“Kitle iletişimi” olgusundan kısaca bahsedebilir misiniz? Kitle iletişimi, bir güç olarak düşünüldüğünde modern toplumu ne denli dönüştürebilir? Burada kitle, kitle iletişimi ve medya arasında gelişen dinamik süreçler nasıl şekilleniyor?
Küresel ölçekte bir kitle iletişimi sürecini başlatan, 20. yüzyılın başlarında Avrupa’da elektromanyetik dalgaların sese çevrilmesiyle icat edilen radyo olmuştur. İnsanlar, ilk defa kişisel bir çabaya girmeden ortak yaşam alanlarında bulunan radyo sayesinde dünyada yaşanan önemli olaylardan haberdar olmaya başlamıştır. Teknolojik gelişmelerle hızlanan küresel süreç, 1950’lerde kullanılmaya başlanan televizyon ile daha da derinleşmiştir. Televizyon, yazı ile sesi hareketli görüntülerle birleştirerek insan hayatını kolaylaştıran ilk kitle iletişim aracıdır ve büyük ilgi görmüştür. İnternet teknolojisinin keşfedilmesi ise iletişim süreçlerinde devrim etkisi yaratmıştır.
Modern öncesi dönemde eylemler, daha çok yüz yüze ilişkilerin kurulduğu yakın çevre ile sınırlıyken modernleşmeyle şekillenen kitle iletişimi, yüz yüze iletişimin de niteliğini değiştirmiştir. Bu bakımdan medya, zamanı ve mekânı birbirine bağımlı olmayan iki iletişim unsuruna dönüştürür. Artık gündelik yaşamın zaman-mekân sınırlamasının dışına çıkan insanoğlu, iletişim medyasını kullanarak kendisi için anlamlı yeni ağlar üretmeye başlamıştır (Geertz, 1973; Thompson, 2004). Modern toplumlardaki bireyler, uzak mekânlardaki diğerleriyle kitle iletişim araçları sayesinde samimi denebilecek ilişkiler kurarak ortak duygularda buluşabilmektedir. Burada kitle iletişimi olgusundaki “kitle” vurgusu ise başlı başına bir araştırma alanıdır.
19. yüzyıl sonlarından başlayarak birbirinden habersiz insanları bir araya getiren güç, kitle iletişimi ve medya olmuştur. Sayısız izleyiciyi kapsayan “kitle” iması ile aslında medya ürünlerini tüketenlerin sorgulamayan pasif bireylerden oluştuğu düşüncesi temellendirilmektedir. Dolayısıyla kitle iletişimi çağrışımı; edilgen bir kitle toplumu yarattığı gerekçesiyle eleştirilmekte ve sorgulanmaktadır (Beck, 2011). Aynı zamanda medya, yarattığı toplumsal sorunların çözümü noktasında da telkinler vererek yönlendirdiği bireye her şartta onun yanında olduğu düşüncesini empoze etmektedir. Bu nedenle kitleler, anlamını yitiren iletişim mekanizmalarının rehavetine kapılıp oyalanmakta, ama başka çarenin de bulunmadığına inanmış görünmektedir. Yine de tüm bunlar, gelişen ve değişen iletişim süreçlerinin çok çeşitli araştırmalara konu olmasına katkı sağlamaktadır.
Medya, yeni bir gerçeklik alanı mı yaratıyor? Bu anlamda kitle iletişim araçlarının bireyin gerçeklik algıları üzerindeki etkilerinden kısaca bahsedebilir misiniz? Medyadaki gerçeklik sunumları, gerçekten de travmatik boyutuyla tartışılabilir mi?
Uzunca bir süredir sembolik ölçütlerle dizayn edilen “anlamsız” temsillerin “gerçeğin” yerini aldığını söyleyebiliriz. Bu bakımdan medya, sembolik gerçekliklerle bireylerin benlik ve kimlik dünyalarını yeniden inşa etmektedir (Husserl, 1970). Bugün artık bireyler; haber bültenlerine, televizyon dizilerine veya spor karşılaşmalarına göre düşüncelerini ve yaşantılarını planlar hale gelmiştir. Dolayısıyla gitgide toplumsal gerçeklik, medya içeriklerini üretenlerle bu içerikleri tüketenlerin birlikte gerçekleştirdiği bir sürece dönüşmüş görünmektedir.
Esasında bireyin gerçekliğe bir yerden tutunması, yaşantı deneyimi için şarttır (Baudrillard, 2015). Freud’un kişilik kuramına baktığımızda “ego” yani benliğin, kendimizin gerçeklik ile bağlantılı olan parçamızla ilişkili olduğunu görüyoruz. Yine Mead, çalışmalarında “gerçeklik” ile “benlik” olgularını bir ilişki içerisinde değerlendirmiştir. Dolayısıyla birey olarak her birimiz ancak benliğimiz ile toplumsal gerçekliğe yöneldikçe onun bir parçası haline gelebilmekteyiz. Bizler aynı zamanda o gerçekliği etkileyip dönüştüren aktif birer özne konumundayız. Fakat bir süredir yeni bir gerçeklik alanından bahsedildiğini söylemek gerekir. Baudrillard (2005; 2015), modern toplumdaki bu yeni gerçeklik alanını, hiper-gerçek/simülasyon kavramıyla açıklamıştır. Ona göre gerçek sandığımız dünya, simülasyon dünyasıdır ve bu dünyadaki deneyimlerimiz, şeyler tarafından değil, o şeylerin “gibileri”, temsilleri yani üretilmiş “simülakrları” aracılığıyla yapılandırılmaktadır. Günümüz simülasyon çağında gerçekliği yaşatmaya çalışmak da bir aldatmacadır. Artık bizi ilgilendiren şey, her yerde şaşırtıcı bir biçimde ona benzeyen kurgulanmış gerçekliğin alanıdır.
Özellikle televizyon, bir süredir kurgu ile kurgu olmayanı birbirinden ayırt etmenin zorlaştığı bir hipergerçeklik alanıdır (Thompson, 2004). Nitekim Baudrillard, 1990-1991 yılları arasında yaşanan Körfez Savaşı’nın bir kurgudan ibaret olduğunu, olayın televizyon ekranlarında hiper-gerçek bir sürece dönüştürüldüğünü savunmuş ve bu iddiasına savaş görüntülerinin olmamasını gerekçe göstermiştir. Baudrillard medyanın; gündelik hayatta şok etkisi yaratabilecek bilgi, durum ve olayları tepki çekmeden kabul edilebilecek biçimlere soktuğu görüşündedir. Onun bu görüşünü adeta destekleyen izleyiciler, muhtemelen yüzlerce insanın öldüğünü bilseler de Körfez Savaşı’nı sinema filmi izler gibi merak ve heyecanla seyretmişlerdir. Bugün gerçeklik, insanların aidiyet duygusuyla bağlı olduğu bir varlık alanı olmaktan ziyade yalnızca seyircisi olduğu bir gösteriye dönüşmüş görünmektedir. Durkheim’ın da ifade ettiği gibi dünya, bizlere gösterildiği ölçüde var olmaktadır artık.
Medyanın yaygın bir biçimde kullanılmasından önce savaş, katliam, cinayet, istismar gibi olaylara tanık olmak, biz sıradan yurttaşlar için alışkın olmadığımız bir durumken; bugün her birimiz hem gerçek hem de gerçeğin temsilleriyle kolektif ya da bireysel şiddet gösterilerine ve travmalara sıklıkla şahit olmaktayız. Amerikan Psikiyatri Birliği travmayı; “kişinin kendisine, yakınlarına ya da kendisi dışındaki diğerlerine fiziksel olarak risk yaratan darp, işkence, taciz, tecavüz gibi olayları tecrübe etmesi veya buna tanık olması” olarak açıklamıştır (APA, 1994). Dolayısıyla ne şekilde tanık olunursa olunsun toplumun geniş bir bölümünü ilgilendiren trajik bir olay, bireyi fiziksel ya da kültürel olarak ilgilendiriyorsa travma yaratma etkisi barındırmaktadır (Quarantelli, 1985).
Bir araştırmada; izleyiciler klinik TSSB ölçümleriyle incelenmiş, üzücü ve korkutucu medya içeriklerine uzun sürelerle tanık olanların önemli bir kısmında -araştırmaya katılanların % 20’si- TSSB belirtilerine rastlanmıştır (Ramsden, 2017). Araştırmayı gerçekleştiren Klinik Psikolog Ramsden, bir olayın toplum üzerindeki yıkıcı gücü ne kadar büyükse medyada o kadar fazla yer aldığı görüşündedir. Bu ve benzeri pek çok araştırma, medya aracılığıyla yayılan gerçek şiddet görüntüleri ve haber kurgularının, insanların güvenlik algılarını sinsice aşındırarak zamanla öfke, korku ve çaresizlik duyguları yarattığını ortaya koymaktadır. Çünkü zihin, hayali olarak kurgulanan veya canlandırılan olay ve durumları, gerçekte yaşanılanlardan ayırt edemez. Yine insan beyni üzerine yapılan çoğu araştırma göstermektedir ki bilinçli yahut istemsiz olarak sürekli pratik edilen duygular ve düşünce tasarımları, beynin yapısal ve fizyolojik değişime uğrama yeteneği olan nöroplastisiteyi etkilemekte ve dönüştürmektedir. Böylelikle insan beyni, ilgi alanlarını ve alışkanlıklarını, tekrar eden düşüncelere göre her defasında yeniden uyarlayabilmektedir.
Televizyondaki “Gerçek Hayat Hikâyeleri” konulu içeriklerden kısaca bahsedebilir misiniz? Özellikle çalışmanızda incelediğiniz dizilerle ilgili içerik analizi yapmak gerekirse oyun, oyuncu ve mizansenlerin insanlar üzerindeki etkileri, gerçekten de travma boyutunda bir işlev taşır mı?
Uzunca bir süredir medyanın toplumun her kesimiyle ilgili çok çeşitli kesitler sunduğunu biliyoruz. Bunlardan biri de insanların kendisinden bir parça bularak daha çok sahiplendiği gerçek hayat hikâyeleridir. Bugün televizyon içeriklerinin izlenme oranlarına baktığımızda en çok izlenen yapımların ana haberler ve gündüz kuşağı programları olduğunu görmekteyiz. Bu iki yapım da gerçek hikâyeleri konu ediyor. Özellikle cinayet, istismar, kadına şiddet, dolandırıcılık gibi suç olayları, bu programlarda detaylı olarak inceleniyor, hatta “arkası yarın” serileri halinde çözümlenmeye çalışılıyor. Adli ve güvenlik birimleriyle iş birliği içinde hareket eden bu programlarla çok sayıda suç vakası sonuçlandırılarak suçluların ceza almaları sağlanıyor. Sonuçta her yönüyle gerçek olan bu hikâyeler, televizyonda en çok izlenen yapımların başında gelmektedir.
Pek çok TV programında sürekli olarak işlenen yaşanmış hikâyeler, bir süredir dizilerde de işleniyor. Özellikle COVID-19 pandemisi döneminde zorunlu olarak evlerine kapanan insanların yoğun olarak bu dizileri izlediğini söyleyebiliriz. Bu hikâyelerin içeriklerine bakıldığında her birinin şiddet, istismar, aile içi çarpık ilişkiler, cinayet, sevgisizlik gibi çok çeşitli travmatik deneyimlerle dolu olduğu görülmektedir. Pek çok insanın fazlasıyla aşina olduğu veya maruz kaldığı şiddetin, acının dikkat çekici niteliği, bugün adeta medyanın travmalardan beslenme sebebi olmuştur.
Medyanın birey ve toplum üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, naçizane bir bilim insanı olarak benim de dikkatimi çekmektedir. Bu nedenle doktora tez çalışmamı, medyanın kurguladığı travmatik gerçekliklerin insanlar üzerindeki etkileri üzerine yapmak istedim. Bu anlamda tezimde “Gerçek Hayat Hikâyeleri” başlıklı dizileri sunumlarına yer vermek istedim. Sosyolojik bir bakış açısıyla ele aldığım “Gerçek Hayat Hikâyeleri Sunumu ile Medyanın Travmatize Ettiği Toplum” başlıklı çalışmamda en çok izlenen “Gerçek Bir Hayat Hikâyesi, Masumlar Apartmanı” ve “Gerçek Bir Hayat Hikâyesi, Camdaki Kız” adlı iki TV dizisini incelemeyi uygun buldum. Bu dizilerin YouTube hesaplarındaki sahne kesitlerinde oyuncuların/karakterlerin iletişim süreçlerinde öne çıkan ifadeleri, tutum ve davranışları, çalışmada içerik analizi metoduyla; bu sahnelere yapılan izleyici yorumları da söylem analizi tekniğiyle çözümlenmiştir.
Tezdeki nitel desenli saha araştırması verilerine bakıldığında bu dizilerde; çocukluk çağının travmalarla, kadınlık kimliğinin mağduriyetlerle, ebeveyn kimliğinin şiddet ve sevgisizlikle, aile ve ev içi alanın ise risk ve tehlikelerle ilişkili olarak sunulduğu görülmüştür. Bu dizilerde insanlara “travma” adı altında düzenli olarak seyrettirilen her türlü şiddet eylemi, toplumda var olan mevcut düzenden kaynaklanan gerekçelerle ilişkilendirilmektedir. Dizi sahnelerine YouTube’da yapılan izleyici yorumları çözümlendiğinde; toplumsal gerçeklik iddiasındaki bu dizileri izleyenlerin, hikâyeleri içselleştirdiği ve bu hikâyelerdeki karakterlerle özdeşim kurduğu görülmüştür. Bu dizilerin yaşanmış gerçek hikâyeleri konu alması, anlamlı bir kendilik yaratma amacındaki izleyicilerin diğer kurgu dizilere göre bu dizileri tercih etmesini sağlamaktadır. Yine bu dizilerdeki karakterlerin toplumda sevilen, rol kabiliyeti yüksek oyuncular tarafından canlandırılması, giyim, kuşam, davranış ve söylem bakımından doğal gündelik hayata uygun oluşları ve hikâyelerin aile ve ev içi alanı konu edinmesi izleyiciyi kendisine çeken önemli detaylardır. Dolayısıyla izleyiciler, bu dizilerde kendilerinden bir şeyler bulduklarını ifade etmişlerdir. Genel olarak izleyiciler, dizi karakterlerinin kendilerine veya çevresindekilere benzeyip benzemediğini sorgulama eğilimindedir. Dizilerdeki hikâyelerin ve karakterlerin gerçek olduğunu bilen izleyiciler, ekranda gösterilen şiddet ve travmanın gerçekten yaşanmış olmasından büyük üzüntü duyduklarını dile getirmişlerdir. İzleyiciler, bu hikâyeleri içselleştirdikçe psikolojik olarak etkilendiklerini, farkında olmadan bu karakterlere benzer davranışlar sergilediklerini ve sonuçta kendi ruh hallerinin de sağlıklı olup olmadığı konusunda sorgulamalar yaptıklarını ifade etmişlerdir.
Bu dizilerde gerçekliği kurgulayanlar, esas hedeflerinin toplumda güvenliği sağlamak adına insanları yeni risk faktörlerinden, korunma biçimlerinden haberdar etme ve insanlarda bir farkındalık yaratarak toplumu bilinçlendirme olduğu iddiasındadır. Fakat hikâyelerin, karakterlerin ve oyuncuların “gerçek” oluşu, yaşanan trajedilere ekrandan şahit olan izleyicileri kişisel, sosyal ve ruhsal olarak etkilemekte; dolaylı da olsa travmalara maruz bırakabilmektedir. Sonuçta medya aracılığıyla sinsice yayılan bu travma salgını, toplumu geri dönüşü zor çıkmazlara sürükleyebilme tehlikesi taşımaktadır.
KAYNAKLAR
Adorno, T. W., Horkheimer, A. (2010). Sosyolojik açılımlar. (Çev. M. S. Durgun, A. Gümüş), Ankara: Bilgesu Yayıncılık.
American Psychiatric Association [APA]. (1994). Diagnostic and statistical manual of mental disorders. DSM-IV. Washington, DC. (4. edition).
Baudrillard, J. (2005). Simülakrlar ve simülasyon. (Çev. O. Adanır), Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Baudrillard, J. (2015). Şeytana satılan ruh. (Çev. O. Adanır), Ankara: Doğu Batı Yayınları.
Beck, U. (2011). Risk toplumu: başka bir modernliğe doğru. (Çev. K. Özdoğan, B. Doğan), İstanbul: İthaki Yayınları.
Berger, P. L. (2017). Sosyolojiye çağrı. (Çev. A. E. Koca), İstanbul: İletişim Yayınları.
Fromm, E. (1996). Özgürlükten kaçış. (Çev. Ş. Yeğin), İstanbul: Panel Yayınları.
Geertz, C. (1973). Tlıe lnterpretation of cııltures. New York: Basic Books.
Guryeviç, A. (1995). Ortaçağ avrupası’nda birey. (Çev. İ. İnan, Z. Ülgen), İstanbul: Afa Yayıncılık.
Horkheimer, A. (1998). Akıl tutulması. (Çev. O. Koçak), İstanbul: Metis Yayınları.
Husserl, E. (1970). Logical ınvestigation-volume ıı. (Trans. J. N. Findlay), London and New York: Routledge Kegan & Paul Inc.
Ramsden, P. (2017). Vicarious trauma, ptsd and social media: does watching graphic videos cause trauma?. Journal of Depression and Anxiety, 6(3), DOI: 10.4172/2167-1044-C1-002
Rousseau, J J. (1931). Emile yahut terbiye. (Çev. A. R. Ülgener), İzmir: Meşher Matbaası.
Simmel, G. (2009). Bireysellik ve kültür. (Çev. T. Birkan), İstanbul: Metis Yayınları
Thompson, J. B. (2004). Medya ve modernite. (Çev. S. Öztürk), İstanbul: Kırmızı Yayınları.
Tocqueville, A. (1962). Amerika’da demokrasi. (Çev. T. Timur), Ankara: Türk Siyasi İlimler Yayınevi.
Quarantelli, E. L. (1985). What is disaster: the need for clarification in definition and conceptualization in research. Washington, D.C.: U.S. Government Printing Office.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

