Hayatın Anlamına Dair Kuşaklararası Değerlendirme / Dr. Sadık Emecen

Hayatın anlamı nedir? Kuramsal olarak bu konu nasıl anlamlandırılmakta? Sosyal hizmet yaklaşımlarında hayatın anlamına yüklenen çerçevede neler var?
Akıllı ve düşünen bir varlık olan insan, “Hayat nedir?”, “Hayatın anlamı nedir?”, “Hayatın amacı nedir?”, “Varlığın sebebi nedir?”, “İnsan yaşamının herhangi bir anlamı ve değeri var mıdır?” şeklinde hayatın anlamını keşfetmek amacıyla sorular sormuş, düşünmüş ve içine doğduğu toplumun inanç, anlayış ve uygulamalarını sorgulamışlardır. Dolayısıyla hayatın anlamı, tarih boyunca felsefi, bilimsel ve dinsel araştırmalara konu olmuştur. Sonuçta filozoflar, düşünürler, psikolog ve pedagoglar insan yaşamının “anlam” içerdiği sonucuna varmışlardır. İşte tam da burada “anlam”ın nasıl oluştuğunu biraz irdelemekte fayda bulunmaktadır. Zira “anlam” kavramı muhtevası bakımından tek yönlü ve değişmez bir yapıdan ibaret değildir. Yapılan değerlendirmelere göre insanlar ortaya çıkan yeni bir durumu etkileşimde bulundukları, başkalarıyla ilişkilendirdikleri veya geçmiş yaşantıları ışığında değerlendirdikleri için anlamlı bulduklarını göstermektedir. Dolayısıyla insanlar anlam dünyasını niyet ve amaçlarıyla inşa etmektedirler ve keşfettikleri anlam, kendi bakış açılarının bir ürünüdür. Anlam kavramıyla ilgili ortaya çıkan ikinci özellik ise yeryüzünde ne kadar insan yaşıyorsa yaşamın anlamına ilişkin o kadar çok görüş olmasıdır. Bireysel Psikoloji’nin kurucu olarak kabul edilen Alfred Adler, bu kadar farklı anlamlandırmanın olması beraberinde anlamlı ilişkilerden oluşan dünyamızın hata ve yanılgılarla dolup taşan bir dünya olması sonucunu getirdiğini ifade ederken Alfred Schütz da kişiden kişiye farklılaşan anlamlandırmaların sosyal dünyadaki değişimi sağladığını vurgulamaktadır. Üçüncü olarak ise anlamla ilgili kanaatlerin zaman ve ortam şartlarına göre değişebilmesidir. Bu bakımdan bir insanın sahip olabileceği değişmez ve mutlak bir anlam yoktur. Ayrıca anlam, zihinsel olmaktan çok varoluşsal bir alana yöneliktir ve bir bütün olarak ruhsal yapıya işaret etmektir.
İnsanın anlam arama yolculuğuna kısaca değinmek gerekirse haz aramayı ve acılardan kaçmayı yaşamın temel anlamı olarak kabul eden hedonist yaklaşımların yanında insan davranışlarının fiziksel temelli olduğunu ve insanların ortaya çıkan ihtiyaçları doğrultusunda hareket ettiğini savunan Abraham Maslow’un “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” insanların öncelikli olarak fiziksel ihtiyaçlarını daha sonra sosyal ihtiyaçlarına göre hedefler belirleyerek yaşamlarını anlamlandırdıklarını ileri sürmektedir. Varoluşçu filozoflar şiddetli bir karamsarlık (pesimizm) içindedirler ve âlemin saçma olduğu fikrinden hareketle de gençliğin yalnızlık, bunalım ve ümitsizlikten kaynaklı bir bunalım içinde olduğunu söylemektedirler. Hayatı “katlanılan bir şey” olarak görmekle birlikte hayatı istediğimiz zaman girip çıkamadığımız bir hapishane ya da içine atıldığımız bir zindana benzetenler de bulunmaktadır. Örneğin varoluşçu filozof J.P.Sartre, saçma hayatın buhranlarını, yalnızlığını insanın âlem, toplum ve yaratıcı ile olan bağlarını keserek sorumluluğunu üstlendiği mutlak bir iradenin sağladığı özgürlükle gerçekleştireceği eylemleri ile aşabileceğini belirtmektedir.
İnsan davranış ve tutumlarının şekillenmesinde ve toplumla ilişkilerinin düzenlenmesinde önemli bir kurum olan dinler ise hayatın anlamını inananlarına hazır bir şekilde sunmaktadır. Örneğin Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi semavî dinler, insan ve hayatı yaratanın Allah (c.c.) olduğuna inanmaktadırlar. Geçici olan bu dünya hayatını bir nimet ve bir fırsat olarak görmektedirler. Örneğin İslam Dini’nde hayatın anlamı, Yaratıcısı olan Allah’ı tanımak ve onun yeryüzündeki mucizelerini keşfederek kulluk etmektir (Zâriyat Suresi, 56). Bu anlamlandırma süreci insanlara aynı zamanda hem bireysel hem de toplumsal olarak dünya hayatında erdemli bir hayatın yolunu da göstermektedir. Her ne kadar “Ben kimim?”, “Nereden geliyorum?”, “Nereye gidiyorum” gibi hayatın anlamını sorgulayan soruların cevabını mü’minler hazır bulmuş olsalar da Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayette “Düşünmüyorlar mı?”, “Tefekkür etmiyorlar mı?” “Akıllarını kullanmıyorlar mı?” gibi aklı, düşünmeyi, tefekkür etmeyi teşvik etmektedir. Yunus Emre’nin;
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsen,
Ya nice okumaktır.”
şiiri, anlam aramayı ifade ederken; Mevlânâ Celaleddîn-i Rûmî’nin ölümü yokoluş olarak değerlendirenlere karşın “Şeb-i Arûs (Düğün Gecesi)” yani Allah’a kavuşmak olarak nitelendirmesi hayatın anlamını keşfettiğini göstermektedir.
Bir kısım hümanist psikologlar ise kişiliğin oluşumu ile hayatı anlamlandırma arasında ilişki kurmuşlar, çocukluk döneminden itibaren konuyu irdelemişler, elde edilen bulgulardan hareketle insanların sorunlar ile baş etme kapasitelerini ve hayatı yeniden anlamlandırmalarını sağlanmaya çalışmışlardır. Örneğin Logoterapi yani “Anlam Tedavisi” adını verdiği terapi metodunu geliştiren Viktor Frankl (ö.1997) danışan hastalarına, hayatın anlamını bulmalarına yardım etmeyi ve bu anlam yolculuğunun önündeki engelleri kaldırmayı amaçlamaktadırlar. Aradığı anlamı bulması halinde bir insanın acı çekmeye, özveride bulunmaya, hatta gerekirse bu uğurda hayatını vermeye hazır olduğunu ifade eden Frankl, bu görüşünü 1943-1946 yılları arasında kaldığı Nazi kamplarındaki gözlemlerine dayandırmaktadır. Zira bu kamplarda geleceğe yönelik hedefleri ve yerine getirilmesi gereken görevleri olduğunu düşünen tutukluların, yaşlı ve güçsüz olmalarına rağmen hayatta kalmayı başarabildikleri ama genç ve atletik görünümlü olsalar da yaşama dair hedefleri bulunmayan tutukluların kamptaki şartlara dayanamadıkları, intihar ettikleri veya öldüklerini ifade etmektedir.
