Şehzadelik kurumu nedir? Osmanlı şehzadelik kurumunun yapısına dair neler söylenebilir? Şehzade eğitimlerinde neler dikkati çekiyor?
İçinde bulunduğumuz çağın en büyük kazanımlarından biri sistemin şahıslara bağımlı olmadan faaliyetlerini yerine getirebildiği kurumsal yapıların gelişmiş olmasıdır. Kurumsallaşmanın insan hayatındaki rolü nispetinde Osmanlı tarihindeki kurumların ortaya çıkış süreçleri ve işleyişleri de dikkat çekmektedir. Bu açıdan klasik dönemin güçlü padişahlarını yetiştiren şehzadelik kurumunun bize söyleyeceği çok şey vardır denebilir.
“Şehzade” kavramının Osmanlı Devleti’nde hükümdarın oğlunu ve onların erkek çocuklarını ifade ettiğini biliyoruz. Anadolu beyliklerinde beyin erkek çocukları için “Çelebi” unvanı kullanılmaktaydı. Osmanoğulları da kuruluş yıllarında bu unvanı kullanmışlardır. Devletin büyümesi ile beraber yeni hitap şekilleri ortaya çıkmış, padişahın büyük oğullarına “Emir” ve “Paşa” denirken “Çelebi” unvanı yalnızca küçük oğullar için kullanılmıştır. Şehzade kavramının ise Çelebi Mehmed döneminden sonra yerleştiğini söyleyebiliriz.
Daha evvel bahsettiğimiz gibi kadim geleneğin etkisiyle XV. ve XVI. yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde bir veliahtlık müessesi teşekkül edememiş lakin bunun yerine tüm şehzadelerin padişah olacakmış gibi yetiştirildiği bir şehzadelik kurumu vücuda gelmiştir. Özellikle devletin iyi yönetilmesinin şahsi yetenek ve dirayete daha çok bağlı olduğu klasik dönemde şehzadelerin eğitimleri kritik öneme sahip olmuştur. Fakat bu kurumu sadece şehzade yetiştiren bir müessese olarak görmek büyük bir hata olur. Şehzadelik kurumu hem şehzadelerin yetişmelerini hem de devlet düzeni için şehzadelerin statülerinden yaralanabilmeyi sağlayan ikili bir yapıya sahiptir. Araştırmalarda sancak uygulamasının yol açtığı kardeşler arası çatışmalara ve felaketlere fazlaca atıfta bulunulması, bu kurumun devlet işleyişindeki önemli rolünün dikkatlerden kaçmasına neden olmuştur. Oysaki şehzadeler yeni fethedilen yerlerin yönetime katılması, seferlerde ülkenin muhafazası ve isyanların bastırılması gibi devlet içinde çok önemli roller üstlenmişlerdir. Özellikle yeni fethedilen beyliklerin yönetimine bir şehzadenin getirilmesi, yöre halkının yeni idareye alışması açısından işleri oldukça kolaylaştırmıştır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında aşiret düzeninin gereği olarak hanedan üyelerine daha önemli roller düşmüş, gerek padişahın sürekli seferde olması gerekse daha devletin kurumsal yapısının oluşmamış olması, şehzadeleri merkezdeki yönetim mekanizmasının unsuru haline getirmiştir. Bazen padişahın büyük oğlu babasıyla beraber ordunun başında seferlere çıkarken diğer kardeşlerden biri vezirlik görevini üstlenerek başkenti beklemiştir. Nitekim Osman Bey’in Alâeddin’i yanında tutması ve göç gibi önemli bir sorumluluğu ona vermesi Alâeddin’i vezir olarak görmemize imkân vermektedir. Bu dönemde şehzadeler uç kuvvetlerinin başında fetihlere öncülük etmişlerdir. Ancak I. Murad’ın Bursa’da yerine vekil bıraktığı oğlu Savcı Çelebi, 1373’te Bizans Prensi IV. Andronikos Palaiologos’la birleşerek isyan edip yönetimi ele geçirmeye çalışınca şehzadelere olan güvende büyük bir kırılma meydana gelmiştir. Bu olaydan sonra devletin en önemli gücü olan Rumeli akıncıları ile şehzadelerin bağlantısı koparılmış ve şehzadelerin Rumeli’ye gönderilmesi yasaklanmıştır.
Şehzadelik kurumu kendi içinde birkaç defa dönüşüm geçirmiş, kuruluş devrindeki gazi beylerin cenah kumandanlığı ve vezirlik yapan şehzadeleri, gide gide tüm işleri lalalarına havale eden sembolik yöneticilere dönüşmüşlerdir. Şehzadelik kurumundaki değişimin ayak izleri takip edilirse devletin yaşadığı tüm siyasi merhaleler açıkça görülebilir. Şehzadelerin gönderildikleri şehirlerden yetki ve sorumluluklarının sınırlarına kadar, devletin dönüşümüyle eş zamanlı olarak değişimler gerçekleşmiştir. Bu süreçte ilginç olan, şehzadelik kurumunun gücüyle merkezi otorite arasındaki ters orantıdır. İyi yetişmiş, güçlü ve bağımsız şehzadelerin devletin yükselişine ivme katacağı bilinse de merkeziyetçiliği önceleyen Osmanlı devlet otoritesi, güçlü şehzadeler yerine mülayim ve itaatkâr şehzadeleri desteklemiştir.
Önce de söylediğimiz gibi şehzadelik kurumu hem şehzadelerin yetişmelerini hem de devlet düzeni için şehzadelerin statülerinden yararlanabilmeyi sağlayan ender bir yapıya sahiptir. Şehzadeler 11 ile 13 yaşlarına kadar şehzadegân mektebinde iç oğlanlarla beraber teorik eğitim alırlar, sünnet olmalarının ardından törenle sancak beyi olarak Osmanlı Devleti’nin önemli şehirlerinden birine gönderilirlerdi. Bu usule “sancağa çıkma” deniyordu. Şehzade sancağı olan şehirler taht-ı kadim denilen eski beylik ya da devletlerin başkentleridir. Manisa, Kütahya, Konya, Amasya ve Trabzon başta sayılabilir. Bunların bir kısmı da uç tabir ettiğimiz hudutta yer alırdı. Bir zaman Kütahya, Amasya ve Trabzon uç sancaklarıydı. Daha sonra sınırların genişlemesiyle içeride kalmışlardır. Bu şehirlerin diğer bir özelliği de birer ilim merkezi olmalarıdır. Şehzadeler bu şehirlerde dönemin ileri gelen âlimlerinden okuma-yazma, Arapça, Farsça, askerlik, yönetim usulü, İslamî ilimler, tefrişat kuralları, fen, matematik, astronomi, edebiyat, yabancı dil, dünya tarihi ve coğrafya gibi dersler alırlardı. Genç yaşta başa geçen Fatih Sultan Mehmed, İslam tarihi ve edebiyatına vâkıf olmasının yanında Anconalı Cyriacus’tan aldığı dersle Yunan ve Latin tarihlerine hâkim; felsefe ve edebiyat alanlarında çağdaşlarını şaşırtacak derecede bilgi sahibiydi. Yavuz Sultan Selim başa geçtiğinde başta komşu ülkeler olmak üzere dünya üzerinde bilinen pek çok ülkeyi ve kültürlerini tanıyordu. Kardeşi Şehzade Korkud ise aldığı iyi eğitim sayesinde Şafi fıkhı alanında eser telif etmiş, bu eserine atfen ‘İmam’ olarak anılmıştır. Gerek Kanuni Sultan Süleyman gerekse oğlu Bayezid çok iyi birer şairdi. Kanuni Sultan Süleyman Arapça, Farsça, bazı Slav dilleri ve Tatar lehçesini iyi biliyordu. Bahsettiğimiz padişahların bu ilimleri şehzadelik yıllarında öğrendiklerine şüphe yoktur. Sancaklardaki şehzadenin eğitimiyle en yakından ilgilenen kişi aslında annesiydi. Şehzadeler sancağa çıktıklarında anneleri onlarla beraber giderlerdi. Validesi şehzadenin kişisel bakımından beslenmesine kadar her şeyini takip ederdi. Şehzade anneleri oğullarının eğitiminde gördükleri aksaklıkları yahut lalaları ve hocalarından kaynaklı sorunları padişaha şikâyet etmekten çekinmezlerdi.
