 Dil, yazı ve okumak, hepsi de çok otantik süreçler diyebilir miyiz?
Dil, yazı ve okumak, hepsi de çok otantik süreçler diyebilir miyiz?
Şöyle diyelim; özünde, kelimenin en geniş anlamıyla benliğimizi, varoluşu, topyekûn mahlûkatı yani kâinatı anlama ve yorumlama arayışı ile ilişkili bu olgular son derece fıtri; dolayısıyla kadim ve insani fiillere işaret ediyor.
Zaten sadece insanları ve medeniyetleri değil; kurdu, kuşu, tabiatı hatta makineleri ve bilgisayarları anlamak için bile binlerce farklı dili belirli bir yetkinlikle anlamak yahut kullanmak mecburiyetinde değil miyiz? İşte bu mecburiyet bizi, pek de kolay telaffuz ettiğimiz ama esasında derinlikli bir kavram olan iletişimin anlam dünyasını keşfetmeye sevk ediyor.
İletişime hava gibi su gibi duyduğumuz doğuştan ihtiyaç olmasa ne dile ve yazıya ne de okumaya meylimiz olurdu. Bu ihtiyacı otantik biçimde ete kemiğe büründürmek ise aktif bir bilinç ve ciddi bir donanım gerektiriyor. Bunu söylerken iletişimi oluşturan bütün olguları salt kullanım becerisini aşan ve o beceriyi de kıymetlendiren içi doldurulmuş bir anlayışla işe koşmaktan söz ediyorum. Bir başka deyişle dil de yazı da okuma eylemi de maksadı ve mazrufu nispetinde kıymeti haizdir.
Yazı temelde neyin temsilidir? Yazının yaygınlaşmasından önce ve sonra toplumsal bilinç ve iletişim nasıldı?
İletişimin konuşma dilindeki ses, hece, kelime, cümle gibi yapısal unsurlardan farklı olarak görsel sembollerle de yürütülmesini sağlayan yazı dili, temel olarak konuşma dilinin olabildiğince pratik ve genel temsilini sağlayan bir sistemdir. Dilin, yazının ve okumanın fıtri bir boyutu olduğunu kabul ediyorsak onların geçmişinin de insanlıkla yaşıt olduğunu pekâlâ söyleyebiliriz. Nitekim dillerin yazılı formları yüzyıllara yayılan bir süreçte yaygınlaşırken nüfus artışı, göç, ticaret ve savaş gibi insan topluluklarının karakterini şekillendiren karmaşık etkileşim süreçlerinin dilleri de dolaysız biçimde etkilediğini görüyoruz.
Yazı ile iletişimin bir norm hâline gelmesinden; yani giderek daha fazla insanın okuyup yazabilmesinden önce insanların günümüzde sahip olduğumuzdan farklı bir kavrayış düzeyine sahip olduğunu biliyoruz. Tıpkı medya teknolojileri sebebiyle çağımız insanının zihin ve yaşam dünyasının dedelerimizden farklı bir hâle bürünmesi gibi yazı ile şekillenmeye başlayan toplumsal hayat da öncesinden farklı akmaya başlamıştı.
Yazıdan önce hafızayla kuvvetli bir bağı olan; nesiller arasında sözel olarak masalla, şiirle, destanla, hikâyeyle aktarılan ve her toplulukta ağırlıklı olarak asilzade, yönetici, hatip, filozof veya din önderi gibi belirli sınıfların mensuplarının tekelindeki bilgi üzerindeki mülkiyet ve güç ilişkisi, yazının ve okuryazarlığın yaygınlaşması ile yeni boyutlar kazanmıştır. Bunun böyle olmasında yazının zihinlerdeki, bir yönüyle gizli hatta sır niteliğindeki yahut belirli insanlara mahsus olagelmiş bilgileri açığa vurma; bilgiyi yar ile ağyar arasında fark gözetmeksizin yazılı dilin şifresini çözmeye muktedir herkese faş etmeye aracılık etmesi yatıyor olabilir.
Yazma ve okuma becerisine sahip olmak yüzyıllar boyunca belirgin bir statü göstergesi olmuştur. Toplumdaki okuryazar oranının %100 mertebesine yaklaştığı günümüzde manasını kavramak bizler için kolay olmasa da bir zamanlar salt okuyabildiği-yazabildiği için kimi insanların memuriyete atandığı hatta yüksek kamu görevleri üstlendiklerini hatırlayınız.
Burada, iletişim çerçevesinde önceki âdetleri ve ilişkileri aşan ve fakat yeni otorite biçimleri, yeni âdetler ve ilişkiler tesis ederek gelişimini sürdüren bir çizgiden söz ettiğimizi vurgulamalıyım. Şayet öyle bir şey varsa, toplumsal bilinç denebilecek müşterek sosyal tasavvur, her egemen dil ve o dilin görsel-işitsel terminolojisiyle hamur gibi yoğrulur. Günümüzün egemen dili sosyal medyanın ve mobil yaşamın bireyleri mecbur kıldığı söylem pratikleri, bu durumun müşahhas örneğidir.
İşitsel deneyimden görsel deneyime geçiş üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Yazı öncesi çağların insan ilişkilerinde işitselliğin baskın olduğu muhakkaktır. Yani o çağlarda öğrenme ve öğretme, ağırlıklı olarak hammaddesi sözcükler olan konuşma dili aracılığıyla yani büyük ölçüde duyarak ve duyurarak gerçekleşmiştir. Bu bakımdan yetenekli ve kendini geliştirmiş hatiplerin insanları etkilemekteki hünerinin, tarihin sonraki dönemleriyle karşılaştırıldığında yazı öncesi çağlarda daha kayda değer bir meziyet olduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan bugünden geçmişe bakarken tarih yanılgısına düşmemek lazım. Her devirde yoğun biçimde kullanılan dil hangisi ise o dilde bir müktesebat; o dili ustalıkla kullananlar bakımından büyük bir beceri kapasitesi ihtiyacı hâsıl oluyor. Dolayısıyla bir dili diğerine göre ileri ya da geri kabul ederken o dili var eden dönemin koşullarını ve ihtiyaçlarını da muhakkak göz önünde bulundurmak zorundayız.
İletişimde işitsellikten görselliğe ilerleyişe bu bakımdan yaklaştığımızda, insanlığın ilkini terk edip bütünüyle ikincisine yönelmek gibi keskin bir geçişten ziyade kademeli ve birbirini kapsayan yani çoklu bir deneyim ile süreci yaşadığını görüyoruz. Zaten günümüzde sesin, hareketli görüntünün ve yazının iç içe geçtiği sanal gerçeklik uygulamaları da bu tarihsel geçmişin üzerine bina edilmiş, iletişimin seyrine ilişkin yeni bir merhale olarak kabul edilmektedir.
Gözün hâkimiyeti diyebileceğimiz, iletişimde görmenin, göstererek ve görerek ikna etmenin/olmanın bunca önem kazandığı çağımızda medya, kaçınılmaz biçimde manipülasyonun membaı hâline gelmiş durumda. Bu durumda bireylerin -ki kültür endüstrisi bakımından her birimiz okuyucu/dinleyici ya da izleyiciden ziyade birer kullanıcı olarak tanımlanıyoruz epeydir- aktif ve bilinçli bir duyarlılıkla medya içeriklerine yaklaşması gerektiğini bıkmadan usanmadan vurgulamak zorundayız.
Bu aktiflik ve bilinç ise medya okuryazarlığı olgusuna götürüyor bizi. Yani internet ve mobil temelli medyada yaşamımızı sürdürürken kendimizi ve başkalarının bireysel ve kurumsal pozisyonunu gerçekçi ve tutarlı biçimde göz önünde bulundurmaktan söz ediyorum. Bir başka deyişle çoğu zaman görsel ağırlıklı enformasyon akışı karşısında ölçülü ve eleştirel bir tutum sergilemekten…
Günümüzde, kültür endüstrisinin dijital gelişmelerden etkilenme boyutuna dair neler söylenebilir?
Yalın bir dille ifade etmek gerekirse kültür endüstrisi, her çeşit kültürel ürünün standardizasyonu ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleştirilmesidir. Sistematik ve yoğun bir şekilde enformasyon akışına sahne olan kitap yayıncılığı, sinema, televizyon yayıncılığı, bazı plastik sanatlar, video akış hizmetleri ve müzik alanında tipik örneklerini gördüğümüz kültür endüstrisinin eleştirisi de devasa kapitalist organizasyonların ve ilişkili yapıların toplum üzerindeki tahakkümünün boyutlarının çözümlenmesine odaklanır.
Mimari, sanat pazarı, moda tasarımı, film ve video, dijital oyunlar, gösteri sanatları, yazılım ve bilgisayar hizmetleri gibi alanlarda üretilen ekonomik işletmecilik faaliyetleri, uzunca bir zamandır “yaratıcı endüstriler” gibi kulağa hoş gelen bir retorikle meşru ve cazip gösterilmeye çalışılıyor.
Adına ne dersek diyelim, söz konusu endüstrilerde sermaye sahipleri tarafından asıl murat edilenin toplumun refahını yükseltecek estetik bir deneyim ve fırsatlar dünyası kurmak olduğunu kabul edersek, tartışmayı sürdürmeye gerek kalmaz. Ancak meseleye biraz olsun dikkatle yaklaştığımızda, söz konusu endüstrilerin mevcut ya da yeni fikirleri veya nesneleri yahut yaşam pratiklerini gündeme getirirken “yüksek talep görecek kârlı ürünler” pazarlamanın ötesinde bir hedefinin bulunmadığını anlarız.
Günümüzde sanatçıların, kanaat önderlerinin, siyasetçilerin ve bilim insanlarının üretim ve faaliyetlerinin hesaplanabilir ve fevkalade karmaşık yöntemlerle pazarlanabilir hâle gelmesi, metalaşmanın olağanüstü üst bir seviyesinde bulunduğumuzu gösteriyor. Bireyleri, kurumları ve hatta fikirleri ve eğilimleri medyadaki izlenme oranı, takipçi ve beğeni sayıları üzerinden değerlendirme tutumu, bu vaziyetin somut örneğidir.
Dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu: Herhangi bir alanda toplumsal anlamda aydınlanma ve samimi bir fayda sağlayan yaratıcılık; mevcut koşullar, normlar ve değer yargılarının içinde kalarak değil, standartların ötesindeki yeni ve farklı keşifler, icatlar ve elbette eleştirel bir perspektifle üretilen fikirlerle mayalanabilir. Sözde yaratıcı endüstrilerdeyse, kreatif üretimi ekonomiye eklemlerken söz konusu perspektifle bağların büyük ölçüde göz ardı edildiğini görüyoruz. Böylece sanat ve düşünce, piyasa ilişkilerinin belirleyiciliği çerçevesinde rekabeti kutsayan işletmecilik ve zihinsel sömürü faaliyetlerine indirgenmiş oluyor. Dolayısıyla özellikle medyanın muasır kullanım pratikleri için sıkça dillendirilen özgürlük, çok seslilik ve hatta demokrasi etiketli muğlak söylemlerin iyimser gelecek vaadine şüpheyle yaklaşmak hakkımızdır diye düşünüyorum.
Kitapların bir tür dış bellek olduğu söylenir. Dijitalleşmenin bellek boyutu ise daha geniş bir alanda kendini gösteriyor. Bu durum, okuma alışkanlıklarımızda ne tür değişikliklere yol açmaktadır? İnsan-kitap ilişkisinde bir sarsılma var diyebilir miyiz?
Dijitalleşme, insanlığın önceki yüzyıllardaki alışılagelmiş öğrenme-öğretme ve enformasyon etkileşimi yöntemlerinde kökten bir değişime sebep oldu. Bu değişimi, akla gelen hemen her konuda vücutlarımızın mütemmim cüzü hâline gelen, neredeyse onlarsız kıpırdayamadığımız mobil cihazlara müracaat etmeyi olağan saymaya başlayan her birimiz yakinen tecrübe ediyoruz.
Hem yeni bilgiler edinmek hem birtakım iş ve işlemleri tamamlamak, hem gündelik yaşam deneyimlerimizi teşhir etmek hem de başkalarının ifşaatlarını gözetlemek için o derece bağlı ve bağımlı bir hâldeyiz ki dijital dünyaya… 90’lı yıllardan önce doğanlar için dijital öncesi hayatı hatırlamak tuhaf bir nostaljiden ibaretken dijital dünyaya doğmuş yeni kuşaklar önceki analog dönemi yaşamadıkları için dönemler arası bir karşılaştırma yapabilecek durumda değil.
Burada dijitalleşmenin benliğimizi ele geçirdiği yeni bir insanlık durumuyla karşı karşıya olduğumuzu itiraf etmeliyiz. Bunun bütünüyle iyi ya da kötü olduğunu söylemek mümkün değil. Olumlu ve olumsuz özellikler bir arada bulunuyor, diyebiliriz.
Kitaplara çoğu zaman bir tür kutsiyet atfeden; her kitabı “eser” olarak yücelten bir bakış açısı var. Bu bakış açısını sorgulamamız gerekiyor. Zira kitap, sonuç itibariyle bilişsel bir tasarımın eleştiriye açık hasılasıdır. Yani kitap, yayıncının ya da yazarın masasındaki bir fikrin/projenin belirli ölçüler içinde olgunlaşmasıyla tamamlanan ve okurlara sunulan bir üründür ama her kitap aynı ciddiyet, profesyonellik ve etik anlayışla yayımlanmaz. Dolayısıyla kitaplar hakkında konuşurken bütün kitaplar için değil, belirli kriterlere haiz kitaplar üzerinden hüküm vermek daha sağlıklı olacaktır. Bir başka deyişle önümüzde alanında yetkin yazarların ve editöryal ekiplerin baştan sona bilinçli ve duyarlı bir anlayışla hazırladığı bir kitap varsa, bu kitaba ilişkin değerlendirmelerimizle; vasıfsız insanların ve ciddiyetsiz yayıncıların elinden çıkmış, gelişigüzel hazırlanmış kitaplara ilişkin değerlendirmelerimizi ayırmamız lazım. Ben, sorunuza ilişkin yorumlarımı kaliteli diye sınıflandırdığım ilk gruptaki kitaplar üzerinden yapacağım.
Yazar ve/veya editöryal ekibin belirli bir konu üzerindeki müktesebatı kayıt altına alması ile oluşan kitaplar, o kitapları okuyanlar için bir tür harici bellek işlevi görmektedir. Bu işlevi kitapları çağlar boyunca değerli kılan vasıflarından biridir. Velev ki ele alınan konular güncelliğini yitirmiş olsun, zamanının koşullarında yetkinlikle hazırlanmış bir kitap, tarihi anlamda değerini uzun yıllar boyunca bu sayede koruyabilir.
Dijitalleşmenin benliğimizi ele geçirdiğini söylemiştim. Tabii burada gönüllü bir teslimiyet durumu söz konusu… Biz dijital dünyanın taşıdığı bütün bir enformasyon çeşitliliği, eğlence ve etkileşim süreçlerindeki konforu cazip bulduğumuz ölçüde dijitalleşmenin sebep olduğu yan etkileri de kabullenmiş oluyoruz. Oysa yeni teknolojiler sürekli yeni kaygılar da üretiyor. Dijitalleşmenin manipülasyona, gözetime ve hackerler ya da siyasi irade tarafından yok edilmeye elverişli yapısı son derece kaygı uyandırıcıdır.
İnsanların ürettiği birikimin, tek tek bireylerin taşıyıcılığından internet aracılığıyla herkese sunulması kulağa hoş geliyor değil mi? İnsanların yeni bilgiler edinme konusunda odaklanmaya ve derinleşmeye dayalı zamana yayılmış bir çaba yerine, online olduğu sürece o bilgilere erişebilmesi, bu bilgilerin güvenilirliği ya da her an silinmesi ihtimalini göz önünde bulundurursak, sizce hâlâ kulağa hoş geliyor mu?
Dijitalleşmenin okuma deneyimi üzerindeki etkisini yukarıda açmaya çalıştığım zemin üzerinden tartışabiliriz.
Mevcut ve gelecek kuşakların basılı kitaplarla, diyelim ki şu an 40’lı yaşlarındaki insanların bildiği, olağan saydığı anlamda bir ilişkisinin olduğunu/olabileceğini söyleyebilir miyiz? Bu salt pedagojik ya da ekonomik bir konu değil tabii. Yani eğitim sisteminin insanları basılı kitap okumaya özendirmesi, yönlendirmesi yahut insanların kitap almayı maddi bir problem olarak görmemesi tek başına anlam ifade etmiyor. Bu yüzden okuma kültürü, toplumun geniş kesimlerinin okumaya ilişkin beklentisi ve değer yargılarından, yazılı iletişimi gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak görüp görmediklerinden bağımsız içini doldurabileceğimiz bir kavram değildir.
Okuma kültürünü, öznesi okurlar nesnesi kitaplar olan bir toplumsal atmosfer olarak tanımlayabiliriz. Okurlar, temel okuryazarlık beceresinin edinilmesinden okuma alışkanlığı kazanılmasına; metinlerin duygusunu hissetmekle yetinilen hazza dayalı yalın okumadan, metnin bağlamını ve yazarın yaklaşımını kavramaya dayalı eleştirel okumaya ve nihayet önceki okuma türlerini kapsayacak şekilde okuduklarını sorgulamayı içeren yansıtıcı okumaya uzanan bir süreçle olgunlaşır.
Hayatlarımızın dijitalleşmesi, okuma kültürü anlamında yeni imkânlar ya da fırsatlar sunmakla birlikte bugünden yarına sonuçlarını çok da net kestiremediğimiz tehditler de doğuruyor. Adeta, çağımıza özgü, muasır bir okur karakterinin ergenlikten olgunluğa geçiş aşamalarını deneyimliyoruz. Bu öyle bir okur karakteri ki tarihin önceki hiçbir döneminde olmadığı kadar yoğun bir metin çeşitliliği ve bu metinlere erişim imkânına sahipken, aynı zamanda enformatik uyaranların çokluğundan ve şiddetinden ötürü odaklanma ve derinleşme ile ilgili ciddi bir zafiyet yaşıyor.
Burada zikrettiğim ve eklenebilecek diğer okuma kültürüne ilişkin sorunların aşılamaz olduğunu düşünmüyorum. Duyarlı, bilinçli ve vizyoner bir yayıncılık anlayışı ile çoğu zaafın üstesinden gelinebilir.
 Gönül Dergisi  | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi
Gönül Dergisi  | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi
				 
			

 
						
					 
						
					