Türk Savaş Sanatı, Stratejiler, Hileler ve Teknoloji / Doç. Dr. Ahmet N. Özdal

Türklerin savaşçı bir yapıya sahip olduğu, savaş sanatında hünerli oldukları tarihen de sabittir. Özellikle Selçuklularda Oğuz kafası ve matematik ruhu, ondalık düzen gibi konular üzerinde durulur. Bu anlamda Türk askeri kültürünün belirgin özellikleri nedir, en belirgin özelliğini ne olarak görüyorsunuz?
Türk ordularında süvari birliklerinin temel yapıyı oluşturduğunu en baştan söylemeliyiz. Ancak Türkler, bu en temel birimi ordunun en korunaklı yeri olan merkezine yerleştirmezler. Merkeze piyadeler yerleştirilir. Ön cepheye gönüllüler, acemi savaşçılar, hatta bazen göçebelere ait koyun sürüleri vs. sürülür. Süvariler, kanatlara ve ordunun gerisine konumlandırılır. Öncü ve keşif birlikleri de hafif süvarilerden oluşturulur. Tamamı süvarilerden oluşan bir orduda ise ağır zırhlı süvariler merkeze yerleştirilir; hafif süvariler ise kanatlar ve artçı birlikler olarak konuşlandırılır. Böylece yakın çarpışma işi merkezdeki birliklere havale edilmiş olur. Hafif süvariler, düşman ordusunu yıpratma ve çembere alma işini üstlenirler. Olası bir olumsuzluk durumunda bu süvarilerin kaçış yolları açık bırakılmış olur böylece. Bu anlamda hızlı bir geri çekilme hareketi, yenilgiyi kabul anlamına gelmez. Savaş hâlâ devam etmektedir ve bu geri çekilme, tekrar toparlanıp yeni hücumu gerçekleştirmek üzere yapılır. Tüm bunları sağlamak hız sayesinde mümkün olur. Türk savaşçılar için tüm strateji hız üzerine kuruludur. Silahların ve zırhların hafif olması, çok hızlı Türk atlarının kullanılması bu hız konusuyla ilgilidir.
Türklerde askeri teşkilatın devlet ve toplum nezdinde nasıl bir yeri vardı?
Türklerin asker-millet oldukları hep söylenir. Meseleyi sadece savaş zamanlarında gerektiğinde, halkın topyekûn harbe girmekten çekinmemesi şeklinde anlamamalıyız. Yönetim şekli itibarıyla da eski Türk devletlerinin ordu-devlet yapılanmasına sahip oldukları görülür. Eyalet ve şehir yöneticilerinin, rütbelerine uygun biçimde ordu görevlileri ve komutanlarına tevdi edildikleri bilinmektedir. Bu duruma göçebe imparatorluklarında sıkça rastlanır. Ama diğer yandan, artık yerleşik dünyanın topraklarına hükmeden Selçuklu Devleti’nde de bir şehri yerleşik dinamiklerinin oluşturduğu vali pozisyonundaki bir görevli ile askeri kökenli subaşı aynı anda idare edebilmektedirler. İkta ve tımar sistemleri de tarımsal üretimdeki askerileşmeye bir örnektir. Gerçi ikta sistemini Selçuklular dışarıdan almışlardı, kendileri oluşturmamışlardı. Ama sistemin kendi bünyelerine uygun olduğunu gördüler; üzerinde bir-iki uyarlama yaptıktan hemen sonra hızla kullanıma soktular.
Türk askeri geleneğinde disiplin ve üstlerine itaatin önemli bir yere sahip olmasının arkasında nasıl bir sistem var?
Türk ordularındaki savaş esnasında kendini gösteren yüksek disiplinin ardında, savaş-hârici zamanlarda sahip olunan ya da ileride edinilecek olan özgür ortamın sağlanması temennisi yatar. Özgür ruhlu göçebeler, savaş-ertesinde rahat edebilmenin yolunun, içinde bulundukları savaş döneminde en sert disipline dahi olsa boyun eğmek olduğunun bilincindedirler. Liderlerine zaten güvenmişler ve peşine takılmış durumdadırlar. Böylece tüm inisiyatifi bu liderlerinin eline bırakırlar. Savaş boyunca bu durumu sürdürürler. Hep beraber zafer kazanırlar.
