Ben ve “Ben” / Kenan Kurban

Üzerine şık ipek geceliğini giyerek yürüyen uzun boylu, mavi gözlü, lepiska saçlı kadın, yüreğinin en derinlerinden mutluluklar saçarak “Günaydın aşkım” dedi. Sonra yüzünü hafiften buruşturup elini başına götürüp ağrıyan başını ovuştururken salona şöyle bir göz attı. Koltukların üzerindeki dağınık kıyafetler, orta sehpada yarım kalan içecekler, dar olan alanı geniş göstersin diye açık renkte döşenmiş parkenin üzerinde sarhoş olup da yıkılmış gibi duran içecek şişeleri… Amerikan mutfağı tarzında dizayn edilmiş mutfağın yemek masasında duran romantik akşam yemeğinin tabaklarındaki kurumuş bulaşıklarını görünce yüzünü biraz daha buruşturup bu kez iki eliyle ağrıyı bir anda kesmek istercesine başını masaj yaparken “Oooo dün gece iyice dağıtmışız” dedi. Sonra sehpanın üzerinde yarım duran cam bardaktaki meyve suyunu alıp üzerinde bermuda şortundan başka bir şeyi olmayan kısa boylu, kumral saçlı, cephesi cam giydirme lüks dairenin camının önünde öylesine durup aşağıya bakan adama doğru bir an önce kavuşmak istercesine yürümeye başladı. Adam ilk andan itibaren kadının gelişini hissedip, aşk dolu cümlesini duymasına rağmen ona hiçbir tepki vermemiş bütün dikkatini aşağıdan geçen insanlara yoğunlaştırmıştı. Bu yükseklikten ezilip geçilecek böceklere benziyorlardı. Gözlerindeki kin ve duruşundaki kibir mide bulandırıcıydı. Kadın adamın alakasızlığına anlam veremeyip şaşırsa da bozuntuya vermeden elbiselerin bulunduğu gri, kolsuz geniş üçlü kanepenin yanında durup “Biz dün gece ne yaşadık öyle ya?” dedi. Yine muhatabı tarafından kale alınmayan kelimeler adeta zararlı birer virüs gibi havada asılı kalmıştı. Kadın elindeki meyve suyunu tek seferde yangını söndürmek istercesine içti ve kanepeden de gömleği aldı. Adama doğru adımlarını atarken “Ortalık çok fena, temizlikçi kadına bu kez çift yevmiye vermek gerek.” dedi. Usulca gömleği adamın üzerine kollarını giydirmeden bırakıp “Üşüteceksin aşkım.” dedi. Sonra kendisinden en az beş santim kısa adamın arkasından sıkıca sarılıp yüksek derece mesut ve ihtiraslı bir aşkın tınısını içinde taşıyan cümleyi kurdu. “Sana böylece sarılıp sonsuza kadar burada dikilebilirim.” dedi demesine ama mutluluğun doruklarında olduğu anlarda adını koyamadığı nedenini bilemediği ama hissettiği huzur kaçıran kapkara bir gölge vardı. Ama şu an bunu düşünmek istemiyordu. Hiçbir şey yaşanmamış gibi tepkisiz ve mesafeli duran adamın güneşi bile donduracak kadar güçlü olan soğukluğu bir anda kadının iliklerine kadar işlemişti. İstemsizce tek yapabildiği adamın baktığı yere gözlerini dikmek oldu. Farklı, olağandışı bir şey ya da insanı kendisinde alacak kadar etkileyici, güzel bir manzara yoktu. Adamın duygusuz gözlerinde bir anda kibrin ve bencilliğin beslediği iğrenç bir aşağılama duygusu belirdi ve onun verdiği haz ile saniyeler içinde kurulan öldürücü bir kelimelik cümle o kalın dudaklarından döküldü. “Bitti” dedi. Bu kararlı ve en üst perdeden söylenen tek kelime bir kurşun gibi yüreğini parçalamak ile kalmamış benliğini sarsmıştı. Bir an hafzalasını kaybetmişçesine tepkisiz kaldı. Sonra anlamak, anlamlandırmak için o güzel mavi gözlerini büyüterek “Bitti?” diye tekrarladı. Adam sanki tiksindirici bir cisme dokunurcasına kadının onu saran narin kollarını parmak ucuyla ittirip umarsızca mühürlercesine “Bitti” diye yeniledi. Kadın kekeleyerek “Nasıl? Nasıl yani?” dedi. Adam “Nasılı, nedeni, niçini yok. Senden sıkıldım ve bitti.” dedi. O an kadının kolları yana düşerken “Üşüteceksin aşkım” diye üzerine örttüğü gömlek yere bir hazan yaprağı gibi adeta savruldu. Beyaz benizinin aniden kırmızıya çalmaya başlaması yükselen kan basıncının alâmetifarikasıydı. Büyük dertler küçük dertleri unutturmuştu. Yaşadığı hayal kırıklığı, düştüğü boşluk, çatlatan baş ağrılarını unutturmuş anında beyninde yüzlerce yaşanmışlığın, hatıraların görüntüsü geçerken kalbi duygudan duyguya girmişti. Bu kez öfkeden büyüyen gözleri mutfak tezgâhının üstünde duran bıçak setinde takılı kaldı. Aniden zıpladı adeta havada uçuyordu. Sonra bir kartal ustalığında da pike yaptı. En büyük bıçağı kapıp çita çevikliğinde adamı öldürmek için arkasından saldırdı. Ama adam ondan daha atik davranıp sağ ayağını merkezleyip sol ayağını yarım ay hareketiyle geri doğru çekip açılınca kadının hamlesi boşa gitti. Sonra kadının bileğinden kavrayıp kopartırcasına sıktı. Kadınla göz göze geldiler. Adamın bakışlarında birini en yüksek zirveye çıkartıp sonra da oradaki dipsiz uçurumundan aşağı sinsice ve hunharca itip düşüşünü izlerken inlemesinden ve çektiği acıdan haz alan süfli bir adilik okunuyordu. Hızlıca kadının elinden bıçağı alırken diz kapağına tekme atıp yere yatırdı. Kadın sol eliyle yumruklar sallasa da etkisiz kalıyor can havliyle avazı çıktığı kadar “Beni bırak pis herif! Bırak beni!” diye bağırıyordu. Ama adam adeta sağır olmuş gibi onu hiç duymuyordu. Ve kadının böğrüne sağ diziyle tüm gücünü vererek bastırırken boğazına bıçağı dayayıp “Benim adım Savaş Yenilmez… Ben bir şey bitti dedim mi bitmiştir.” Artık tek hamlesiyle kadını kesip ortalığı kan gölüne çevirebilirdi. Kadın nefes almakta zorlansa da kurtulmak için hala çırpınıyordu. Adam aşağılayıcı bakışlarıyla bakmaya devam ederek “Senin ölün dirinden daha pahalı. Uğraşmaya değmezsin.” dedikten sonra kadını şamarlamaya başladı. Kadının burnundan kan gelmeye başlayınca adam bağırarak “Şimdi hayatımdan ve buradan defol git ki nefes alıp verme şansın devam etsin.” dedikten sonra bıçak elinde ayağa kalktı. Zorlanarak soluk alan Sema sürünerek ayağa kalkmaya çalışırken kan damlayan burnuna tampon yapmak için yere düşen gömleği eline alınca Savaş hızlıca kapıp “O senin pis kanından daha değerli.” dedi. Sema kolunu burnuna götürüp kanı kesmeye çalışarak banyoya doğru yürüdü. Savaş o giderken zaferini kutlamak için içecek bir şey bulamayınca maden suyu gözüne çarptı “Şimdilik bu da olur.” dedi. Sonra onu aldı. Tekrar dışarı bakıp havaya kaldırırken sanki bütün insanlığı mağlup etmiş havasındaydı. Ama bu küçük galibiyetler onun için sıradanlaşmıştı. İçindeki kötünün, kötülüğün nefes alıp güçlenmesi için artık daha büyük zaferlere ihtiyacı vardı. Yoksa soluk alamaz yaşayıp mutlu olamazdı.
Duvardaki saate baktı, on ikiyi gösteriyordu. Sehpanın üzerindeki telefonu eline almadan arama yapıp sesi dışarı verdi. Açılan telefondan ürkek bir ses geldi: “Buyurun Savaş bey…” Savaş “Şoför saat on iki otuzda beni almaya gelsin.” dedi. Kız “Tamam Savaş Bey” dedi. Savaş “He bir de şirketten iki temizlikçi kadın gönderin dairemi temizlesinler.” dedi. Daha kızın cevap vermesine fırsat tanımadan kapattı. Elini yüzünü yıkayıp kendisini toparlamaya çalışan Sema kapıya doğru yürürken son bir defa bakıp “Allah belanı versin” dedi. İşte Savaş’ın en sevdiği an bu andı. Güç yetiremeyenlerin zayıflıklarını bastırmak için beddua ettiği okuduğu andı. Bütün kötülüklerin beslendiği o inkâr kaynağı adeta çağlayıp daha bir istihzai hal ile “Olur, olur…” dedi. Sema ise çelik kapıyı bütün gücüyle çarparak çıkıp gitti. Bu durum Savaş’ın umurunda bile değildi. O sadece yeni kurbanını düşünmeye çoktan başlamıştı bile. Eline tabletini alıp magazin sayfalarında geziniyordu.
Sema’nın yüreği o kadar parçalanmış, kırılmış ve derin bir ıstırap içindeydi ki yüzüne yediği şiddetli tokatların acısını bile hissetmiyordu. Asansörün kapısının önünde çıplak ayakları alelacele giydiği elbiseleri, dağınık saçları yüzünde boğuşma izleri, elinde ayakkabıları öfke ve masumluk arasında bocalayan duyguları saniyeler içinde çoktan kine doğru yelken açmış, aşk zannedilen duygular sorgulanmaya başlarken dönüşmek için an ve an yolunu arayan su sızıntısı gibiydi. Ve bir türlü gelmek bilmeyen asansör sinirlerini iyiden iyiye harap ediyordu. Nihayet asansör kapısı otomatik açılınca adeta kendisini içeri atıp yere yığılıp kaldı. Tek yapabileceği şuursuzca ağlamaktı. O da öyle yaptı. Bütün yaşanan karmaşa içinde akıl her şeyi yerli yerine koymaya çalışırken ne uğruna ağladığına karar vermek istiyordu… Sönüp giden gelecek hayallerine mi? Sevdim, sevildim derken hiç sevilmemiş olmak mı? Bir paçavra gibi kullanılıp atılmış olmanın verdiği değersizlik hissine mi? Ya da hepsinden önemlisi kaybettiği şerefi, kendisine olan saygısına mı? Aklın adını koyamadığı, üstesinden gelmekte acze düştüğü bir feryadı figanı vardı. Hani hepimize olur ya duygular galebe çalıp nihayet akıl bir köşeye adeta pusar ve biz bilmediğimiz, kontrol edemediğimiz bilinçsiz biri oluruz ya işte o aslında bilinçaltımızın kontrolü ele aldığı andır. Sema’nın da o hıçkırıklar içinde dudaklarından dökülen isim “Sıdıka Teyze” oldu. Herkesin yarasına merhem olan karşı kapı komşuları hikmet ehli kadın Sıdıka Teyze… Şimdi burada olsaydı ya da onun evinde olsaydı da kucağına başını koyup içini boşaltırcasına ağlarken saçlarını merhametli elleriyle okşayıp insanı sarıp sarmalayan sesiyle nasihatler verip yaralarını tedavi etseydi. Ama imkânsızdı… Asansördeki göstergede yanan on beşinci kat yazısı yolun yarısına geldiğini gösteriyordu. Gözünün takıldığı on beş yazısı onu alıp on beşli yaşlarına götürdü. Sıdıka hanımın gençlere yaptığı o mutat tembihleri aklına düşürdü; “Azimli olun ama asla hırslı olmayın. Azim size zorluklarla mücadele, engelleri aşma gücü verirken. Hırs ise gözünüzü karartıp çirkini güzel, iyiyi yetersiz bulup yan yollara saptırır.” Sonra o güleç yüzü gözünün önünde belirince ılık ılık “Nikâhta keramet vardır. Allah’tan korkan, temiz süt emmiş, helal kazanan biriyle evlenin…” Bu nasihat beyninin çeperlerine balyoz gibi iniyordu. Evet, belki her evlilik iyi gitmiyor belki bitiyordu. Ama asla insan onuru ve şerefi böyle ayaklar altına alınmıyordu. O bu muhakemeyi yaparken mekanik bir ses duyuldu: “Zemin kata geldiniz.” Sema asansörün kenarlarındaki paslanmaz korkuluktan tutunup zorla ayağa kalkmaya çalışırken “Zemin kat değil, hayatın, günahların, perişanlığın dibi.” dedi. Sonra yarım yamalak ayakkabıları giyerek seke seke yürümeye başladı. Rezidans görevlilerinin “Günaydın Sema” hanım diyen sırıtık yüzlerine bile bakmadan binadan ve yaşadıklarından kaçarcasına koşarak dışarı çıktı. Attığı her adımda otuzuncu kattaki gözlerin kendisini küçümseyerek baktığından emindi. Adımlarını daha da hızlandırıp kalabalıklara karışıp bütün yaşadıklarını unutmak istiyordu.
Saat on iki otuzu gösterdiğinde Savaş görevlinin açtığı kapıdan dışarı çıktı. Şöyle bir etrafına baktı. Derin bir nefes alıp göğsünü öne doğru çıkartıp küçük dağları ben yarattım, büyük dağlar benden sorulur dercesine yürürken, kendisine arabanın kapısını açan şoföre bakıp “Sen yeni misin?” dedi. Orta boylu, zayıf, esmer benizli genç ince sesiyle “Evet, Savaş bey.” dedi. Sonra patronun elindeki deri çantasını aldı. Patronu arka koltuğa oturunca kuş tüyü hafifliğinde kapı kapatıp diğer kapıyı açarak çantayı da patronunun yanına koydu. Yerine geçince Savaş’ın göz hapsinde sakin kalmaya çalışsa da onu bir nebze de olsun tedirgin etmişti. Savaş “Sana kuralları anlattılar mı?” Genç isminin bile sorulmadan bu sorunun sorulmasına anlam verememişti “Evet. Arabada benim hatamdan oluşacak hasar ve arızanın giderinin benim maaşımdan kesileceğini söylediler.” dedi. Savaş “Heee çok güzel. Arabayı dikkatli kullan, maaşın kuşa dönmesin.” dedi. Sonra koltuğunda geri doğru yaslanıp telefonundan haberleri okumaya başladı. Neşeli neşeli gezinirken bir anda suratı asıldı, adeta nemrudi bir hal aldı. Biraz gergin biraz istemsiz haberin üzerine tıklayıp ayrıntıları okumaya başladı. “Birçok ünlünün biyografi kitabını hazırlayan yazar Selim Galipoğlu hayırsever iş adamı Nihat Güçlü’nün kitabı için çalışmaya başladı.” Savaş kendi kendine “Boş iş bunlar boş… Bunlar hayatında ne yaşadılar ne başardılar ki kitap olsun? Hadi kitap oldu, hangi aptal alır okur? Boş beleş adamlar.” dedi. Sonra şoföre “Camı aç.” dedi. Sol kapının camı açılıp mezarlık görülünce bir anda öfke patlaması yaşadı. Savaş “Hani sana her şeyi anlatmışlardı?” dedi. Şoför şaşkın “Anlattılar. Size de biraz önce aktarmıştım.” dedi. Savaş “O değil salak. Beni asla mezarlıkların olduğu, ölümü hatırlatan yerlerden götürmeyeceksin.” dedi. O an davudi bir ses duyuldu: “Allahu ekber, Allahu ekber” Hemen aceleyle yerinden öne doğru uzanıp eliyle radyoyu gösterdi. Savaş “Radyonun bir numaradaki kayıtlı istasyonu aç.” dedi. Şoför yaşananlara bir anlam veremese de emri yerine getirince yabancı dilde disko müzikleri çalmaya başladı. Savaş “Sesini aç sesini” dedi. Nihayetinde de parmağını sallayarak “Bir, asla beni mezarlıkların yanından götürme. İki, ezan sesi duyunca bu istasyonu açacaksın ki ben ezan sesi duymaktan hiç hoşlanmam.” dedi. Şaşkın şoför “Bana söylediklerinizi anlattılar ama ben şaka zannettim.” dedi. Savaş komutlarına devam ediyordu “Üç, mesai saatleri içinde asla namaz kılmak yok. Cuma dâhil…” dedi. Şoför memnuniyetsiz başını sallarken nasıl olduysa radyonun frekansı karışıp Türkçe bir eser çıktı. Savaş hemen şoföre bağırarak “Bir de bu Enes Güçlü’nün şarkıları asla dinlenilmeyecek.” dedi.
Devamı gelecek ay…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir