmesinden su içeceğimiz bir hakikat pınarı kalmamış, vadisinde evleğinde tefekkür edeceğimiz bir felsefesi olmayan, ahlaken canlılık emaresi taşımayan cesetlere ya da yaşayan ölülere dönmüş insanlık…
Çocukların kullandığı savunma mekanizmalarına psikoterapide “ilkel savunma mekanizmaları” denir. İnsan büyüdükçe daha olgun savunma mekanizmalarını kullanmaya başlar. Çocuklukta psikolojik olarak gelişimsel duraklamaya uğrayan ve daha sonra belli bir yaşa gelen insanlarda yetişkin olduğu halde ilkel savunma mekanizmaları devam eder. Gerçeklerden kopuk bu gelişme sorunu patolojik bir durum olarak değerlendirilir. Ve ortaya bir “kendilik” sorunu çıkar. İşte nefsiyle yüzleşme cesaretini bulamayan insanlarda da hangi makamda ve sosyal statüde, hangi ekonomik gelişmişlik durumunda olursa olsun, nefsini tanımaması nedeniyle bir tür kendilik sorunu olacaktır. Varoluşsal olarak bu sorun dünyada da ahirette de insanın başına büyük dertler açabilir. Çünkü asla kendisiyle yüzleşmemiş, nefsiyle tanışmamış ve bir türlü gerçek anlamda kendiliği yakalayamamıştır. Ne dersiniz, tasavvufta zihin sıçraması ve idrak olarak değerlendirilen şeyler, insanın kendi nefsiyle tanışması olmasın?.. Katmer katmer kibir ve batman batman riyamızı gözden geçirmeye var mısınız?