Türk askeri sisteminde askerin maneviyatını yükseltmek amacıyla ne tür uygulamalar yapılmaktaydı?
Askerler, zafer kazandıkları takdirde ganimetin bir bölümünü paylaşacaklarını biliyorlardı. Her bir savaşçıya düşen ganimet payı bazı zaferlerin ardından cidden yüksek de olmuştur. Bunun yanında, hükümdarlar ve gür sesli komutanların meydan savaşı öncesinde askerlerini cesaretlendirici konuşmalar yaptıkları da bilinmektedir. Bazen hükümdarlar savaşın yapılacağı saatleri tam da Cuma namazı vakitlerine denk getirmekte, böylece savaşçılarına o esnada yeryüzündeki tüm Müslümanların dua göndermekte olduklarını hatırlatmaktadırlar. Ortaçağ Türk-İslam devletlerinde ordu ile beraber hareket eden, görevli ordu imamlarına da sıkça rastlanmaktadır. Mesela 1141 Katvan Savaşı’nda Selçuklu ordusunda vazifeli yüzlerce asker imamdan söz edilmektedir.
Düşmanı yıldırmaya yönelik ne tür taktikler yapılırdı? Psikolojik savaş unsurlarında ne tür uygulamalar vardı? Savaşı meydanda kazanmadan önce neler yapılırdı? Ne tür alternatifler üzerinde durulurdu? Savaşta hile unsurunu iyi kullanabildiler mi?
Türklerin düşman üzerine saldırırken çılgınca bağırıp çağırmaları, onların psikolojilerini bozmaya yönelik bir taktiktir. Nevbet takımları, davul, kös, borazan, zil kullanımının da psikolojiyi bozmaya yönelik olduğu söylenebilir. Ancak bu ses ve müzik aletleri aslında, çok geniş bir alana yayılmış olan savaşçıların yönlendirilmesinde kullanılmışlardır. Islık çalan oklar da aynı şekilde, aslında bugünkü jargonla söyleyecek olursak izli merminin yaptığı işi yapmışlardır. Ancak düşman tarafı bu ıslık seslerini duyup akabinde üzerlerine bulut gibi çöken ok yağmurunu her gördüklerinde korku seviyeleri daha da artıyordu.
Savaş öncesi zamanlarda, duyan kişilerin korkup dehşete düşecekleri söylentiler ve asılsız şayialar yaymak da sıkça başvurulan psikoloji yıpratma yöntemlerindendi. Mesela Karadeniz’in kuzeyindeki Moğollar, haklarında insan pişirip yediklerine dair söylentilerin –gerçeği yansıtmasa bile– Avrupa’da yayılmasını bizzat teşvik ettikleri bilinir. Özellikle Almanya seferinde ve İtalya’ya çıkarma yapıldığında Osmanlılar da haklarında bu tarz söylentilerin yayılması hususunda çaba sarf etmişlerdi.
Şehir kuşatmalarında ise aşırtma atışlarıyla surların diğer tarafındakilere bazen aralarını bozmaya, onları birbirlerine karşı kışkırtmaya yönelik ya da teslim olmalarını salık veren notların yazıldığı kâğıtlar atılırdı. Bunun işe yaramadığı durumlardaysa mancınıklarla içeriye kesik düşman başları ya da başsız cesetler atılır ve içeridekilerin dehşete kapılmaları sağlanırdı.
Psikolojik yöntemlerde olduğu gibi hilelerin kullanılmasında da akla hayale gelmedik uygulamalara rastlanmaktadır. Hileleri, ortak yönlerini göz önünde bulundurmak suretiyle kategorize etmemiz biraz zor görünüyor, zira her bir hilenin biricik, eşsiz olduğuna şahit olmaktayız.
Muasırlarına kıyasla o günlerin silah teknolojileriyle ilgili ne tür üstünlüklere sahiptiler?