Şehzadeler sancaklarda, teorik derslerin yanında uygulamalı olarak devlet idare etmeyi de öğreniyorlardı. Sancaktaki şehzadelerin yanında devlet işlerinde tecrübe sahibi “lala” isimli bir görevli bulunuyordu. Lalalar şehzadeyi idari konularda eğitmekle kalmaz, şehzade küçükse sancağın yönetimini de ele alırlardı. Şehzadenin devletle yani Divan-ı Hümayun ile irtibatını kurmak da lalanın göreviydi. Lalalar her ne kadar şehzade eğitmeni olarak bilinseler de şehzadenin taşkınlıklarını önlemek ve sancakta olan her hadiseyi merkeze bildirmekle de vazifelilerdi. Merkezin şehzadeye güveni kırılırsa hükümler doğrudan lalaya yazılıyordu.
Şehzadelerin kendilerine ait haslarının ve gelirlerinin olması, merkezdeki divana benzer bir divana sahip olmaları, adlarına tuğra çektirmeleri, merkeze bildirmek şartıyla kendi sınırları dâhilinde tımar tevcihi ve tayini gibi işleri yapabilmeleri, kapı halklarının ve ordularının olması, Yavuz Selim gibi bazı şehzadelerin kendi başlarına sefere çıkabilmeleri ayrıca “Şah” ve “Sultan” gibi hükümdar sıfatlarıyla anılmaları hatta II. Mehmed’in şehzadeliğinde adına para bastırması gibi uygulamalar bazen onların kendi alanlarında bağımsız birer idareci zannedilmelerine yol açmıştır. Ancak tüm bu haklar bir nevi devlet yönetmenin stajı olarak görülmelidir. Esasen şehzadeler aynı diğer sancak beyleri gibi yaptıkları her türlü tasarrufu merkeze bildirmek zorundaydılar. Diğer sancak beylerine üstünlükleri, uzun süre aynı sancakta kalabilmeleri ve taleplerinin Divan-ı Hümayun’da çoğunlukla kabul görmesinden ibaretti. Şehzadelerin sancaklarında bağımsız birer idareci gibi davrandıkları dönemler de olmuştur. Özellikle Yıldırım Bayezid sonrasındaki fetret döneminde ve II. Bayezid’in saltanat yıllarında şehzadeler merkezden bağımsız hareket edebilmişlerdir. Yetkilerini merkezden bağımsız kullanmaları, devlet sisteminin istediği değil, önüne geçmeye çalıştığı bir durumdur. Şehzadelerin itaatsizliklerinin ardından şehzade yerine lalasının muhatap alınması ya da oğullarından birinin İstanbul’da rehin tutulması uygulamaları, şehzadelerin taşıdıkları kandan gelen istiklâliyet potansiyellerini kontrol etmeye yönelik uygulamalardır. Bu bakımdan şehzadelerin bağımsız hareket etme potansiyelleri olsa dahi hepsinin bu imkânı kullanabilecek kadar güçlü olduğunu söylemek mümkün değildir. Kriz dönemlerinde ya da padişahın yaşı ilerlediğinde şehzadelerin sınırları zorladıklarını söylemek daha makuldür.
Şehzadelerin bulundukları sancaklardaki idari görevleri, pek çok açıdan diğer sancak beylerinin idari sorumluluklarıyla benzeşmektedir. Şehzadeler tımar tevcihi, vakıflara vazife tayini, asayişin sağlanması, zahire temini, vergilerin toplanması, maaşların ödenmesi, adaletin sağlaması, kıyıların ya da sınırların düşmandan korunması, harp malzemelerinin temini ve gerektiğinde asker sevk edilmesi gibi görevleri lalaları ve divanları vasıtasıyla yürütürlerdi. Uçlarda bulunan şehzadelerin bazen diplomatik görevler aldıkları da oluyordu. Sancak beyi olan şehzadeler eğer uçlarda bulunuyorlarsa casuslar vasıtasıyla komşu devletlerdeki durumları öğrenip Dîvân-ı Hümâyun’a rapor ederlerdi. Özellikle II. Bayezid, doğudaki vaziyeti şehzadelerin gönderdiği raporlar yoluyla takip ediyordu. Bunun yanında şehzadeler babaları seferdeyken başkenti ya da ülkenin bir kısmını korumakla görevlendirilebiliyorlardı. Eğer başkenti koruyacaksa buna kaymakamlık görevi deniyordu. Lakin kaymakamlık görevini herhangi bir saltanat yetkisinin devredilmesi şeklinde değerlendirmek uygun olmaz. Padişah, devletin tüm yönetim organlarını beraberinde sefere götürdüğünden kendi makamına diktiği oğlu aynı sancağındaki gibi Dîvân-ı Hümâyun’a yazıp onay alarak iş görmek mecburiyetindeydi.
Şehzadelerin sancaklarda ciddi askerî güçleri vardı ve merkezi otorite her fırsatta bundan yararlanırdı. Osmanlı Devleti’nin ilk iki buçuk asrında Osmanlı padişahları birer mareşal olarak ordunun başında sefere çıktıkları gibi şehzadeler de kendi askerî kuvvetleriyle savaş meydanlarında yerlerini almışlardır. Kahramanlıklarının bilinmesi, şehzadelerin asker ve halk desteğini almalarının başlıca yoluydu. Şehzadelerin askerî konulardaki beceriksizlikleri ise gözden düşmelerine neden olur ve taht mücadelelerine zarar verirdi. Şehzadelerin askerî görevlerine baktığımızda kendi başlarına orduya serdar tayin edildikleri görevler, ordunun sağ ve sol kanatlarında kumandan oldukları görevler, kol kumandanı olmadan babalarının yanında sefere çıktıkları görevler ve babaları seferdeyken yaptıkları kaymakamlık ve muhafızlık görevleri öne çıkar. Bir de babalarından bağımsız olarak çıktıkları seferler vardır. Yavuz Sultan Selim dönemine kadar şehzadeler padişahın onayıyla bağımsız olarak orduya serdar olup sefere çıkabiliyorlardı. Örneğin Yavuz Selim tek başına Şah İsmail’in Anadolu içlerine ilerleyişini kesmiş ve Gürcistan topraklarını fethetmiştir. Fakat onun babasını devirerek tahta sahip olması şehzadelere olan güveni ikinci defa sarsmış, bir daha hiçbir şehzadeye yalnız başına sefere çıkma ayrıcalığı verilmemiştir.
Şehzadeler bulundukları sancaklarda örfi ve şer’i hukukun gereğini yerine getirirlerdi. Pek çok konuda sancak beylerine kıyasla bağımsız hareket edebilseler de cezai yetki ve sorumlulukları konusunda rahat bir hareket alanına sahip değillerdi. Uygulayacakları cezalar kadı’nın hükmüne ve merkezin onayına uygun olmalıydı. Adalet hususunda merkezden gönderilen hükümlerin bir suretinin kadıya yazılmış olması sancaktaki adalet işlerinin hukuka uygunluk kısmında muhatabının kadı olduğunu ve şehzadelerin ancak cezaların tatbiki kısmında yetkili olduklarını göstermektedir.
Şehzadelerin sancaklardaki önemli görevlerinden biri de sancağın ticari ve ekonomik faaliyetleriyle ilgilidir. Arz yönlü bir ekonomik politika belirleyen Osmanlı Devleti’nde üretimin devamı ve arz sürekliliğinin sağlanması başlıca önceliktir. “Mal ve hizmet üretenler öncelikle kendi ihtiyaçlarını karşılamalı” kaidesine göre malların bol, kaliteli ve ucuz olması ayrıca bir sancağın üretim açısından kendine yetmesi esastır. Şehzadeler sancakta kıtlık ve darlık olmaması için verimliliği arttırmak, arz yollarını açık tutmak, kaliteyi yüksek tutmak ve pahalılığı önlemek zorundaydılar. Köyden kente göç, üretim ve talep dengesini bozacağından dolayı bu göçün önüne geçmek de onların görevlerindendi. Şehzadeler bulundukları sancaklarda vergi koymak, var olan vergileri kaldırmak ya da vergi mükelleflerinin borçlarını affetmek yetkisine sahiplerdi. Örneğin Emir Süleyman’ın Rumeli’de koyduğu vergiler, 1516 yılındaki Semendire Sancağı Kanunu’na kadar yürürlükte kalmıştır.
İyi yetişmiş devlet adamı ve yetenekli hükümdar beklentisinin bu vesileyle karşılanmasına dair neler söylenebilir? Bu anlamda şehzadelik kurumunun devlet hayatına etkisi ne olmuştur?
Devletlerin parlak dönemleri umumiyetle iyi yetişmiş devlet adamları ve yetenekli hükümdarların idareyi ele almasıyla yaşanmıştır. Özellikle hükümdarların demokratik sistemlere nazaran daha büyük yetki ve sorumluluklara sahip oldukları monarşiler çağında hükümdar adaylarının her yönüyle iyi yetiştirilmeleri büyük önem arz etmekteydi. Osmanlı şehzadelerinin eğitimine etki eden faktörleri “Bir padişah nasıl olmalı?” sorusuna verilen cevabın içinde bulmak mümkündür. Zira şehzade eğitiminin unsurlarını dönemin ideal padişah tiplemesi belirlemiştir. Kuruluş devrinin “gazi” padişahları cesaret, adalet ve dindarlık erdemlerini bünyelerinde barındırdıklarından şehzadelerin de bu özelliklere sahip olmasına dikkat edilmiştir. Lakin bu özelliklerini çoğu zaman bir hocadan ders almak şeklinde değil de informal biçimde ortamdan özümseyerek alıyorlardı. Kuruluş dönemindeki şehzade eğitiminde özellikle ahi öğretilerinin etkisi büyüktür. Devletin kurumsallaşmasıyla bu sade ölçülerin yanına yenileri eklenmiş ve şehzade eğitimi Enderun eğitimiyle iç içe geçerek daha karmaşık ve kapsamlı bir şekil almıştır. Bu dönemdeki şehzade eğitimlerini saray ve sancak eğitimi olmak üzere iki kısımda incelemek mümkündür. Şehzadelerin saraydaki eğitimleri annesinin gözetiminde lala, sütnine, kalfa ve cariyeler tayin edilmesiyle başlardı. Şehzadeler 13 yaşına kadar aynı iç oğlanları gibi Enderun’da eğitim alırlardı. Klasik dönemde hem şehzadeler hem de anneleri mevcut erkek çocuklar arasından en liyakatlisinin padişah olabileceğinin farkındaydılar. Liyakat yarışında diğer kardeşlerin önüne geçmenin yolu ise iyi bir eğitim almaktan geçiyordu. Bir şehzade annesi, oğlunun padişah olmaya liyakat kesp etmesi için elinden ne gelirse yapardı. Padişahın aynı anneden doğan evlatları aynı dairelerde yaşamlarını sürdürürler, bebeklik yıllarından itibaren padişahlığa namzet olarak yetiştirilirlerdi; o yüzden şehzadenin eğitim hayatını en yakından takip eden kişi annesiydi. Hatta şehzadelerin saray çocukları ile oynadıkları oyunlarda bile gelişimlerine katkı sağlayacak stratejik oyunlar tercih edilmekteydi. Şehzadeler 11 ile 13 yaşlarına kadar şehzadegân mektebinde iç oğlanlarla beraber teorik eğitim alırlardı. Bu okul Osmanlı Devleti’nin paşa vezir gibi yüksek rütbeli devlet adamı ihtiyacını karşılamak için kurulduğundan üstün yetenekli öğrencilerin eğitim aldığı bir kurumdur. Şehzadegân mektebinde şehzadelerin sarayda daha önce yükselen Enderun mensuplarının geçtikleri aşamaları geçmeleri beklenirdi. Buradaki eğitimlerinden sonra sünnet edilerek törenle sancağa gönderilirlerdi. Daha önce de bahsettiğimiz sancağa çıkma uygulamasında şehzadelerin bazıları birer ilim merkezi sayılabilecek şehirlere vali olarak gönderilirler ve burada ilmî tahsille beraber uygulamalı olarak devlet idare etmeyi öğrenirlerdi. Şehzadelerin yanına idari işleri öğretecek bir lala tayin edildiğinden bahsetmiştik. Bunun dışında şehzadelerin eğitimi için ulema arasından meşhur hocalar seçilirdi. Şehzade Mehmed on bir yaşında Manisa sancağına gönderildiğinde eğitimi için Molla Gürani, Hocazade Muslihiddin, Molla İlyas, Siraceddin Halebi ve Molla Hayreddin gibi dönemin en meşhur hocaları tayin edilmiştir. Gerek Yavuz Sultan Selim gerekse Kanuni Sultan Süleyman temel eğitimlerini bulundukları sancaklarda meşhur hocalardan almışlardır. Şehzade Süleyman’ın ilk hocası Molla Hayreddin’dir. Bu hocası Saruhan sancağına tayin edildiğinde de yanında yer almıştır. Şehzadeler güvendikleri hocalarına gönülden bağlılık ve hürmet duydukları için padişah olduklarında onları çeşitli görevlerle yanlarında tutarlardı. II. Mehmed Molla Gürani’yi kazasker tayin etmiştir. III. Murad ise Hocası Mevlana Saadettin Efendi’yi yine hocası olarak yanında tutmuş ve zaman zaman bilgisine başvurmuştur. Ancak sancak usulünün kalktığı ve şehzadelerin Topkapı Sarayı’nın şimşirlik isimli bölümünde hapis tutuldukları yıllarda padişahlar kendi oğullarının eğitimlerini önemsemişler, kardeşleri ve yeğenlerinin eğitimleri çok yüzeysel kalmıştır. Bu dönemde şehzadeler sancak beyliği yaparak elde edecekleri pratik eğitimden de mahrum kaldıklarından devlet idaresinde padişahın etkisi gerilemiş ve sadrazamların isimleriyle adlandırdığımız dönemler başlamıştır.
Bu bilgilerin ışığında, Kanuni Sultan Süleyman gibi tarihte derin izler bırakmış olan bir padişahın yetiştiği ortamı ve şehzadeliğini, onu yetiştiren kurumsal yapı temelinde nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeliği şehzadelik kurumunun her yönüyle en güçlü olduğu II. Bayezid’in saltanatının son yıllarına denk gelmiştir. Bu önemlidir, çünkü klasik dönem şehzadelik kurumu incelemeleri açısından söz konusu tarih aralığı adeta bir laboratuvar hükmündedir. Bu dönemde gerek oğul gerekse torun şehzadelerin sayıca fazlalığı elimize şehzadelerle ilgili çok sayıda belgenin ulaşmasını sağlamıştır. Şehzadelik kurumu bu dönemde o derece işlevseldi ki tahta Kanuni Sultan Süleyman yerine aynı sistemle yetişmiş başka bir şehzade de geçmiş olsa devlet yükseliş ivmesini koruyabilirdi. Zira dönem olarak kurumsallaşmanın yerleştiğini, yani olguların şahıslara değil sisteme bağlı olarak hayatını sürdürdüğünü görmek zor değildir. Nitekim amcaları olan Şehzade Korkut ve Şehzade Ahmet ya da II. Bayezid’in hanedanından diğer torun şehzadeler askerî, idari ve ilmî kabiliyetleri bakımından yabana atılabilecek şahsiyetler değillerdir.
Osmanlı klasik dönemine geniş bir nazarla yalnızca başa geçen padişah zaviyesinden bakmayıp diğer şehzadeleri de kapsayan geniş bir perspektif yakaladığınızda, bu kurumun büyük hükümdarlar yanında aynı çapta daha onlarca yüksek kabiliyet yetiştirdiği göze çarpacaktır. Ancak Osmanlı tarihini kardeşler arası mücadeleler ve bu mücadelelerin devlete verdiği zarar üzerinden okuma meylimiz bu kurumun mükemmelliğini fark etmemizi zorlaştırmaktadır.
Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeliği bu kurumun yapısını inceleyenler için ilginç bir örnek oluşturur. Trabzon’da doğan Şehzade Süleyman, 1509 yılında Kefe’ye sancak beyi olarak gönderilmiştir. Buradaki sancak beyliği daha çok babasının giriştiği taht mücadelesine destek vererek geçmiş ve babası ile dedesi arasındaki çekişmelerde ilginç tecrübeler kazanmıştır. Babasının tahta çıkmasının ardından veliaht sıfatıyla Manisa sancağına tayin edilmiştir. Bu dönemde de amcalarıyla babası arasındaki mücadelelere şahit olmuştur. Bu dönemde Şehzade Süleyman bir defa İstanbul ve iki defa da Edirne muhafızı olarak saltanat kaymakamlığı yapmış, ayrıca isyanlar neticesinde düzeni bozulmuş olan sancağını toparlamıştır. 1520 tarihinde babasının vefat haberini alan şehzade, rekabet edecek erkek kardeşi bulunmadığından kolaylıkla tahta geçmiştir. Anlaşılabileceği üzere Şehzade Süleyman bir yanda babasının taht mücadelesine müdahil olarak rekabetin getirdiği mücadeleci kişiliğe sahip olmuş, diğer yandan da hayattaki tek şehzade kalmanın avantajıyla tüm devlet gücünü arkasına alıp merkezî düzene uyum sağlamayı öğrenmiştir. Yani siyasi iklim bakımından hem kışı hem baharı ardı ardına yaşamış, sancak beyliği döneminde yaşadığı hadiseler ona her türlü şarta karşı geniş bir deneyim kazandırmıştır.
Şehzadeliği hakkında çok az bilgi bulunsa da Kanuni Sultan Süleyman’ın, tahta geçmesinden çok kısa bir süre sonra hiç acemilik çekmeden ardı ardına emsalsiz zaferler kazanması, son derece sakin ve dikkatlerden uzak geçen şehzadelik hayatından sonra birden bire döneminin en büyük cengâveri ve en esaslı teşkilatçısı olarak ortaya çıkması, bu başarılarının alt yapısının şehzadeliğinde atıldığını açıkça göstermektedir. Bu, şehzadelik kurumunun başarısıdır. Burada derinleşmek ve indiğimiz derinlikten günümüze ışık tutmak durumundayız. Zira klasik şehzadelik kurumu günümüz yönetici yetiştirme sistemine faydalı olabilecek pek çok unsuru derununda barındırmaktadır.