Hayretler İçinde… / Dr. Fatih Yunus Özel

İnsan ve hayata dair olağanüstülükler çok düşündürücüdür. Muhtemel olan şeylerin mükemmelliği, yani ihtimali olarak gerçekleşme güçlüğü onları olağanüstü kılmaya fazlasıyla yeter. Olağan yani aslında muhtemel olan pek çok şeyi hayatın her karesinde, zerreden kürreye her an ve her gün yaşıyor olmamızda onları her bakımdan olağanüstü kılan şey, onlara dair mükemmelliğin her defasında yeniden tekrarlanıyor oluşudur. “Nedensellik” ilkesini yerli yerinde kullanacaksak, gaflet ile görmezlikten geldiğimiz “kanıksama” ve “ülfet” ten sıyrılarak, flulaşan zihnimizi, kalbimizi ve duyulara dayalı algılarımızı “hayretle” yenileyerek yola çıkmalıyız. Yani “hayret etmeyi bilmekle…” Kaçırdığımız ilk hayret dahi, algılar dünyamızda körlüğe davetiye çıkarıyor. Çünkü bir şeyin yaratılmış olması onun üzerine mükemmellik mührünün vurulmuş olmasıyla açıklanabilir ancak… Ontolojiden epistemolojiye bu sağlıklı zemin üzerinde yürünebilir. Nitekim hayatın her alanında hem ontolojik hem epistemolojik bir kurgu mutlaka vardır. Zerreden kürreye demekle, bu konuda tümden gelime dayalı bir kabule işin başında mecbur olmamak, metodik bir şüphenin öngördüğü hassasiyeti de ilmin izzet ve şerefini koruyarak işe başlamak demektir. Bu nedenle ne new age akımlar ne evrim safsataları ne de Sümeroloji artığı kabuller ve transhümanizm çılgınlıkları bu hakikate göle düşüremez. Sonuçta “Güneş balçıkla sıvanmaz.” “Amaçlanmış bir şüpheyle” “tabansız bir felsefe” uyduranlar, bugün bilimin nezih ve gayret isteyen yapısının üzerine çullanmış bilim sahtekârlarıdır. Hangi bilim anlayışı büyük bir nizamın hayret unsurları olan olağanüstü durumları, “hayretsizlikle” doğallaştırmaya kalkabilir ki… Çünkü “düzen argümanı” güçlü bir argümandır. “Anlam arayışı, ancak anlamlı bir dünyaya ait olabilir. Dünyaya anlam yüklemek için, dünyanın da içinde olduğu bir sisteme iyi bakmak lazımdır. Dünyaya anlam yüklemek ise ancak bir ahiret devamlılığıyla tamamlanan bir anlam yormayı peşinen getirecektir. Ahiretsiz bir dünyaya ne kadar anlam yüklenebilir ki… Ölümle yok olan bir anlama kendi çapından fazla anlam yüklemek mümkün değildir.” sözleri mealen eski bir ateist olan pırıl pırıl bir dosta, Dr. Altay Cem Meriç’e aittir.
Mesela, Rum Suresi başlı başına mucizedir. Rumlarla Sasaniler savaş yapıyorlar. Yani o dönemdeki Bizanslılar ve Persler. Bizans çok ağır kuşatma altında yenilgiye uğruyor ve bu durumda Kur’an diyor ki: “Rumlar, yakın bir yerde (yeryüzünün en alçak yerinde) yenilgiye uğradılar. Fakat onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde (3 ilâ 9 yıl içinde) galip gelecekler. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. O gün Allah’ın (Rumlara) zafer vermesiyle müminler sevinecektir.” (Rum, 30/2-5) Bu, o zaman için hiç kimsenin ihtimal veremeyeceği bir takvim. O süre içinde gerçekten Rumlar galip geliyorlar. O dönemde Bizans kralı 32 yıllık saltanatının 26 yılında hiç savaşmamış, savaştan uzak uyuşuk bir adam, 6 yılda bir cengâvere dönüşüyor. Üstelik hem Sasaniler hem Avarlar, Bizans’ı kuşatıyorlar ve her ikisi de Bizans’tan çok daha güçlü ordular. Bizans, Persleri kendi başkentlerine kadar kovacak düzeyde başarı elde ediyorlar. Tarihçiler, bu şartlarda bunun mümkün olmadığını dile getiriyorlar.
Yine ilginç bir örnektir ki; Ebu leheb Müslüman olmadı. Müslüman olmayacağı Kur’an’da bildirilmişti. Tebbet suresi bu açıdan Kur’an’ın en büyük bir mucizesidir. Kabilecilik şeref ve haysiyetini savunmanın en popüler olduğu bir dönemde, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendi amcasına yönelik hakaret içeren bir sureyi ortaya koyması, yalancıktan da olsa Ebu Leheb’in “iman ettim” diyememesi gibi gaybî bir haberin zaman tarafından tasdik edilmesi, tartışmasız bir mucize olarak değerlendirilmektedir.
Bazen anlamlı, açık ve basit bir konu dahi kişinin imanına vesile olabilir. Bir denizciye, arkadaşı Kur’an-ı Kerim hediye eder. Denizci birazdan açtığı Kur’an sayfasında fırtına ile ilgili ayeti okur ve koşa koşa arkadaşına gelir; “Muhammed denizci miydi?” der. Arkadaşı, “Hayır, ömür boyu çölde yaşadı.” der. Denizci, “Ben denizciyim, hiç kimse fırtınayı böyle güzel anlatamaz. Öyleyse ben iman ediyorum.” der. (Eşsiz Mucize Kur’an/Gary Miller)
Proteinlerin oluşumu, hücredeki müthiş düzen, insan vücudunun olağanüstü durumu, hala araştırmakla hayretimizi kamçılayan evrendeki müthiş düzen, atom altı parçacıklara dair ilginç araştırmalar, her geçen gün insan-evren ilişkisinde, algılarımızı mucizevî olaylarla yüzleşmek zorunda bırakmaktadır. O nedenle bir tefekkür alanı arıyorsak, “hayret psikolojisi” üzerine pek çok malzemenin önümüzde bâkir topraklar misali durduğunu bir an önce görmemiz gerekiyor. Bizi kamçılayan en önemli unsur insan zihni ile hayat arasında mümkünler dünyasında kurduğumuz ilişkilerdir. Ama bu dahi yeni bulunan hayret unsurlarına verdiğimiz müspet tepkiden daha kıymetli değildir. Çünkü hayret etme özelliğimizi korumak müthiş bir motivasyon alanıdır. “Uydurmak” nerede, “hayretler içinde aramak” nerede… Önündeki malzemeyi değerlendirmekten aciz insan neyi başarabilir ki!..
Evrenin ezeli ve ebedi olduğunun felsefesini yapan bir zihin, artık bilim, evrenin ezeli olmadığını ortaya koyuyorsa herhangi bir yoruma gerek kalmadan bilimi reddediyor demektir. Sırf materyalist olmak adına… Güya maddenin ezeli ve ebedi olduğunu ispatlamak adına… Daha pozitivizmin felsefi dayanaklarına girmeden, güdük bir pozitivizm tasarımı değil de nedir bu?.. Buralarda temellerin duruşması, bilim katillerini reddediyor ve infaz ediyor aslında. Hoş, kendi kendilerine düştükleri bir handikap… Çarpıtmalarla bilim yapmaya kalkmak, bu insanları ancak bilim sahtekârı derekesine düşürüyor. Evrimcilerin ayyuka çıkmış bilim sahtekârlıkları, bugün sadece geçmişe ait popüler bilim dedikodularından bir demet hükmünde ancak… Bir amino asidin ve devamında bir proteinin tesadüfle oluşacağını söylemenin neresi bilim… Açıklama yok, öncüller yanlış ve delilsiz ısrarcılıklar nedeniyle de yalana teşne…
Henüz kozmolojik argümanları anlayamamış insanların hatta profesör titrli insanların nasıl bir bilim sahtekârlığı furyasına düştüklerini görmemek mümkün değil… Varolan düzeni tesadüfe bağlayıp, evrenin ezeli olduğu şeklindeki uyduruk ve bilim dışı tezleri, bir fikir gibi söz konusu etmek, üstelik bir de yaratıcı hakkında spekülasyon yapmak ancak kıt akıl, amaçlanmış şüphe ve inkarcılık ile açıklanabilir. Çünkü bu, bugün bilim adamlarının kozmik mikro dalga arka plan ışıması gibi birçok bilimsel veri ile desteklediği Big Bang hakkında hiç bilgi sahibi olmamak demektir.
“Derler ki, bir argüman, makul insanları ikna eder, bir kanıt ise makul olmayan insanları dahi ikna etmeye yeter. Şimdi makul kanıtlar ortadayken, kozmologlar, ezeli bir evren olasılığının arkasına daha fazla sığınamazlar. Kaçış yok: Kozmik bir başlangıç problemi ile yüzleşmek zorundalar.” (Alex Vilenkin’den nakil/Alper Bilgili, Bilim Ne Değildir? Sf.107) Yazar Alper Bilgili, bu konuda Plantinga’nın Dawkins’e verdiği şu cevabı aktarır ve devamında; “Diyelim ki uzayda bir gezegene gittik ve orada traktör benzeri araçlara rastladık. Doğal olarak bunların dizayn eseri olduğuna, tesadüfen orada olmadıklarına hükmederiz. Orada bizim gibi akıllı canlıların var olduğu sonucuna varırız. İçimizden birisi, Dawkins gibi; “Bir saniye, bunlara dizayn ürünü diyemeyiz, çünkü o zaman onları dizayn edeni kim dizayn etti sorusunu sormamız gerekir ve bu soruyu cevaplayamayız.” derse onu haklı bulmayız. Traktörlerin dizayn ürünü olup olmadığı bir sorudur, traktörleri dizayn edeni kimin dizayn ettiği ayrı bir sorudur. İkinci sorunun cevabını bilmememiz, traktörlerin tesadüfen orada oluştuğuna inanmamızı beraberinde getirmez. (Plantinga) Dahası William Lane Craig’in de bahsettiği gibi, Dawkins’in, Dennett’in ve hatta Şengör’ün itirazları, kozmogolojik argümanı yanlış anlamalarından kaynaklanmaktadır. Gazali gibi filozofların savunduğu argümana göre “var olmaya başlayan her şeyin bir nedeni vardır”. Öte yandan Tanrı, tek tanrılı dinlere göre, belli bir zamanda var olmaya başlamamıştır, O hep vardır. Evren yokken de Tanrı vardır. Nitekim Big Bang de göstermiştir ki, zaman dediğimiz kavram, evrenin var olması ile başlamıştır. Evren’in dışında zamandan söz edemeyiz. Bu durumda -yani Tanrı, Evren’in dışındaysa ve dolayısıyla belli bir zamanda var olmaya başlamadıysa- “Tanrı’nın varlığına neden olan şey nedir?” veya “Tanrı’yı kim yarattı?” soruları anlamını yitirir. (Craig, Reasonable faith, ss.111-115) Sonuç olarak, yeni ateistlerin ve Şengör’ün bu sorusu, İbrahimî dinlerin Tanrı kavramının tutarsız olduğunu ispatlayamaz.” (Alper Bilgili, Bilim Ne Değildir? Sf.110) Profesör titri almış zevatların eski Yunan düşünürlerinin bilimle uyumsuz spekülasyonlarına inanmayı tercih etmesi bugün, komik bile değildir. Bu nedenle, İslam’ın karşısında herhangi bir sağlam fikir ve duruş söz konusu edilemez haldedir.
Günümüz insanının daha gerçekçi bir arayışla zihnine takılabilecek inanca dair soruların ise vesvese kaynaklı ya da düşünme metodu açısından bazı kusurları var ki, bunlar ise insanı tanıyarak yola çıkıldığında makul görülebilecek konulardır. İnanca dair bu tür içten gelen sorular, cevapları itibarıyla bir ucu açık sorular olmalı ki, imanın ve inanmanın gerçek manada bir önemi olsun… Bu konuda İlim İrfan ve Hikmet Ehli Şenel İlhan Beyefendi’nin çok önemli bazı sohbetlerini burada aktarmak çok ama çok faydalı olacaktır:
“İstidlali Bilgi Her Zaman Bir Ucu Soruya Açık Bilgidir”
“Akla gelen bütün sorulara cevap vererek kimse bu soruları bitiremez.” demiştik ya onun sebebini şimdi açıklayacağız. Şüphe ve vesvese istidlali bilgide olur. Mesela ben şimdi elimdeki telefonu görüyorum. Bu bilgi zorunlu bilgi, ispata gerek olmayan açık bilgidir, bu sebeple bundan şüphelenmem mümkün değil… İman ise istidlali bilgiyle olur. İstidlali bilgide zorunlu bilgi kesinliği aranmaz. İşte bu bilgi veya düşünme hatası insanları şüphelerle boğuşmaya itebilir. İstidlali bilgi ne demektir? Varlığına ve doğruluğuna bizzat görerek veya deneyler yaparak şahit olmadığım ama deliller yoluyla inandığım bilgiler demektir. Bu bilgiler hayatımızın her alanına girmiş ve onsuz yapamayacağımız kadar önemli bilgilerdir. Örnek verecek olursak mahkemelerde kullanılan adli bilgiler böyledir. Hiçbir hâkim; adam öldürme, tecavüz, hırsızlık gibi olaylarda suçluyu cezalandırırken, hapsederken veya idamına hükmederken, o suçluyla beraber bulunmuş bizzat o olayları gözleriyle görmüş değildir. Ama parmak izleri, kamera kayıtları, görgü tanıkları vs. gibi elinde o kadar çok güçlü suç delili vardır ki bu delillerle hiçbir vicdanî rahatsızlık duymadan o kişinin suçlu olduğuna kesin olarak inanır. Hatta hiçbir vicdanî acı çekmeden o kişiyi idama bile gönderebilir. Bu inanma işte İslam imanına güzel bir örnektir. Elinde İslam’ın doğruluğuna ilişkin çok güçlü delillerin var. Ama ahirete gitmeden bunların kesinliğini test etmen, doğrulaman mümkün değil. İşte bu örnekten yola çıkarak istidlali bilginin yapısına ait önemli bir gerçeği hatırlatmakta fayda var. Bir hâkim, ne kadar güçlü delillerle bir kişiyi idama götürse de kalbine biraz olsun, acaba yanlış mı yaptım türünden vehimlerin, endişe ve vesveselerin gelmesine de engel olamaz. Doğru yaptığına aslında çok emin olsa da bu bir realitedir. Bunun sebebi olaya bizzat tanık olmaması ve kararı istidlali bilgiyle almasıdır. İstidlali bilgi, böyle yapısı gereği her zaman bir ucu soruya açık bilgidir. Bu soru ve kuşkular yersiz ve anlamsız olsa da insanlar istidlali bilgiye başka türlü bakamazlar. Ama bu hâkim bu sebepsiz kuşkular nedeniyle asla kararından da vazgeçmez. Allah’a iman da aynen böyle istidlali bilgiyledir. Deliller yoluyla kesin olarak Allah’ın varlığını kanıtlasan bile aklına acabaların gelmesine engel olamazsın. Bu şüphe değildir, iman etmemizi sağlayan bilginin yapısı gereği böyledir. Nitekim insanlar Allah’ı baş gözleriyle göremezler, bizzat buna tanık olmak cennette olacak ama Allah’ın varlığını ispat eden öyle güçlü deliller vardır ki hâkime kalem kırdıran, idam fermanı verdiren deliller kadar güçlüdür. Hayatımızda onlar olmadan yaşamımızı sürdüremeyeceğimiz böyle daha çok istidlali bilgiler vardır, kesinlik anlamında zorunlu bilgiden farkı olmayan. Mesela Dünya’nın yuvarlak olması, Güneş’in etrafında dönüyor olması, elektrik ve atomların varlığı, gezegenlerin varlığı istidlali bilgilerdir. Biz elektriği görmedik, onu hep eserlerinden biliriz ve varlığından kuşkulanmayız. Uzaya da çıkmadık, bu bilgileri test etmedik ama bize gelen resimler, video görüntüleri, bilim adamlarının bu konudaki beyan ve şahadetleri inanmamız için yeterli sebeptir. İstidlali bilgiyle inandığımız her şey aslında bir anlamda iman ettiğimiz her şey demektir. İstidlali anlamdaki güvenilir bilgilere inanmak ve iman etmek yaşamımız için çok önemli bir yaratılış yeteneğimizdir. Bu yeteneğimizi saçma sapan şeylere inanmak suretiyle yanlış kullanan insanlar toplumda çok olsa da eğer iman etme yeteneğimiz olmasaydı toplumumuz panik atak hastalarından geçilmezdi. Kimse trafiğe çıkamaz, kimse uçaklara veya asansörlere binemezdi. Bizler uçakların düşmeyeceğini ispat ederek değil, düşmeyeceğine inanıp bir anlamda iman ederek bineriz. Yine hiç kimse kaza olmayacağını ispat ederek trafiğe çıkmaz. Eğer her iman, dogmatiklik olsaydı uçağa binen, trafiğe çıkan herkes dogmatik olurdu. İşte İslam’ın imanı böyle temelinde çok güçlü delilleri olan bir dine imandır. Uçağa binen bir insan ne kadar dogmatikse bir Müslüman da ancak o kadar dogmatiktir. Zaten biz sohbetlerimizde dogmatikliği ikiye ayırıyoruz. Müspet dogmatiklik, menfi dogmatiklik diye. Menfî dogma; aklı, bilimi, sorgulamayı hiç devreye sokmadan belki de çok saçma bir şeye fanatikçe imandır. İşte Hristiyanların üçlemeleri, Budistlerin nirvana inançları, Hinduların ineği kutsamaları, ateistlerin yaratılışı inkârları, evrimcilerin teorileri, menfî dogma örneklerdir. Müslümanlara dogmatik diyenlerin komik ve acınası hallerine bakın! Müspet dogma ise aklın ve bilimin seni götürdüğü dogmadır. Netice de şunu söyleyebiliriz ki: Deliller yoluyla ispat, bizi kesin olarak bir yaratıcının varlığına götürür. Bir savcının suçu araması gibi bu âlemi kim yaptı acaba diye arayan, her vicdanlı ve akıllı insan, çevresindeki ve nefsindeki delillerden yola çıkarak Yüce Yaratıcı’ya kesinlikle ulaşır. Nitekim dünya üzerinde ateizmin etkili olamayışı bundandır. Ünlü felsefeci Prof. Dr. Antony Flew gibi en azılı ateistler bile bir gün gelip “Yanılmışım, Tanrı varmış.” diyerek imana mecbur oluyorlarsa bu, evrende içkin olan tasarım, estetik vs. gibi çok güçlü deliller nedeniyledir. Peki, bu kadar güçlü delillere rağmen nasıl inanmayan çıkabiliyor, hem de akıllı gibi görünen insanlardan derseniz, şeytan örneğini hatırlamanızı tavsiye ederim. Bunun sebebi akılcılık veya bilimsellik değil, zevklerine kısıtlama istenmemesi türünden duygusallıktır. Her ne kadar bu tür kişiler bilimsel ve akılcı insanlar olduklarına sizi ve kendilerini inandırmak isteseler de maalesef ki durumları böyle hazindir.”
“Kalbin İmanı, Akla Gelen İnkâr Düşünceleriyle Bozulmaz”
“Önemli bir gerçeği tekrar hatırlatmak gerekirse, imanlı kişilerdeki şüphe benzeri vesveseler, hayal, vehim, zihin veya akılda gerçekleşen olaylardır. İman buralarda değil, kalpte olur. İslam âlimleri iman etme yeri ile düşünme yerinin farklı olduğunu çok güzel bir şekilde ortaya koymuşlar. Düşünme yeri akıl veya zihin, inanma yeri kalptir… İman kalple olur, akılla olmaz. İmanı, akıl ancak onaylar. Kalp, imanı tasdik ettikten sonra akıldaki şüphelerin hiçbir hükmü yoktur. Bu düşünceler, bu kuşkular vesvese hükmündendir. Ne kadar şüpheye benzer vesvese gelirse gelsin kalpte iman olduğu müddetçe bunların hepsi vesvesedir. Vesvese hadiste de ifade bulduğu gibi imanın ta kendisidir. Müslümanların en çok sıkıntı yaşadıkları vesvese türü budur. Kalpleri imanla dolu olduğu halde, aklın çalışma prensibinden kaynaklanan soru ve şüpheleri küfür sanarak üzülür, kendilerini harap ederler. Bunun nedeni bilgisizlik ve cahilliktir. Bu cahillikten bunalıma giren, akıl sağlığını kaybedenler bile vardır. Bir de iman konusundaki hassasiyetten kaynaklanabilir bu vesveseler. Mesela bir çocuk yetişirken, aklına gelen soruları anne ve babasıyla paylaşır. Bazen şöyle bir soru sorabilir: “Baba Allah nerede? O’nu niye göremiyoruz? Bizi O yarattı, peki O’nu kim yarattı?” Bu sorulara cahil ebeveynlerin tepkileri aşırı olur: “Sus! Hâşâ! Ne biçim soru bu? Böyle düşünme, böyle soru sorma, kâfir olursun!” İşte bu yanlış hassasiyetler ve aşırı tepkiler daha sonra böyle şeyleri düşünmekten korkma ve düşünceyi küfür sanma gibi hastalıklara dönüşebilir. Aslında belki bu sorular bilgisiz ebeveynlerin de düşünmekten korktuğu ve kaçtığı sorulardır. Bunların cevaplarını yok sanırlar. Çünkü halkın geneli taklidî iman sahibidir. Taklidî iman sahibi insanlar soru sormadan inanır, böyle sorular sormaya ihtiyaç hissetmezler. Yanlarına böyle sorular soran birileri gelirse de afallar kalırlar. Çocuklarını da böyle sorular sormaktan men eder, böyle düşünmekten sakındırırlar. Ama akıl denen şey, sen ne kadar kaçarsan kaç, bu soruları sana doğal olarak soracaktır. Hele yapısal olarak olgusal zihniyetli, akılcı insanlar vardır ki onlar bu sorulara cevap bulmadan rahat edemezler. Daha sonra bu çocuklar büyüdüklerinde, ne zaman ibadete yönelseler, o kaçtıkları sorular zihinlerine hücum eder. Bu soruları küçükken attıkları gibi yine akıllarından atmak isterler ama başaramazlar. Şeytanın da tesiriyle bu sorular onların bir numaralı derdi olur, kendilerini çok kötü hisseder, hatta imansız bile sanabilirler. Hâlbuki bu küfür düşüncelerinin akla gelmesi günah olsaydı kelam âlimleri bunlarla uğraşmazdı deyip rahatlamak gerekir.”
Hayret etme özelliğimizi her zaman korumalıyız. İlk defa kar yağdığını gören ilk defa güneşi gören hayran kalmaz mı? Atom altı parçacıklarından büyük galaksilere ve uzayın derinliklerine kadar hayretimizi kamçılayacak o kadar muhteşem güzellikler var ki insanlığın yolunu açacak ve onu Allah’a götürecek bilim ancak bu özelliğimizi koruyarak elde edilebilir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir