Asilzade 7 / Kenan Kurban

Yüzü iyice düşen Coşkun, gözlerini elindeki telefondan ayırmadan “Peki Nuri abi, burada ya da daha yakın bir şehirde o dönemden yaşayan biri yok mu?” diye sordu. Hastanenin hafızası olma hususunda kendisini ispatlayan Nuri, gayet emin bir şekilde başını sağa sola olumsuzca sallayıp “Bana güven, ondan başka kimse bu mevzuyu bilemez de çözemez de. Hee, dersen ki ben mutmain olmadım. Çabala, emme beyhude…” dedi. Coşkun gerçek ailesi ile ilgili en küçük bilgi kırıntısını değerlendirme konusunda kesin kararlıydı. Bu uğurda her şeyi göze alıp yola öyle çıkmıştı. Coşkun “Peki Nuri abi, teşekkürler.” dedi. Oradan ayrılırken gruptakiler de son çay ve kahvelerini yudumlayıp dağıldılar. Coşkun beyninin merkezine doğru üşüşen bütün istifhamları bastırmak için iştahlı adımlarla yürürken bir yandan Ankara-Kars arası ne kadar olduğuna telefonundan bakınca “İyi bin yetmiş sekiz kilo metre. Ben topuklar, sekiz saatte inerim. Zaten kadının iş yeri de belli, bulmak kolay olur.” dedi. Yüreği biraz olsun ferahlarken hastane müdürüne de şimdilik bir mim koymuştu. Arabasına yaklaşınca anahtarı cebinden çıkarttı, aracı göremeyince yanlış bir yere geldiğini düşünüp tekrar etrafa bakındı ama yoktu. Bilmediği yere park ettiğinde fotoğrafını çekerdi. Hemen kontrol etti, evet doğru yerdeydi ama şimdi aynı yerde başka bir araba vardı. Aklına kötü şeyler getirmemeye çalışarak hemen nizamiyedeki yetkilinin yanına varıp “Abi, aracım bıraktığım yerde yok.” dedi. Güvenlik sakin bir şekilde “Plakayı söyle.” dedi. Coşkun “otuz dört JKL atmış yirmi otuz iki.” dedi. Adam hızla kontrol edip “On beş dakika önce çıkış yapmış.” dedi. Coşkun bir elindeki anahtara bakıp fotoğrafı adama göstererek “Nasıl olur ya? Bu benim arabam.” dedi. Adam yüzünde acımayla karışık öfke kokan tuhaf bir gülümsemeyle “Vay şeref yoksunları.” dedikten sonra Coşkun’a bir bardak su uzattı, “Gel içeri otur bir su iç.” dedi. Coşkun yaşadığı duygu yoğunluğu içinde sorgusuz teklifi kabul edip suyu içerken adam “Araç lüks olsa çalmazlardı.” deyince Coşkun suratına baktı. Adam. “Lüks araçların sadece pahalı parçalarını çalıyorlar. Ama eski, bir de seninki gibi Rus arabalarını emeği korumuyor diye tümden kaldırıyorlar.” dedi. Coşkun “O zaman sen bu ipsiz takımını tanıyorsun?” dedi demesine ama içi de bir garip oldu. Daha üç gün öncesine kadar kendisi de başka yöntemlerle hırsızlık yapıyordu. Adam buralar bizden sorulur tavırlarıyla “Bunlar bizim Çinçin’in çocuklarıdır.” dedikten sonra kamera kayıtlarından kaçıranın eşkâlini gösterince Coşkun telefonuyla ekrandan fotoğrafını çekti. Kendisini toparlayıp öfkeli “Ben onun hesabını görürüm.” dedi. Adam hafif alaycı “Bunu tek mi yapacaksın?” dedi. Coşkun öfke içinde kararlı, sert “Evet…” dedi. Adam gülerek “Orası Çinçin, çok tehlikeli bir mahalle.” dedi. Coşkun sağ elini “kaç yazar” dercesine havada sallayıp “Ben de Tarlabaşı çocuğum, sen bana yolu tarif et, yeter.” dedi. Adam “Biz Sıhhıye’deyiz. Buradan taksiye bin, Çinçin deresine kadar onunla git. Oradan rampayı çıkınca mahallenin içindesin.” dedi.

Güvenlik görevlisinin dediğini yapan Coşkun, yokuşu çıkarken sağı solu kesip bir iz arıyordu. Bu türden mahallelerde herkes birbirini kollardı. Zordu ama yine de malumat alacağı birilerini bulmayı umut ediyordu. O an aniden yıkık evin köşesinden elinde teberiyle bir izbandut karşısına dikildi. Daha ne oluyor diyemeden sağından iki kişi üzerine çullanıp kerpiç duvara dayamalarıyla boğazında bıçağın soğukluğunu hissetmesi bir oldu. Karşılık vermek isteyen Coşkun’a siyah sakalı kapkara pis suratıyla izbandut işaret parmağıyla ağzına götürüp “Hişt… Sakin, sakin… Senin kokuşmuş canınla işimiz olmaz. Sadece üzerindeki fazlalıkları alıp seni kuş gibi hafifleteceğiz.” dedi. Biri hemen cüzdanını, telefonunu, kol saatini aşırırken öbürü kontrollere devam edip “Tamamdır Zelzele…” dedi. Bu şekilde silkelenmek Coşkun’u sinirlendirmişti. Gözlerinden ateşler saçarken saldırmak için en uygun anı kolluyordu.  Zelzele bırakın manasında başını sağa doğru sallayınca ikili Coşkun’u ağır ağır salarken Coşkun hafifçe geri çekilip elinde bıçak olana kafa atınca adam yere yuvarlandı. Diğerine direkt yumruk çıkartırken izbandut elindeki teber ile kafasına doğru hamle yaptı, bedenini küçültüp sağ ayağını yarım ay sol boşluğa çekince saldırı boşa gitmiş oldu. Sonra da diz kapağına ayak tabanıyla yandan tekmeyi basınca izbandut sendeledi, o an sağ yumruğunu kulağının dibine indirdi. Hepsi yere serilince tüm gücüyle girişecekken ellerinde sopalarla sağlı sollu gençler saldırıya geçtiler. Bir yandan öldüresiye vuruyorlar, bir yandan da “Burası Çinçin, dayılık sökmez.” diyorlardı. Peş peşe gelen darbelere karşı Coşkun ancak başını korumanın derdine düşse de hayat yolculuğunun sonuna geldiğini hissedip kendini tümden saldı. Nihayet yerde mecalsiz kalınca Zelzele bir şeyler demek için eğildiğinde Coşkun yüzüne tükürdü. Zelzele delirip başına öfke dolu bir tekme çıkartınca Coşkun kendisinden geçti. Nice zaman sonra kendisine zar zor gelirken kulağına sokakta çift kale maç yapan çocukların sesleri geliyordu. Gözüne ilk çarpan ise hemen on metre ileride karşı kaldırımda halı yıkayan kadınların çekirdek çitlerken meraklı bakışlarla kendisini seyretmeleri oldu.

Sürüne sürüne kerpiç duvara sırtını verdi. Birkaç kez derin derin nefes aldıktan sonra göğsünü, sırtını, bacaklarını, kafasını elleriyle yoklayıp hasarı tespit etmeye çalıştı. Ağzı burnu kan içindeydi. Başı zonklarken ayaklarını kıpırdatmayı denedi. Şükür ayakları hâlâ çalışıyordu. Coşkun “Sanırım yürüyebileceğim.” dedi. Ellerini geri doğru dayayıp ayağa kalkmaya çalışırken halı yıkanların hortumundan şırıl şırıl akan su gözüne takıldı. İstemsizce yüzündeki kanları yıkamak için su verin dercesine sol elini uzattı ancak kadınlar gözlerinin içine baka baka umursamazca işlerine devam ettiler. Coşkun’sa acı acı gülmeye başladı. Daha üç gün öncesine kadar milleti ince işçilikle ayıklarken önce kendi hayatının çalındığını öğreniyor, onu geri almak için çabalarken eski de olsa ayağını yerden kesen arabası, sonra da bütün varidatını kaptırıp, üstüne üstlük bir kamyon da dayak yiyip mağdur oluyordu. “Hayat işte.” dedi.  Büyük çabalarla ayağa dikildikten sonra hedefsiz yolcuğuna mecalsiz bacaklarla yürümeye başladı.

Suat hasta yatağından tekrar telefonla ara işareti yaptı. Karısı tekrar tekrar arasa da telefon çalmadan meşgule düşüyordu. Feriştah ümitsiz biraz da sitemkâr “Bizi engellemiş… Be adam! Elli yıllık hayatın yalan. Bir kere dürüst olayım dedin, bütün düzenimizi alt üst ettin…” dedi. Suat zorlanarak “Dürüst olmanın bedelini acı çekerek ödesem de ruhum ve kalbim hiç olmadığı kadar huzurlu… Buna değer…” dedi. Feriştah oturduğu yerde ellerini geri yatar gibi yapıp “Sen yattığın yerden ölüp gideceğim diye her şeyi açık ettin. Eee çekip gittin. Tek başıma bu koca dünyada ben ne yapacağım? Senin ruhun huzur bulacak diye bir ömür yediğin nanelerin cezasını ben mi çekeceğim?” dedi. Suat öksürerek “Şimdiye kadar yaşadığın mutluluklara say.” dedi. Feriştah “Be adam ölürken bile laf yetiştiriyorsun…” derken doktor girdi. Selamladı, hâl hatır sorduktan sonra “Suat Bey, maalesef akrabalarınızdan doku örnekleri uyumsuz, beklemeye devam edeceğiz. Sakın umudunuzu kaybetmeyin, her an bir bağışçının karaciğeri size uyabilir.” dedi. Suat gayret dingin “Boş verin doktor bey, olduğu kadar…” dedi.

Bedenin her yerinde acı, sızı; eli, yüzü kan içinde yenilmiş adam Coşkun Ankara sokaklarında bilinçsizce yürüyordu. İnsanlardan bir kısmı ona şüpheyle, kimisi acıyarak bakarken bazıları da “İyi misin? Yardıma ihtiyacın var mı?” diye soruyordu. Coşkun eliyle “Sorun yok.” işareti yapıyordu. Onca insan, araba gürültüsü içinde okunan ikindi ezanını duyunca duraksadı, düşündü “İyi ki hastanede öğlen namazını kılmışım.” dedi. Bunca badire içinde onu en mutlu eden, hatta tüm ızdırabını bastıran o soygun gecesinden sonra tövbe ile başlayan Allah’a kulluktan aldığı hazdı. Hamamönü’ndeki eski Ankara evlerinin arasından geçerek kendisini çağıran ezan sesine doğru kâh duvarlara tutunarak, çok yorulunca bir banka oturup dinlenerek kimi zaman da ayakta birkaç nefes soluklanarak mesafe aldı. Nihayet ana yola geldiğinde başını kaldırıp baktı, karşı kaldırımın arkasından yükselen, ağaçların arasından ezan sesinin geldiği minareyi gördü. Zor bela olsa da kalan son gücüyle kendisini oraya atmaya karar verdi. Yolun kenarına gelince sol taraftan gelen araçları kontrol ederken on yedi yaşında bir genç koluna girip sıcak, dinamik “Yardım edeyim abi.” dedi. Coşkun bu samimi yardımsever davranış karşısında duygulanıp içinden “İyi insanlar her zaman varmış.” dedi. Saçları briyantinli, siyah güneş gözlüklü gence bakıp “Sağ ol yakışıklı.” dedi. Genç heyecanlı heyecanlı “Abi, hani şu gizli gerçekçi film dediklerinden mi çekiyorsunuz?” dedi. Coşkun “Hayır.” dedi. Genç hemen “O zaman sosyal deney mi? Hani yardıma muhtaç birine bakalım hangi duyarlı yurttaş yardım edecek türünden. Sonra bir zarfta para mara veriyorlar?” dedi. Coşkun orta refüje geldiklerinde “Hayır… Beni Çinçin denen mahallede harbiden dövdüler.” dedi. Genç “Haa, sen sahici dayak yedin… Bu film çekimi ya da ödüllü sosyal deney değil. Sonunda ödül neyim de yok yani?..” dedikten sonra Coşkun’un kolunu bırakıp ayağını sertçe, isyankâr bir şekilde vurdu, “Vay be, bir türlü ünlü olup parayı bulmak bize denk gelmiyor. Ne şans!” dedikten sonra arkasına bakmadan karşı kaldırma topukladı. Arkasından öylece bakakalan Coşkun güçlükle de olsa gülümseyip “Olsun, hiç yoktan iyidir.” dedikten sonra sağ tarafını kontrol ede ede karşı kaldırama ulaşabildi. Merdivenlerden inerek parktan geçti, taş kesme eski caminin şadırvanında elindeki yüzündeki kanları temizledikten sonra üstüne başına çekidüzen verdi. O giymelere kıyamadığı tişörtü küçük küçük parçalanmış, kanvas pantolonu yırtıldı yırtılacaktı “Pis herifler, elbiselerimden ne istediniz?” dedi. Yavaşça ayağa kalkarak biraz da olsun dinlenebilmek için banka oturdu. Camiden çıkan cemaat kendi arasında “Allah kabul etsin.” diyerek musâfahalaşıp muhabbet ediyorlardı.