Bu soruya çift ayaklı bir cevap vermek istiyorum. Öncelikle birebir çarpışmalarda kullanılan silahlar ile uzaktan savaşı mümkün kılan ok-yay, her iki tarafın da kullandığı türden silahlardır. Bir farkla ki, özellikle Türklerin kullandıkları ok-yay rakiplerininkinden farklı olarak çok daha uzun menzilliydi. Üretimi zor olan, uzun süren ve pahalıya mal olan özel bileşik kavisli yayları kullanmaları sayesinde Türkler, oklarını düşmanlarına nazaran çok daha uzaklara fırlatabiliyorlardı. Bu yayların yapımında belli ağaç türlerinin yanında, büyükbaş hayvan siniri, balık tutkalı vs. benzeri maddeler kullanılıyordu. Çeşitli işlemler ve bekleme süresinin ardından görünüşte ana maddesi ahşaptan olan ama kırılganlığını neredeyse yitirmiş, müthiş esneklik kazanmış özel yaylar üretilmiş oluyordu. Böyle bir yay ile atılan bir okun 250-280 metre arası mesafedeki hedefe isabeti mükemmeldi. 90-110 metre arası uzaklıktan atışlarda çelik zırhı rahatlıkla delebilirdi. Hedeflenen yöne doğru 45 derecelik bir açıyla gerçekleştirilecek atışlarda ise ok, çok daha uzaklara atılabilmekteydi. Bileşik kavisli yay ve çelik ok ucu kullanımı; daha önceki yüzyıllara gidecek olursak, at üzerinde üzengi kullanımı, hatta atın evcilleştirilmesi, askeri geleneğe Türklerin kazandırmış oldukları olgulardı.
Diğer taraftan Türkler, kendi icatları olmayan yeni teknolojileri de savaş meydanlarında kullanmaya meyilli ve oldukça istekliydiler. Mesela barutu Çinliler icat etmişlerdi. Roket teknolojisi mantığıyla hareket eden, maddi anlamda neredeyse etkisiz ancak düşman psikolojisini altüst etme hususunda etkili olan sihâm-ı hıtâyî (Çin oku) de Çin icadıydı. Karşı-ağırlıklı mancınıklar, sönmeyen ateş bileşikleri (nafta) Araplar tarafından geliştirilmişti. Kuşatmada kullanılan topların ilk prototipleri Endülüs’te Gırnata Sultanının huzurunda denenmişti. Ama tüm bu yenilikleri savaş meydanlarında etkili biçimde kullananlar, her bir yeniliği en doğudan en batıya ya da en batıdan en doğuya kadar tanıtanlar Türkler ve bir ölçüde de Moğollardı. İlkel el bombalarını ele alalım mesela. Güherçile, kükürt, talaş tozu karışımını sıkıştırmak ve yumruk büyüklüğünde seramik kaplara yerleştirmek suretiyle bu basit formdaki patlayıcıları üretmek fikri çok büyük ihtimalle bir Arap mucide aitti. Ancak bu tür el bombaları, 13. yüzyılın ikinci yarısı başlarında dünyanın iki noktasında eşzamanlı olarak kullanılmaya başlanacaktı. Bir tarafta Kubilay Han’ın gönderdiği Moğol ordusu, Japonlara karşı kullanacaktı, diğer taraftan ise bu el bombalarını Eyyubî ordusundaki Memlûklar, Haçlılara karşı kullanacaklardı. Osmanlıların topu ve tüfeği ilk dönemlerinden itibaren etkili biçimde kullanmaya başlamaları da bu açıdan düşünülebilir.
Türklerin az bir kuvvetle kendinden büyük güçleri yenmesinde, savaşları kazanmalarında nelerin etkili olduğu biliniyor?
Savaşçı sayısı az olan bir ordu, eğer profesyonel savaşçılardan oluşuyorsa, gerekli motivasyon ve disipline sahip ise ve gerçekten lider ruhlu komutanlarca sevk ve irade ediliyorsa, aynı mükemmellikte olmayan ama kendisinden çok daha kalabalık ordular karşısında zaferden zafere koşabilir. Türkler bunu Malazgirt Savaşında ve Haçlılarla yaptıkları savaşların birçoğunda deneyimlemişlerdir. Cengiz Han’ın Moğol orduları da sahip oldukları bu hasletleri sayesinde hep zaferler kazanmışlardı. Diğer taraftan Cengiz Han döneminden sonraki Moğolların az sayıda olmalarına rağmen sürekli olarak savaştıkları düşmanlarını yenilgiye uğrattıkları hususu vardır. Ancak onların zafer kazanmalarının ardında daha çok bir önceki neslin artarda kazandıkları zaferler sayesinde tüm algılarda edindikleri yenilmezlik ününün etkisi vardır. Gerçekten de bu dönem insanlarının zihinlerinde Moğollar, “hep kazanan taraf” olarak algılanmış, böylece karşılarına çıkan çoğu ordu, daha savaş bile yapılmadan dağılmıştır. Ta ki bu algının kırıldığı Ayn-ı Calût Savaşı’na kadar.
Hilal taktiğini düşman kuvvetlerine sürekli yedirme ve başarılı olmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Başka savaş taktikleri var mıydı?
Hilal taktiğini kullanışlı kılan birçok husus vardır. Aslında düşmanını bu taktik ile halka içerisine alan taraf daha büyük risk almış olur. Bu taktikte kuşatan taraf, gücünü bir noktada toplama avantajından geçici olarak vazgeçmiş olur, ağırlık merkezini yayar ve böylece daha savunmasız bir konuma düşer. Ancak kuşatılan taraf bunu fark etmez. Çembere alınanların gördüğü şey, düşmanın her taraftan üzerlerine saldırıyor oluşudur. Bu, onların çok kalabalık oldukları izlenimi oluşturur ve kuşatılan tarafın neredeyse pasif savunmada kalmasını sağlar. Bu sayede düşmanını çember içine almayı başaran Türkler, savaş boyunca hep saldıran taraf olmanın keyfini çıkarırlar. Düşmanları, Türklerin bu taktiğini önceden biliyor olsalar dahi, savaşın süreci içerisinde hırs ve galeyana gelme psikolojisiyle kendilerini bu tuzağın içerisinde bulabilirler.
Türkler, savaş hârici zamanlarda sık sık çerge avları düzenlerler. Sonunda bol miktarda av hayvanı ödülü sunan bu toplu av oyununda süvariler, mesela bir geyik sürüsünü çok geniş bir alan içerisinde kuşatırlar, çemberi gitgide daraltırlar ve en sonunda sürüyü yok ederler. Bunu fırsat buldukça tekrarlarlar. Bu sayede sayısız kez talim ve tatbikat yapmış olurlar ve hilal taktiğinde profesyonelleşmiş olurlar. Oysa rakip tarafın, bir çevirme harekâtından kurtulmaya dair geliştirebilecekleri tatbikat türü yoktur. Rakipler, Türkler tarafından hilal içerisine alınmamaları gerektiğini sadece teorik olarak bilebilirler ki savaşın sıkışıklığında bu bilgi yerine içgüdüleriyle hareket etme hatasına düşerler.
Ayrıca hilal taktiği, esasında bir taktikler bütünüdür. Esnetilebilir, yeni düşmanlar karşısında güncellenebilir ve hatta zaman içerisinde evrim geçirebilir. Mesela Moğollar, kuşatma çemberinin bazı kısımlarını bilinçli olarak zayıf bırakırlar. Kuşatılan düşmanlarının bu zayıf noktalardan çemberi yarma girişimlerine izin verirler. Ordunun gerisinde pusuda bekleyen özel birlikler ise çemberden kurtulanların peşine düşerler ve onları imha ederler. Böyle davranmalarının sebebi, düşman ordusundaki güçlü birliklerin ana kuvvetten ayrışmasını sağlamaktır. Zaten pusuda onları bekleyenler de daha profesyonel ve seçme Moğol birliklerinden oluşturulmuştur. Selçuklular –özellikle ilk dönemlerinde– düşmanlarını vur-kaçlarla çember içerisine çekmeye çalışmıştırlar. Dımaşk Atabegliği ve Eyyubî orduları ise kendi süvarileri için potansiyel risk barındıran arbaletli yaya birlikleriyle Haçlı şövalyelerini ayrıştırdıktan sonra Hilal taktiğini devreye koyarlar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir