Küçük gördüğü insan tarafından kendinin bile unuttuğu sırrın ifşa edilmesi Sezgin’in kinini pekiştirmiş; düşmanlığı, aşağılama evresinden kan döküp can alma safhasına erişmişti. Sezgin çalışma odasında düşünceli kâh o yana kâh bu yana adımlıyordu. Nihayet ayaklarıyla üst tablanın birleştiği yerleri altın varaklı aslan başlıklarının bulunduğu klasik masif ceviz kaplamalı çalışma masasının önündeki sandalyeye devrilircesine oturdu. Hırsından sağ eliyle, sol elinin ayasını yumruklarken ayaklarını ritim tutar gibi sürekli olarak yere vuruyordu. Sonunda en sert darbeyi avucuna vurup sol eliyle yumruğunu iyice kavrayıp sinir krizleri içinde “Dünya liderlerini yetiştirip ülkelerin başına geçiren Kurukafa ve Kemik Teşkilatı’ndan olduğumu nasıl bilebilir? İstihbarati bir bilgiyse o zaman devlet de beni biliyordur. Yok değilse bu adam kim? Kime çalışıyor? Öldürmek kurtuluş mu yoksa işi büyütür mü?” dedikten sonra sandalyesinde geriye yaslanıp ellerini yana salarak “Yoksa gerçekten bizim düşkün amcaoğlu Yusuf gibi evliyagillerden de keramet mi gösteriyor?” Sonra toparlanıp kaygılı bir ciddiyetle “Gerçekten böyle kalp gözü açık, doğaüstü fantastik güçleri varsa…” O an devletleri, devlet başkanlarını yöneten mensubu olduğu arkasındaki gizli Kurukafa ve Kemikler Teşkilatı’nın muazzam gücüne ve sırlı yapısına rağmen kendisini çıplak ve zayıf hissetti. “Eee böylesi durum daha acı ve vahim, biz kimden neyi gizliyoruz? Ya da nasıl gizleyeceğiz?” dedi. Sezgin bilinmezlik çukurunda düşmanlık ziftinin içinde boğuluyorken her çırpınışı ise onu daha da dibe çekip çaresiz bırakıyordu…
Yusuf, amcaoğlu Sezgin’in hadsizliğine çok üzülüp mahcup olmuştu. Yüzü düşen Yusuf “Arif amca, benim gibi tövbe kapısından içeri girmesi için davet etmiştim. Ama…” dedi. Arif vakur ve şefkatle gözlerinin içine bakıp “Müsterih ol Yusuf evladım. Her günahkâr kötü değildir. Her kötü de günahkâr değildir. Amcaoğlun ise ne günahkâr ne kötü o hırslarının esiri, vicdanı kurumuş bir zavallı bir ahmak.” dedi. Her ne kadar Yusuf ev sahipliği yapıp ziyafet vermiş olsa da asıl ikramlar da ihsanlar da bulunan Arif olmuştu. O gece gönlü açıkları, edeplerini terk etmeyenlere bin yıllık yol aldırıp nice nice manevi sırları kalplere nakşetmişti. Evin sahibesine de teşekkürler edildikten sonra müsaade istendi.
Arabada Arif’in tarifiyle ilerleyen Yusuf’a, Arif “Samanpazarı yazısından sağ yap, Huruç sokağa gir.” dedi. Yusuf sokağa girince sağ eliyle yavaşla işareti yaparak “Haa yavaşla, şu ileride sağda eski konağın önünde duruver.” dedi. Yusuf durunca Arif arka koltukta oturan Coşkun’a bakarken eliyle de “Yolcuzade Konağı” yazısını gösterip “Hadi bakalım yolcu bu geceyi burada geçirirsin, gerisine Allah Kerim.” dedi. Coşkun iradesinin üstünde bir iradenin kendisini teslim aldığını anlamıştı. Bu durum karşısında içinde isyan kokuları tütse de karşı duracak gücü yoktu. Coşkun arabadan inerken “Her şey için teşekkürler.” dedi. Yusuf “Asıl davetimizi kabul ettiğiniz için biz teşekkür ederiz.” dedi. Arif “Yolun açık olsun, Rabbim muradına tez tecelli ettirsin.” dedi. Bu cümle buram buram ayrılık kokuyordu. Coşkun sıkıca sarılmak istedi. Ama Arif ilişkilerinde mesafe ayarını kendisi belirliyordu. Arif’in gözleri buğulansa da belli etmemeye çalışarak “De hadi çocuk.” dedi. Coşkun, Yusuf’un verdiği yeni kıyafetlerin olduğu poşet elinde “Şimdi ben konaktakiler sen kimsin diye sorduğunda ne diyeceğim?” diye sordu. Soruyla birlikte inip yürürken “Arif Bilmez beni gönderdi derim. En kestirme, en kolay yolu bu. E bu da, acaba onu ne kadar tanıyorlar? Beni buraya bıraktığına göre herhalde bir bağları vardır.” diye düşündü. Aralıklı eski ahşap kapıdan içeri kibarca selam verecekken içerideki odadan çıkan siyah gözlü, gür saçlı bıçkın tipli yirmili yaşlarındaki genç telaşlı telaşlı eliyle gel işareti yaparak gür bir sesle “Gel gel hadi neredesin?” diyerek aşağı inen merdivenlere yöneldi. Coşkun şaşkın şöyle bir arkasına ve etrafına başka biri var mı diye bakınca genç “Sana diyorum, hadi gelsene.” dedi. Coşkun ayakkabılarını çıkartıp ilk bulduğu terliği giyerek aşağıya indi. Coşkun’un elindeki poşeti alıp askıya asan genç önlüğü boynundan geçirip tezgâhta yığılı bulaşıkları gösterip “Öyle şaşkın şaşkın bakma, sen tabaklardaki artıkları temizle, ben de makinaya dizeyim ki hemen yıkansın.” dedi. Yüzünü buruştura buruştura bulaşık süngerini alan Coşkun midesi bulanarak artıkları temizlerken genç “Yolculuk nereye?” diye sordu. Coşkun dalgın “İstanbul’dan geliyorum.” dedi. Genç “Şaşkın! Nereden geliyorsun demedim, nereye gidiyorsun dedim.” dedi. Zoraki konuşan Coşkun “Haa, Kars. Kars’a gideceğim.” dedi. Genç “Yolun uzunmuş.” dedi. Coşkun “Evet, aslında arabayla sekiz, dokuz saatte varırdım ama arabamı çaldılar.” dedi. Genç, Coşkun’u lafa tutunca işin bittiğini anlamadı bile. Nihayetinde genç “Yemek istersen bir şeyler hazırlarım, yok yatacağım dersen yatağını göstereyim.” dedi. Coşkun “Ben hemen yatayım çok yorgunum.” dedi. Üst kata çıktılar. Çıkmaz sokak misali birbirine bakan üç yüksek kapının bulunduğu yere gelince genç sağdakini açıp eliyle de boş yatağı gösterip “Allah rahatlık versin.” dedi. Coşkun temiz yatağı görünce sevindi ama sevinci birkaç saniyeyi geçmedi. Odada yatan diğer adam aslan kükremesi gibi horlamaya başladı. Coşkun tedirgin oldu. İlk defa yabancı biriyle aynı ortamda yatacaktı. Üstelik acayip şekilde horlayan biriyle. Geri dönüp çıkacakken genç içeri girip “Horlamaya aldırma. Normalde sana başka bir yer verecektim ama yok. Bu gece idare et.” dedi.
Coşkun yatağa uzanınca sabah Çinçin mahallesinde arabasını çalanlardan öldüresiye yediği dayağın acılarını vücudunda tekrardan hissetmeye başladı. İlk defa evinden uzak ve başka bir yatakta yatıyordu. Garipsedi, sağa sola döndü. Yenemediği rahatsızlık hissini aklındaki sorular galebe çalarak alıp götürdü. Kars’a gidecekti ama nasıl? Arabası, parası, telefonu, cüzdanı nesi varsa çalınmıştı. Kimseden bir şey isteyemezdi. “Belki en yakınım, can dostum, emmioğlum Vural’dan isteyebilir miyim? O da olmaz ise o zaman bir gece mecburiyetten son bir kez işe çıkar, gerekli olan parayı birkaç kişinin cüzdanını çarparak toparlayabilirim.” Yatağın içinde soldan sağa dönerken düşünceleri de yer değiştiriyor gibiydi. Sanki Allah yirmi bir sene sonra doğduğu yere, sıfır noktasına getirip iyi ile kötü, hak ile batıl arasındaki tercihini kendi aklı ve iradesiyle yapması için baş başa bırakıp yolunu kendisinin çizmesini istiyordu. Peki Kars’a nasıl gidecekti? Aklına ilk geldiği gibi ya birilerinden borç isteyecek ya da eskisi gibi el çabukluğu ihtiyacı kadar cepçilik yapacaktı. Bir yarısı mantıklı bulurken diğer yarısı dikilip kuvvetle “Hayır olmaz.” dedi. “Doğduğun yerde tertemiz bir başlangıç için tertemiz bir iş bulup sabırla, helalinden yolculuk masraflarını karşılayacak kadar para kazanıp yoluna devam etmelisin.” diyerek didişirken bedeni gibi zihni de yorgun düşünce kendiliğinden uykuya daldı.
Kapalı güneşliklerin arasından sızan güneş ışıkları yüzüne vurunca gözünü zar zor yarım açabildi. Sağına döndü, ilk gözüne çarpan intizamlı toparlanmış diğer yatak oldu. Gece boyu kükreyerek horlayan adam gitmiş; takım elbiseli, kravatlı, güler yüzlü, tam bir salon beyefendisi gelmişti. Boy aynasından üst başını kontrol eden adam “Günaydın.” dedi. Coşkun yatakta ağırca toparlanmaya çalışırken “Günaydın.” dedi. Adam “Umarım rahat ve iyi bir uyku uyabilmişsinizdir…” dedi. Coşkun elini hafiften ağrıyan başına götürüp manalı manalı “Eh işte…” dedi. Adam “Hep böyle olur. İnsan kendi evinden, yatağından başka bir yerde yatınca önce bir gariplik, yadsıma hisseder. Sonra zamanla alışırsın.” dedi. Coşkun bilmediği bir yerde tanımadığı biriyle yaşadığı karmaşa içinde fazla bir mesai harcamak istemediğinden daha çok geçiştirme duygusuyla “Doğrudur.” dedi. Adam “Aşağıda taze çay, kahvaltı var. Bir şeyler atıştır, kendine daha çabuk gelirsin.” dedi. Sonra son bir defa daha alıcı gözle kendisine boy aynasında bakıp “Allah’a emanet olun.” deyip çıktı, gitti.
Kahvaltıya inen Coşkun adamın dediği gibi hava değişimi, yerini yadırgama ve belirsizlikten dolayı kuş sütünün eksik olduğu sofrada ancak bir dilim ekmek, bir parça peynir, bir bardak çay içebildi. Bir an önce vazgeçmeden iş bulabilmek için dışarı çıkıp dolaşmaya başladı. Gözüne kestirdiği dükkanlara girip “Eleman lazım mı?” diye soruyor, hepsi anlaşmış gibi direkt “Hayır.” diyordu. Aldığı hayır cevaplarına karşın boyası ve cilası kavlanıp dökülmüş kahverengi ahşap kapı ve çerçeveli dükkânın camındaki kırmızı renkli “Alim Çorbacısı” yazının sağ alt köşesinde “Bulaşıkçı Aranıyor” yazısını okuyunca iş bulduğuna sevindi ama dün akşamki bulaşık yıkama deneyiminden sonra midesi kaldırmadığından vazgeçip başka iş aramaya devam etti. Dolaşmaktan dizlerine kara sular inmesine rağmen istediği şartlarda iş bulamadı. Nihayet vakit akşama dönünce istemeye istemeye “İnşaAllah birisini almamışlardır.” duasıyla bulaşıkçı arayan çorbacıya geri döndü. Arı kovanı gibi işleyen dükkânın camında yazı hâlâ duruyordu. İçeri girdi. Yola bakan sol yanı boydan boya camlı, sağ tarafı duvar olan salaş dükkân ince uzun dikdörtgendi. Yolun sonunda aşağıya inen bir merdiven vardı. Sağlı sollu dizilmiş yirmi masanın ortasından ilerlerken sarımsak, sirke kokularını bastıran kelle paça, işkembe kokuları ciğerine işledi. Ayakları geri geri gidiyordu. Kadınlı erkekli müşteriler hallerinden memnun, aşkla çorbalarını kaşıklarken muhabbeti koyulaştıranların masasına ikinci çay servisi yapılıyordu. Coşkun yirmi beş metreye yakın çile yolunu bitirip arkasındaki duvarda gazetelerin spor sayfaları ve bazı basket maçlarından fotoğrafların asılı olduğu masanın önünde durdu. Gazete ve kitapların arasında hesapları kontrol eden elli yaşlarındaki güçlü kuvvetli, oturduğu sandalyeye sığmakta zorlanan yapılı adam başını kaldırıp bakınca Coşkun eliyle camı işaret edip kekeleyerek “Ben bulaşıkçı ilanı için geldim.” dedi. Adam hesaplamayı devam ederek “Daha önce yaptın mı?” dedi. Coşkun “Bulaşıkçılık yapmadım ama çay ocağında çalıştım. İşe yatkınım.” dedi. Adam “O zaman geç Alim Usta gönderdi de, aşağıda başla.” dedi. Coşkun istemediği ama mecbur kaldığı işi kaybetme kaygısıyla “Yalnız…” dedi. Adam “Yalnız?” Coşkun “Ben İstanbul’da oturuyorum. Ankara’ya bir günlüğüne gelmiştim. Param, arabam çalındığı için yol parası kazanacak kadar çalışacağım.” dedi. Adam “Sana ne kadar lazım?” dedi. Coşkun “Beş bin civarı.” dedi. Adam hesapladı “Hemen hemen bir hafta yapıyor. Olur.” dedi. Coşkun koku alma fonksiyonlarını elinden geldiği kadar etkisizleştirerek aşağıya indi. Ortadaki büyük paslanmaz tezgâhın üzerindeki işkembeleri, kelleleri, paçaları parçalayıp pişmeye hazırlayan ustaya eliyle yukarı gösterip “Beni Alim Usta gönderdi.” dedi. Adam yığılı bulaşıkları bıçağıyla gösterip “Önce sudan geçir, sonra da makinaya dizip yıkat.” dedi. Gecenin bir yarısına kadar çalışan Coşkun mesaisi bitip çıkacakken Alim “Ferhat oğlum, sizin bekâr evinde…” Eliyle Coşkun’u işaret edip “…şu delikanlıyı bir hafta misafir eder misiniz?” dedi. Ferhat o şen şakrak sesiyle “Ne demek ustam, emrin olur.” dedi. Beraberce dükkândan çıktılar.
Bekâr evine doğru gecenin bir yarısında yürürlerken, günlerce konuşacak enerjisiyle Ferhat’ın dilinden kelimeler tane tane dökülüyor. Daldan dala konuya atlıyordu. Fakat heyecanlı hali Coşkun’u da sarmıştı. Ferhat “Dostum, bizim çocuklar ekmeğini taştan çıkartıp iyi bir gelecek isteyen garibanlar ama hepsi kaynaktır, her birini çok seveceksin.” duraksadı “Bir kişi hariç, o da en şanslımız, psikoloji okuyan kuzenim Doruk… Seneye okulu bitiyor. Açar temizinden bir klinik, anladın mı? Kırk beş dakika dinler yarı akıllı yarı deli birini. İndir bir üç bin lira temiz kemiksiz para… Beni en çok korkutan ise Frensiz Mesut. Edepsiz adapsız konuşur, biraz da asidir ve kestirmeden zirveyi çıkmanın hesabını yapıyor…” Coşkun sadece tasdik ve hayret kelimeleri kullanırken Ferhat itirazsız iyi bir dinleyici bulmanın neşesi içinde coştukça coşuyordu. Nihayet eski bir apartmanın loş ışığa rağmen demir kapının dökülmüş boyalarından dolayı kahverenginin altından yeşil, mavi renkleri de seçilebiliyordu. Ferhat ayağıyla ittirip açınca nem ve hafif kanalizasyon kokusu yüzüne vurdu. Coşkun, Ferhat’ın önüne geçip bir an önce döner merdivenlerden yukarı çıkmak isterken Ferhat aşağıya inmeye başladı. Coşkun el mecbur aşağıya inerken her basamaktan sonra ise koku daha da ağırlaşıyordu. Zemine ulaşınca Ferhat tahta kapıyı alışkanlık eseri hafif bir omuz koyarak açtı. Eliyle buyur ederken “Bizim fakir bekâr evi.” dedi. Coşkun bir an duraksadı, gerçek rengini kaybetmiş duvarlara bakıp “Hadi hayırlısı.” dedi. Sonra terliksiz basıldığında enfeksiyon kapma ihtimalinin yüksek olduğu halıları ve zemini görünce ürperdi. Ferhat keyifle “Aaa bak, çabuk gel, bizimkiler bahçe tarafında muhabbete çoktan başlamışlar.” dedi. Donup kalmış Coşkun’a bakan Ferhat “Ne olacak oğlum? Orijinal bekâr evi biraz dağınık olur. Alışırsın.” dedi. Ocağında yağ tabakası katmanlaşmış, dağınık tezgâh ve evyeye yığılmış tabakların eşlik ettiği mutfağı geçip apartmanlar arasındaki boşluğa çıktılar. Burası bodrum kattaki daire için bir nebze nefes alma yeri olmuştu. Evin sakini dört genç yorgunluklarını burada sohbet ederek atıyorlardı. Üzerinde uyduruk, şeffaf plastik örtünün bulunduğu masada kavun, peynir ve çerezlere yarı dolu şişeler eşlik ediyordu. Kenara yığılan boş şişeler ise muhabbetin oldukça erken başlayıp koyulaştığını gösteriyordu. Ferhat, Coşkun’un kulağına eğilip “Bizim Frensiz Mesut yine sazı eline almış durdurak bilmeden konuşmaya devam eder.” dedikten sonra başıyla selam verip konuşmayı bölmeden bir yere ilişince Coşkun da hemen yanına oturdu. Frensiz Mesut sadece kendini önemseyip başkalarını yok gören tavırlarıyla “Bu ülkede beni bağlayan fazla bir şey yok, ben zaten inançsızım. Bir yaratıcıya, O’nun elçilerine de inanmıyorum.” dedi. Psikolog Doruk bir an dondu kaldı, gözleri büyüdü, “Ne diyorsun Frensiz Mesut?” dedi. Frensiz o bildik ukala tavrıyla “Hiçbir şeye inancım yok, yaratıcı, peygamber, hiçbirine…” dedi. Doruk öfkeli ve küçümser hastasına telkinde bulunur gibi “Senin acil psikolojik tedavi görmen gerek.” dedi. Frensiz Mesut “Niye, bilimsel konuştuğum için mi? Orta Çağ kafası!” dedi. Doruk “Yok… Öncelikle bilimsel olan benim. İnançsızlığın, yaratıcıyı inkârın bilimsel hiçbir dayanağı olmadığı ispatlandı. Yapılan bütün psikolojik araştırmalarda ise inançsızlığın patolojik bir vaka olduğu kanıtladı.” dedi. Frensiz Mesut bu kez rakibe saldırı modunda “Ya sen nesin? Hem inanıyorsun hem de her türlü…” Doruk’un önündeki şişeyi gösterip “İnandığını söylediğin Allah’a asiliğe devam ediyorsun.” dedi. Coşkun o an söze hesapsızca dalıp “Daha üç gün öncesine kadar ben de sizin gibiydim. Ama gariptir, hırsızlığa girdiğim yerde hidayete nurlarıyla tanıştım. Anladım ki insan inancının gereğini yaşamayınca kendisine bile itiraf edemediği pişmanlığını yüreğine gömüp günahkâr günahkâr yaşamaya devam ediyor. Ya da inkârı seçip vicdanını susturmanın bir yolunu buluyor.” diyecekti bu kıymetli tahlili, değerli tecrübeyi şu an kim kale alır, ne kadar tesir ederdi? Beklemeye karar verdi. Doruk’un yüzünü mahcubiyetin ağırlığı kapladı. Doruk “Ben de senin kadar olmasa bile başka bir patolojik vakayım.” dedi. Frensiz Mesut sağ elinin şehadet parmağını hava kaldırıp ağzını açacakken gelen cümbüş sesi onu susturdu. Gür ses “Hayatı fazla kale almayın.” dedikten sonra söylediği “Boş hayaller kurdum, inandım sana…” şarkısıyla da Frensiz’i bastırmayı başardı. Coşkun’un daha apartmana adım attığı ilk andan itibaren içini kaplayan endişe katlanarak huzursuzluk seviyesine ulaşmıştı. Burada kalırsa dayanamaz, eski günahlarına tekrar başlayabilirdi. Ferhat’ın kulağına eğilip “Bana müsaade, dün kaldığım yere döneceğim.” dedi. Şaşıran Ferhat “Ne oldu, arkadaşları mı beğenmedin? Hem ben yarın ustama ne derim? Seni bana emanet etti.” dedi. Coşkun “Sen gönlünü ferah tut, senlik bir şey yok. Ben ustaya izah ederim.” dedi. Ortamı bozmayın, devam edin işareti yapıp oradan kaçar gibi ayrıldı.
Koşar adımlarla konağa girin Coşkun vatan toprağına ayak basan gurbetçi gibi sevindi. Kapıyı kapattı, sırtını dayayıp “Ohhh” çekti. Bu arada alt katın merdiven başında beliren genç, ortasında karpuz ve kavun dilimleri bulunan kocaman bir siniyle “Birader, sen de hep geç kalıyorsun. Hadi yukarı gel, sofada dostlarla muhabbeteyiz.” dedi.
Devamı Gelecek Ay…
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