Camiden çıkıp bir şeyleri kaçırmaktan korkan, üstü başı gayet düzgün, otuz beş yaşlarındaki adam telaşla ayakkabılarını giyerek yürüdü, elini kaldırıp hafif yüksek sesle “Arif amca.” dedi. Konuştuğu dostlarıyla vedalaşan altmışlı yaşlarında, üzerinde yazlık ceketi olan Arif geri dönüp sesin geldiği adama baktı. Hem yürüyüp hem de pabuçlarını giymeye çalışan genç “Arif amca, selamünaleyküm.” dedi. Arif mütebessim “Aleykümselam, hayırdır, nedir telaşın?” diye sordu. Adam ellerini öpmek istese de Arif müsaade etmeyip elini sıkarken adam “Allah kabul etsin.” dedi. Arif “Seninkini de Yusuf’um…” dedi. Arif ile görüşüp konuşmanın sevinci gözlerinde okunan Yusuf tatlı bir heyecanla “Arif amca, aylardır sizi tekrar bulma umuduyla hep Tâceddin Dergahı’nda ya da çevresindeyim.” dedi. Arif muhabbetle “Nasip bu güneymiş.” dedi. Yusuf aynı şevkle konuşmaya devam ederek “Sizi çok özledik…” dedi. Arif de iştiyakla “Ben de seni, gelin kızımı, bıcırıkları çok özledim.” dedi. Arif şevkle reddi imkânsız bir tatlı bir ısrarcılıkla “Eğer kabul buyurursanız akşam yemeği için fakirhanemizi şereflendirmenizi arzu ediyoruz.” dedi. Arif bu candan davete hayır demeye güç yetiremedi ama eliyle Coşkun’u işaret edip “Yolcu da gelirse neden olmasın.” deyince Coşkun afalladı, Yusuf’un davetini şuursuzca kabul etti. Arabayı çalıştırınca Yusuf “Arif amca müsaadeniz olursa unutmadan benim amcaoğlunu da davet edeyim. Onun da sizin güzel ortamınıza ihtiyacı var.” dedi. Arif tasdik ederek başını salladı. Yusuf telefonun rehberinden “Amcaoğlu Sezgin.” ismini bulup aradı.

Salonda sehpanın üzerinde duran telefona bakan sarı saçlı kadın, “Yusuf arıyor.” diye bağırdı. Banyodan “Çıkıyorum.” sesi geldi. Telefon kapanınca vücudu kaslı, sporcu atleti giymiş, elinde havlusuyla savaştan çıkmış halde görünen Sezgin “Bu hemoroit beni canımdan bezdirdi.” dedi. Kadın “Tedavisi için doktor ile görüşecektin?” dedi.  Sezgin işaret parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaparak “Bak senden başka kimse bilmiyor. Millete maskara olmak istemiyorum. Tatil ayağına yurt dışında ameliyat olup geleceğim. İsveç’te bir klinik ile görüşüyorum. Aman ha ağzını sıkı tut.” dedi. Sonra telefonu alıp Yusuf’u aradı, hoparlörü açtı. Açılan telefonda selam kelam faslından sonra Yusuf “Amcaoğlu, hani sana bahsettiğim Arif Amca var ya bu akşam bizde beraber yemek yiyeceğiz, yengen ile seni de bekliyoruz.” Alev ile Sezgin birbirine nemrutça “Şimdi bu nerden çıktı?” der gibi baktılar. Sezgin “Hıı bi bakarız…” dedi. Yusuf “Mutlaka bekliyorum. Çok muhteşem bir yemek olacak…” dedi. Sezgin “Zaten iki yan villadayız, olamazsa en azından çaya geliriz. Görüşmek üzere.” diyerek telefonu kapattı.

Kapanan telefondan sonra Arif ile Yusuf işten güçten konuşmaya, muhabbete dalarken Coşkun kontrolden çıkan dünyasının, akışını bozulan hayatının muhakemesini yapıyordu. Daha üç-dört gün öncesine kadar yalan da olsa bir ailesi, ahlaksızca da olsa bir düzeni ve ülkenin en güçlülerinden olmak gibi idealleri vardır. Şimdi hepsi puf diye ellerinden buharlaşıp gitmişti. Alelacele yenisini inşa etmeye çalışırken, önce o mendebur müdür her şeyi sıfırlamışken gerçek ailesini bulmak için zayıf da olsa, ta Kars’ta bir ümit ışığı belirmişti; sonra arabası çalınmış, peşinden de elinde avucunda nesi varsa nesi yoksa gasp edilip öldüresiye dayak yemişti. Ne yapacağını bilmez haldeyken tanımadığı bu adamların davetine uyup bilmediği bir yere gidiyordu. Varacakları yerin organ mafyasına ait olma ihtimali bu şanssızlık içinde yüksekti. Gayriihtiyari böbreklerini kontrol ederken Yusuf’un sesi arka planda bir tını gibi kulağına geliyordu. Yusuf heyecanla edepli “Arif amca, bizim iş yerimize geldiğinizden beri hep gündemimizdesiniz. Eşim hep sizin farklı bir yanınız olduğunu neydi, sık sık, hep anlattığınız?” diye hatırlamaya çalışırken Arif “Feyz almak.” dedi. Yusuf “Evet, evet. Sizin çok feyzli olduğunuzdan bahsediyor.” dedi. Arka koltukta kendi derdine düşmüş olan Coşkun’un, hırsızlık için girdiği dükkânda Süleyman ve arkadaşının gelişiyle vücudunda başlayan yanmalar, atmalar arabaya bindiğinden beri daha da şiddetlenmiş, neredeyse dayanılmaz raddeye ulaşmıştı. Arif “Feyz, salikin kalbine Allah-u Teala’dan zuhur ve tecelli eden her türlü faydalı bilgi ve hidayet nurudur. Feyz esnasında her türlü iyilik ve nimet Cenab-ı Allah’tan taşarak gelir. Ve feyz almanın yolu akıl değil, kalptir. Kalbini mamur edenler feyze muhatap olurlar. Evliyaların, salihlerin meclisinde yoğun feyz gelir. En kolay buralarda alınır.” dedikten sonra eliyle kalbine, sağ tarafını, sırtını gösterdiği an Coşkun’un gözleri açılmaya başladı. Arif “Bu benzeri vücudun değişik yerlerinde seğirmeler, yanmalar olur. Nasıl bir his dersen? Hımm,  temmuz ayında sıcağın altında yanıp erimek gibidir. Hatta bazen vücut o kadar bitkin düşer ki parmağını kıpırdatacak halin kalmaz.” dedi. Coşkun artık korku ve endişe içinde yaşadığı hâlin en azından ne olduğunu biliyordu. Arif “Feyz almak bir kabiliyettir. Feyz alan insan evliya olabilir demektir. İşin başı ise nasuh bir tövbe istiğfardır. O andan itibaren insan değişmeye başlar.” Coşkun peş peşe sarsıntılar yaşıyordu. O başarısız soygun gecesinden sonra kendiliğinden eli bir türlü hırsızlığa gitmiyordu, gidemiyordu. Arif “İnsan tövbe ettiğinde sadece günahlarından kurtulmaz, onun psikolojisi de değişir. Davranışlarında mihenk noktası artık Rabbini memnun etmektir. Bu onu her zaman en çok heyecanlandıran duygudur. Her günah fiilini Allah’a karşı bir tavır alış, benlik görür, bundan ödü kopar. Artık bütün benliğini Allah’ın rızasını kazanmaya verir. Bu durumda seni bu uğurdan alıkoyan, engel olan muhitin bile değişir.” dediği an Coşkun’un beyninde şimşekler çaktı “Demek ki o gece yüce Yaradan kendisine rücu etmem için Çingene Suat’a gerçeği itiraf ettirip kötü çevremi değiştirme yolunu açmıştı. Şimdi ise tanımadığı bir kuluyla bana yol gösteriyor.” dedi.

Ana yoldan “İncek” tabelasını görünce dönen Yusuf, ilerideki evleri gösterip “Geldik.” dedi. Nizamiye girişinde “Taş Evler” yazan kapının önünde durdular. Sitesinin güvenlik görevlisi, siyah camlı kulübesinden hemen kapıyı açtı. Yusuf içeri girerken camdan elini kaldırıp selamladı. Üç katlı villalar olarak inşa edilen sitenin yeni biçilen çimlerinin kokusu açık camdan içeriye girerken, yer yer bulunan palmiyeler tatlılık katıyordu. Bazı malikler bahçelerini kırmızı, beyaz güllerle süslerken kimileri yeşilliklerin üstüne çocuklar için kaydıraklar, salıncaklar kurdurmuştu. Sıcak havada havuzda yüzüp şakalaşarak oyun oynayanların kahkahaları sitenin her köşesinden rahatlıkla duyulabiliyordu.

Neredeyse iki insan boyuna yakın leylandi çamları ise villaların arasında doğal bir duvar oluşturmuştu. Mercan on sekiz yazan çelik kapılı tripleksin önündeki arabanın yanına park ettiler. Yusuf hızla inip kapının aslan başlıklı pirinç ziline basacakken içerden bir kız çocuğunun neşe içindeki “Yaşasın babam geldi.” sesinin duyulmasıyla kapının açılması bir oldu. İki yana örülmüş kumral saçları, yeni elbisesiyle sevimli mi sevimli sekiz yaşındaki kız çocuğu Yusuf’un kucağına “Baba, baba…” direk atladı. Yusuf onu kucaklayıp yanaklarından öptü. Evin küçük tatlı serserisi üzerinde son vukuatının delili olan ketçap lekeleriyle sürüne sürüne geldi. Arif onu kucağına alırken “Gel aslan parçası.” dedi. Bir yandan da cebinden çıkardığı sütlü kare çikolatayı kıza uzatıp “Prensesim bu senin.” dedi. Coşkun bu sevgi dolu mesut aile tablosunu izlerken içeriden bir kapı açıldı, güzel yemek kokuları evi dalga dalga kaplarken Coşkun’un bütün acılarını unutturdu. Evin vakur sahibesi “Hoş geldiniz Arif amca…” dedi. Arif “Hoş bulduk hanım kızım. Mis gibi yemek kokuları her yeri sarmış.” dedi. Yusuf misafirlere terlik çıkartırken kadın eliyle içeri buyur edip “Yemekler sizin gibi büyüklerle yenince güzel Arif amca.” dedi. Arif “Eyvallah kızım.” dedi. Salona geçerlerken Yusuf, Coşkun’u gösterip “Ayşe canım, Arif amcanın yâreni.” dedi. Ayşe “Hoş geldiniz.” dedi. Bir yandan eski alışkanlıkla istemsizce ortamı kesen Coşkun “Hoş bulduk.” dedi. Coşkun zarafetin büyüsü, şıklığın gücü karşısında çarpılmıştı. Evin sahipleri güçlerini, zenginliklerini hücrelerine kadar insana hissettiriyor ama onu öyle zarif nakşetmişlerdi ki insanın kişiliğini yok görmeden, onu korurken rahat ettiriyor, kendi evimdeyim hissi sarıp sarmalıyordu. Bunaltıcı ağustos sıcağında havuz başında saten örtülü ağır misafirler için çıkarıldığı belli olan bilindik bir markanın tarihî desenler taşıyan yemek, çatal, kaşık takımlarıyla donatılmış dört dörtlük zarif bir masada fındık lahmacunlar, yaprak sarmaları, çoban salatası, küçük tabaklarda kuru kayısı, üzüm, erik, incir ile ceviz, fındık içi ikramlıklarıyla sürahideki soğuk limonata ile ayran iştahları ilk görüşte kabartıyordu. Ayşe çorbaları doldururken “Arif amca, mantar çorbasını sevdiğiniz kulağıma geldi. Umarım beğenirsiniz.” dedi. Arif “Daha yemeden mis kokusundan dolayı on üzerinden on verdim.” dedi. Yusuf “Sezginler gelecekti.” dedi. Ayşe “Alev mesaj atmış, biraz gecikeceğiz, bizi beklemeyin, başlayın diye.” dedi. Yusuf eliyle de işaret edip “Eee o zaman biz başlayalım.” dedi. Arif besmele çekip yemeğe başladı. Yusuf yemek yemekten daha çok konuşmayı tercih ediyordu. Muhabbet akıp gidiyordu.

Sezgin kaslarını belli eden dar bir tişört, altına eşofman, ayaklarına sandalet giydi. Koluna ise pahalı bir saat, parmağına ise Latince “lux et veritas (Işık ve Gerçek)-Yale” yazılı gümüş yüzüğü taktı. Alev ise hâlâ sarı saçlarına röfle yapmakla meşguldü. Sezgin “Bizim amcaoğlu da bi garip. Nerede düşkün var, onlarla sohbetten, muhabbetten zevk alıyor.” dedi. Alev “Sorma ya! Daha can sıkıcısı karısı da onun gibi. Neymiş, misafir bereketmiş. Haftada en az bir kere yemek yedirmek düsturuymuş.” dedi. Sezgin “Tencere kapak… Ama dur sen. Ben onlara ayar verip ailemize yakışır seviyeye çıkartacağım.” dedi. Alev kırmızı rujunun kapağını açınca duraksadı, yüzü ekşidi “Ya, ben gelmesem… Düşündükçe içim şimdiden daralmaya başladı. Onların mort olmuş yüzlerini görmek zevk verecek olsa bile dayanamayacağım.” dedi. Sezgin “Bu kadar hazırlık yaptın. Hem ben tek başıma ne yaparım?” dedi.  Alev telefonu eline alırken “Ben Ayşe’yi arıyorum. Klasik migren ağrım tuttu diyeceğim. Ama sen mecbur gideceksin.” İstihzai gülerek “Gazan mübarek olsun.” dedi. Sezgin elli santimetre büyüklüğündeki pazılarını şişirip “Yapacak bir şey yok, üzülsem de zaferin tadını tek başıma çıkartacağım.” dedi. Gülüştüler.

Ana yemek Kilis tavanın sonuna gelindiğinde kapı çalınca Yusuf gidip kapıyı açtı. Arif “Yolcu çekinme iyi ye…” dedi. Coşkun aşırı feyzden vücudunu kontrol etmekte zorlanıyordu. Karnı aç olsa da yemek yiyemiyordu. Bitkinlikten sadece başını sallayabildi. Sezgin kendine güvenen tavırları ve o gür sesiyle en üst perdeden “Selam.” dedi. Arif “Hoş geldiniz. Buyurun, biz başladık.” dedi. Yusuf “Amcaoğlu çorba sıcak…” derken Sezgin, Arif’in yanına oturup “Ben doğrudan tatlıyı alayım. Nasılsa bunlar her zaman yediğimiz şeyler. Sen asıl…” Arif’e alaycı bakıp “…Hocamın tabağını tekrardan fulle. Bulmuşken karnı iyice doysun.”  Ortamın tadı birden kaçtı, buz gibi oldu. Arif dışında herkes birbirine bakakaldı. Yusuf’un o an başından aşağı kaynar sular döküldü. Sezgin’i çağırdığına bin pişman oldu. Belli ki kan dökmeye gelen fanatik takım taraftarı gibiydi. Yusuf tam bir şey diyecekti Arif sol eliyle “Dur” işareti yapıp “Yemekler çok güzel tadını çıkara çıkara yiyin.” dedi. Sezgin bu yumuşak tutumdan cesaretlenip “Benim Yusuf’un amcaoğlu olduğumu biliyorsunuzdur.” Amerikan aksanıyla “Amerika’da Yale University’de işletme okudum. Ülkeye dönünce enerji sektörüne girdim. Şu an ülkenin dört bir yanında güneş panelleri ve rüzgâr santralleriyle milyonlarca eve ışık oluyorum. Ayrıca deniz üzerinde yılda bin mega watt elektrik üreten powership on gemiye sahibim. Geçenlerde fakir bir Afrika ülkesinde iç karışıklık oldu. Bizim gemiler elektrik verdi. Sonra fakirler parayı ödemeyince çekin fişi gelin, onlarla mı uğraşacağım dedim.” dedi. Sonra ellerini yana açıp “Kısaca ben böyle bir adamım, siz ne işle meşgulsünüz?” Bu hadsiz, densiz adama karşı Arif, gelen sütlü tatlının tadını çıkara çıkara, rahatsız edici bir şekilde “Emekliyim.” dedi. Sezgin gülümseyerek “Hee şu çalışmadığı halde eşin dostun iş yerinde hatıra binaen sigortalı gösterilenlerden misiniz?” dedi. Arif yerinde zor duran Yusuf’a bakıp “Yusuf, tatlını yesene evladım.” dedi. Sezgin “Yusuf normalde hocanın dediğini yap, yaptığını yapma derler. Bak hocamız hem kendi yiyor hem sana da ye diyor. Yesene be amcaoğlu. Bu arada unuttum, isim neydi hocam?” Sezgin kan döktükçe daha da canileşen kana doymaz katil gibiydi. Arif “Arif Bilmez.” deyince Sezgin koca bir kahkaha patlatıp “Hem arif hem de bilmez haaa… Yusuf sen de saygıda kusur etmiyordun çok bilge diye. Bak kendi söylüyor bir şey bilmiyormuş.” dedi. Arif ceketinin cebinden dolma kalemini çıkarıp peçetenin üzerine bir şeyler yazmaya başladı. Arif, “Doğru, ben kibir, ucup, yalan, insan aşağılama, haset, kin, düşmanlık nedir bilmem.  Kısacası sezgisiz Sezgin ben Allah’ın hoşuna gitmeyecek insanı incitecek şeyleri bilmem.” Peçeteyi Sezgin’e uzatırken “Liderler baskın olarak tehdit, âlimler ispat, evliyalar ise keramet dili kullanır.” derken peçeteyi açan Sezgin’in yüzü kıpkırmızı oldu. Şaşkınlıktan gözleri büyüdü. Burun delikleri büyüdü. Arif “Sözün özü ben bilmem gerekeni bilecek kadar arifim.” dedi. Sezgin, Yusuf’a bakıp “Alev, Alev değil mi? O söyledi?” dedi. Yusuf anlamaya çalışarak şaşkın “Neyi?” dedi. Sezgin “Neyi olacak, hemoroit olduğumu!” dedi. Yusuf ufak mütebessimle “Sen basur musun?” dedi. Sezgin peçeteyi gösterip öfkeli öfkeli “Bak buraya adam yazdı. Kimden duyacak, senden duydu.” dedi. Arif bu kez peçeteye resimler çizerken “Kimseyi suçlama, burada kimse bunu bilmiyordu.” dedi yine peçeteyi uzattı. Sezgin mütereddit eline aldı artık açmak istemiyordu. Arif başıyla aç işareti yaptı, aslında bir yandan merak da ediyordu. Açıp bakmasıyla kapatması bir oldu. Yüzü kıpkırmızı olan Sezgin “Bunu ancak üst düzey bir istihbaratçı bilebilir.” dedi. Arif “Dediğim gibi, kendin dışında suçlu arama, beni de daha fazla zorlama. Senin başka sırlarını da ifşa ederim.” Tehditkâr “Arif Bilmez’in yanında diline ve kalbine sahip çık.” dedi.

Devamı Gelecek Ay…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.