Önceki dönemde “Haz ve Hız” üzerinden sorgulamalar yapılırdı. Pandemi ile birlikte “Yorgunluk Çağı”nın getirdiği yeni sorgulamalar gelişti. Kovid-19; yani “Korku Virüsü”nün getirdiği endişeler üzerinden düşündüğümüzde bu sorgulamalara “Dijital Yorgunluk” kavramı da eklendi. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Koronavirüsün deneyimlediğimiz diğer pandemilerden belki de en büyük farkı ekonomik, toplumsal, bireysel, psikolojik, fiziksel vb. yaşamsal etkileriyle tüm dünyada bir megakriz’e yol açması oldu. Mekânın, sınırların, kimliklerin önemi kalmadı. Kim olduğumuzdan bağımsız olarak tehdit her yerdeydi. Alışık olduğumuz düzen, yerini bir belirsizliğe bıraktı. Belirsizlikten olabildiğince sakınmak isteriz. Bilinmeyene karşı hep bir endişe, korku besleriz. “Dibinde ejderha olan bir kuyuya inecek bir kahraman bulmak, içinde ne olduğu bilinmeyen bir kuyuya inecek bir kahraman bulmaktan daha kolaydır.” der Sabahattin Ali.
“Yorgunluk Toplumu”na dönüşmemiz pandemi ile başlamadı. Düşünür Byung-Chul Han’a göre 21. yüzyıla damgasını vuracak olan hastalıklar depresyon, anksiyete, dikkat eksikliği, sınır kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu gibi nörolojik hastalıklar olacaktı. Han, bakteri ve virüslerin bizim için tehlike yaratmayacağı, gelişmiş tıp ve bağışıklık teknolojilerimizin bizi koruyacağı inancında olsa da Kovid-19 bu konuda ne denli savunmasız olduğumuzu hepimize gösterdi. Düşünür, insanlık için tek bir cephede çarpışmayı öngörürken, çok daha fazla cephe açıldı.
Düşünüre göre, “21. yüzyılın insanları, sınırlılıklar ve ihtiyaçlar üzerinden işleyen disiplin toplumu değil, sınırların kaldırıldığı performans toplumu”dur. Modernitenin “-meli/malı gereklilik kipi” ile yönetilen “itaatkâr öznesi”, kendisinden sürekli performans beklenen “-ebilmek kipi” ile yönetilen “performans öznesine” dönüştü. Artık toplumda sınırsız ve sürekli başarma baskısı altındaki mağluplar ya da depresifler var. Disiplin toplumunda öznenin eylemleri gereklilikler tarafından belirlenir ve sınırlıdır. Performans öznesi ise sürekli bir üretim ve başarma baskısı altında kendisi ile amansız bir savaş içindedir. İtaatkâr öznenin aksine kendisinin efendisidir ama bu onu daha özgür kılmaz. Sadece tahakküm yöntemi değişmiştir. Sınırlı zorunluluklar yerini sınırsız başarma ve performans olasılıklarına bırakmıştır. Performans öznesi için artık boşa geçirilecek zaman, amaçsız bir eylem, keyfi bir rahatlama yoktur. Daimi bir huzursuzluk ve tatminsizlik hali, kronik yorgunluk ve depresyon, benliğini ve ruhunu tükenme noktasına getirir.
Pandemi öncesinde Prof. Dr. Kemal Sayar ile yazdığımız Ağ: Sanal Dünyada Gerçek Kalmak kitabımızda sanal âleme göçün yaşantımıza getirdiği değişiklikleri tartışırken sanal/dijital iletişim ve yüz yüze iletişimin farklarının altını çizmiştik. Pandemi ile bu kısmi göç hızlandı ve topluca sanal âleme yerleştik. Kitapta bahsettiğimiz birçok sanal deneyimin bizzat öznesi haline gelirken, sanal iletişimin ne kadar yorucu olabileceğini yakından tecrübe ettik.
Yorgunluk çağının tam içindeyken pandeminin tetiklediği dijital dönüşüm, beraberinde dijital yorgunluğumuzu da artırdı. Hem bilişsel hem ruhsal hem de sosyal olarak örselendik. Uzaktan çalışma ve uzaktan eğitim, ekran karşısında geçirdiğimiz zamanları fazlasıyla artırdı. Üstelik ekran karşısında ne kadar uzun saatler geçirsek de sanal iletişim; hiçbir zaman yüz yüze iletişimin ve etkileşimin sağladığı iyi olma halini sağlamadı.
Virüsün hızlandırdığı dijital dönüşüm ve uzaktan erişime dair neler söylemek istersiniz? Bir “zoom yorgunluğundan” hatta “zoom depresyonundan” söz edebilir miyiz? Nasıl ve niçin?
Pazarlama profesyonellerinin “jenerik isim” olarak tanımladıkları bir kavram vardır. Bir ürün kategorisinde, o ürünü tarif etmek için kullanılan yaygın markaya verilen isimdir. Kâğıt mendile selpak, blue jean’e kot, tıraş bıçağına jilet (Gillette) dememiz gibi. Pandemide hayatımıza giren jenerik isimlerden biri de “Zoom” oldu. Üstelik ismin hallerinin neredeyse hepsiyle kullandık. Bu akşam Zoom’a gelsene, Zoom açtım, Zoom’dayım, Zoom’dan çıkınca ararım, Zoom’da buluşalım, kapıdayım, içeri al, Zoomkolik, Zoom-bi, Zoom-baaa, Zoom’dan Zoom’a, Zoom parti, Zoom konser, Zoom dersi… saymakla bitmez. Bir sene önce, varlığından haberdar bile olmadığımız bu dört harfli kelime, yaşantımızın göbeğine yerleşti.
Pandeminin başlaması ile hem iş dünyası hem de eğitim sektöründe evden çalışma ve hizmet verme zorunluluğu oluştu. Tüm dünyanın dört gözle beklediği çözüm çok kısa sürede geldi: Videokonferans platformları. Böylelikle hem çalışanlar hem de öğrenciler dijital/sanal ortamda da olsa iş ve eğitim rutinlerini sürdürebildiler. Bu platformlar gerçekten de bu dönem için hem kurumsal hem de bireysel anlamda her birimize sınırsız fayda sundu. Toplum olarak, kendimizi birdenbire hibrit/melez yaşam tarzının içinde bulduk. Parçalı bulutlu açılıp kapanan okullar, işyerleri, parklar, marketler kısacası bizi çevreleyen her şey akışkan bir hal aldı. Pandemi öncesi içinde bulunduğumuz modernite sonrası zamanı “akışkan modern” olarak tanımlayan değerli sosyoloji profesörü Zygmunt Bauman pandemi döneminde hayatta olsaydı eminim bu günleri tarif etmek için çok daha dramatik bir terim icat ederdi.
Aralık 2019’da dünya genelinde 10 milyon olan Zoom kullanıcı sayısı, sadece beş ay içinde 300 milyona ulaştı.
Şirketin 2021 finansal yılı cirosu bir önceki yıla göre 3 kat artarak 2,7 milyar dolara çıktı. 2019 yılında, halka arz edildiğinde değeri 16 milyar dolar olan şirketin değeri Mart 2020’de 42 milyar dolara yükseldi. Zoom uygulaması, tek bir çeyreklik dönemde, 300 milyonu bulan yüklenme sayısı ile Pokemon GO ve TikTok’un rekoruna ulaştı. Türkiye özelinde baktığımızda ise dünya çapında, Zoom’un kullanıcı sayısını en çok artırdığı 5 ülkenin arasında yerimizi aldık. İnanılmaz rakamlar değil mi?
Her gün yüz milyonlarca insan, yeni normalin sanal işyeri ve okullarında düzenli olarak bir araya geldiler. Bu toplanma yerlerinin kendine özgü kuralları, sosyal standartları ve ritüelleri oluştu. Bilişsel ve duygusal mekân algımıza yeni bir boyut eklendi: Dijital mekânlar. Bir hologram gibi görünüp kayboluyorlar. Hem var hem yoklar. Ekranı kapatınca mekân ve ritüelleri yok oluyor. Zamanı ve mekânı içine hapseden sanal baloncuklar. Sürekli yeniden oluşuyor, bizi içine alıyor; sonra kayboluyor ve bizi özgür bırakıyorlar.
Bir ekran aracılığı ile gerçekleşen aracılandırılmış iletişim üzerine yapılmış çok sayıda araştırma ve çalışmadan biliyoruz ki bu iletişim yüz yüze iletişimden oldukça farklı dinamikler içeriyor. İş ve eğitim süreçlerinin videokonferans platformları üzerinden yürütülmesi ise bundan çok daha fazla psikolojik, fiziksel ve duygusal dinamikleri içinde barındırıyor. Pandeminin süresi artıp bu platformların kullanımı tüm dünyada yaygınlaştıkça, videokonferans platformları için jenerik isim haline gelmiş olan Zoom ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmaya ve “Zoom yorgunluğu” gibi kavramlar literatüre girmeye başladı.
Stanford Üniversitesi Virtual Human Interaction Lab (VHIL) Kurucu Direktörü Profesör Jeremy Bailenson’ın videokonferans platformlarında uzun saatler harcamanın psikolojik etkileri üzerine yaptığı araştırmanın sonuçları Technology, Mind and Behaviour dergisinde 13 Şubat 2021 tarihinde yayımlandı. Çalışma sonunda “Zoom yorgunluğu”nun sebeplerinde öne çıkan dört ana unsur sıralandı: Aşırı derecede yakın ve uzun süreli göz teması, bilişsel yükümüzün artması, görüşme boyunca kendi görüntümüze bakmak, hareketliliğimizin azalması.
Zoom Depresyonu:
Sizi sadece bir “kafa görüntüsü” olarak ekrana taşıyan bir platformda kendiniz olabilmek ve karşınızdakini etkileyebilmek için çok daha fazla enerji harcamanız gerekir.
Julia Sklar’ın, National Geographic Science’da yayımlanan makalesinde videokonferans görüşmelerinin beynimizden daha çok performans talep ettiğine dikkat çekiliyor. Yüz yüze iletişim ve sosyal etkileşim, ödül devrelerimizle yakından ilişkilidir. Sevdiklerimize sarılmak, dokunmak daha fazla oksitosin hormonu salgılamamızı sağlar. Beynimizdeki ödüllendirme merkezlerini harekete geçirir. Yüz yüze ve sanal iletişim kuran kişilerin fonksiyonel MR görüntülemelerinin incelendiği araştırmalarda, yüz yüze iletişimin yarattığı hareketliliğin daha fazla olduğu bulunmuştur. Sosyal temaslarımızı ödül gibi algılarız ve bu durum nihai olarak bizi motive eder, dinç kılar.
Sinir sistemi fizyolojisinin bozulması Zoom yorgunluğunu açıklayabilir. Zoom’un yapısal özelliklerinden kaynaklanan ses ve görüntü iletimindeki gecikmenin, karşımızdakini daha negatif algılamamıza neden olduğunu araştırmalardan biliyoruz. Bu gecikmenin 1,2 saniye bile olsa üzerimizde olumsuz etkisi var. Bu durum, Zoom buluşmalarını ödül gibi algılamamızı engelliyor.
Ödüllendirilmediğimizi düşündüren diğer nörofizyolojik durum ise iki kişi arasındaki duygusal yakınlıktan kaynaklanan “bakışmayı” Zoom ortamında ayırt edemememiz. Bakışma, tepki hızımızı artırırken, çoğu kez beğeni duygusu da yaratır bizde. Oysa birden fazla yüzün ekranda göründüğü bir toplantıda ekrandaki ilgi ve sevgi dolu o bakışın kime yöneldiğini fark edemezsiniz. Bu da bağ kurmaya ve iyi hissetmeye mani olur.
Saatlerce ekran karşısında otururuz ama ödülümüzü alamayız.
Videokonferans platformlarındaki görüşmelerde karşımızdaki kişilerin yüzlerine bakıp duygularını anlamaya çalışırken ya da kendi görüntümüzü sürekli kontrol ederken maruz kaldığımız bilişsel yük de bizim ödül algımızı zayıflatır. Bir ödül varsa bile, bunun için yüz yüze buluşmada olduğundan daha fazla bir bedel ödüyoruz. Bu da farkında olmadan yaptığımız ödül-yorgunluk hesabının ödül aleyhine bozulması ile sonlanıyor. Üç-dört toplantı sonrasında ise bu duygu iyice pekişiyor ve günün sonunda omuzlarımızda kocaman bir yorgunluk kalıyor.
Pandemi, aile dinamiklerimizi ve ruh sağlığımızı nasıl etkiledi? Ne yapabiliriz?
İki yılı aşkın bir süredir zihinlerimizde, evin dışını “tehlike ve risk” ile özdeşleştiriyoruz. Başlangıçta, hayatta kalma dürtüsünün getirdiği motivasyonla kendimize iyi bakmaya; gündelik yaşantımızı yeni şartlara uygun sürdürmeye; kendimiz ve yakınlarımız için güçlü kalmaya çalıştık. Süre uzadıkça, salgının benzer döngüleri tekrarlandıkça umutsuzluk ile karışık bir kayıtsızlık hüküm sürmeye başladı. Aşının bulunması biraz can suyu olsa da aşı tedarik sürecinde yaşanan sorunlar, belirsizliklere bir yenisini daha ekledi. Sonra aşı erişilebilir olunca biraz daha rahatladık. Salgının başlangıcı üzerinden iki yıldan uzun süre geçti. Hayat normalleşiyor. Geriye iki yıldan uzun süre eve kapanmış çocuklar, eve taşınan ofisler, değişen alışkanlıklar kaldı. Eski rutinimizi kazanmaya çalışmalıyız. Rutin çoğu kez dostumuzdur.
Pandemi koşulları, ruh sağlığı problemlerinin artışı için uygun bir iklim oluşturuyor. Karantina, sosyal mesafe ve izolasyon psikolojimizi olumsuz etkilerken; iş kaybı ya da ekonomik gerileme ise zihin sağlığımıza doğrudan etki eder. Çalışanlar verimli olamamaktan şikâyetçi; yaşlılar ise eve kapatılmaktan ve yalnızlıktan. Çocuklar ise okullarından ve arkadaşlarından ayrı kaldıkları bu süreçten hem akademik hem psikolojik hem de bilişsel olarak etkilendiler.
“Dijital dünyada insan kalmak” üzerinde düşünülmeye değer bir şey… “İçimizde kurtarılmaya değer olanı” kullanmak zaten vazgeçilmezimizdi. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
İnsan atalarına değil zamanına çekermiş. Her şey çok hızlı değişiyor; etrafımızdaki birçok ürün ve hizmetin tam bir tasarım mühendisliği ile bizden dikkatimizi nasıl aldığını hepimiz yaşıyoruz. Akıntıya kapılmamak ve sağlam durmak hiç kolay değil. Hem kendimizi hem de çocuklarımızı iyi gözlemlemeliyiz. Yaşamımız nereye gidiyor? Eğer bir yere gitmiyorsa bir sorun var demektir, çünkü anlamlı bir yaşam bir yere gider. Hayalini kurduğumuz yaşama ulaşmak için seçtiğimiz yol sahip olduğumuz değerlerle örtüşüyor mu bunu da sorgulamalıyız. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum; “irade kas gibidir diyordu yazar; kullandıkça güçlenir”. İçimizde birçok şeyi besleyebiliriz; iyiyi de kötüyü de ve neyi besleyerek onu büyütürüz. Her dem iyiliğe ve güzelliğe vesile olalım. Gerçek olanı sanal olanla ikame etmeyelim.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