Frankl (1992), “İnsanın Anlam Arayışı” isimli kitabında bu anlayışını John Hopkins Üniversitesi Sosyoloji Bölümü tarafından yapılan bir araştırma ile de desteklemektedir. Bu araştırmada insanları hayata bağlayan nedenleri ve en güçlü arzuları tespit etmek amacıyla 7948 öğrenci üzerinde geniş çaplı bir araştırma gerçekleştirilmiştir. Araştırmada elde edilen bulgulara göre, 7948 denekten %78’i en büyük arzu olarak “hayatında bir amaç ve anlam bulmak” seçeneğini işaretlemişledir. Araştırmaya katılanlardan %67’si anlam kazanma amacıyla topluma yararlı işlere veya mesleklere yöneldiklerini belirtirken, daha çok para kazanmayı hedefleyenlerin oranı sadece %16 olarak tespit edilmiştir.
Kısaca ifade etmek gerekirse filozoflar hayatın anlamını kavramaya çalışırlarken dinler de hayatın anlamını kutsal kitaplarından veya din adamlarından hazır olarak almışlar ve onu kabullenmişlerdir. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, yaşamı anlamlı kılmak ve amaçla doldurmak için insanın temel motivasyonu anlam aramaktır. İnsanı güdüleyen şey, yaşamını anlamlı kılma çabasıdır. Bu nedenle sosyal hizmet mesleği ve bu mesleğin uygulayıcıları olan sosyal hizmet uzmanları maddi, manevi ve sosyal açıdan sorun yaşayan birey ve grupların kaybettikleri yaşam amaçlarının oluşturularak yaşamın anlamlı kılınması ve danışanların yaşam doyumunun artırılmasını amaçlamaktadırlar. Zira sosyal hizmetin koruyucu ve önleyici, iyileştirici/rehabilite edici, değiştirici/geliştirici işlevlerinin gerçekleşmesi buna bağlıdır. Bu süreç aynı zamanda sorunların ortaya çıkmadan tespit edilerek koruyucu ve önleyici tedbirlerin alınmasıyla birlikte mevcut sorunların anlaşılmasına ve çözümüne katkı sağlamaktadır. Böylelikle sosyal çalışmacıların uyguladığı yöntem ve teknikler, müracaatçıların yaşam kalitelerinin artırılmasına, yeni yaşam amaçları belirlenerek hayatın iyimser bir şekilde anlamlandırılmasına hizmet etmektedir. Örneğin Sistem Yaklaşımı’nda bir insanı anlamak ve ona müdahale etmek ancak sistem içindeki alt sistemlerin ve bunların arasındaki ilişkinin anlaşılması ile mümkündür. Dolayısıyla aile sistemini anlamak için kuşakların kendi arasındaki ilişkileri, diğer kuşaklar ile olan ilişkileri ve akran grupları gibi dış sistemlerle ilişkileri anlamak gerekmektedir ki bütün bu ilişkiler ağının kişinin anlam dünyası üzerinde etkisi bulunmaktadır.
Hizmet alanların dini ihtiyaçlarını önemseme veyahut sorunlara dinsel birtakım çözümler sunmayı içeren Manevi Sosyal Hizmet Yaklaşımı; her birey, aile, grup ve topluluğun kendilerine özgü güçleri olduğunu savunan ve geçmişteki başarılarına vurgu yaparak, sahip olduğu güçler üzerinden anlam dünyasının oluşturmayı amaçlayan Güçler Yaklaşımı; danışanın çocukluk döneminde hayatı anlamlandırma süreci üzerinde etkili olan olumsuz etkenleri keşfederek mevcut sorunları çözmeyi amaçlayan Bağlanma Kuramı gibi daha birçok kuram insanı anlamayı, yaşamını anlamlandırmayı ve yaşam amaçlarını yeniden oluşturmayı amaçlamaktadır.
Kuşaklararası analiz açısından “Kuşakların dönemsel özellikleri” bize neler söylüyor?
Yapılan araştırmada görüldü ki, genç kuşaklar, toplumsal sorunlara ilgi, aile bağlarının korunması, değerler ve zorluklar karşısında mücadeleden vazgeçilmemesi gibi konularda anne/babalar ile kısmen öğretmenlerinden destek bulmaktadırlar. Akran grupları ise bireysellik, özgürlük, hayat karşısında ümitsizlik, karamsarlık ve anlamsızlık gibi duyguların oluşmasında etkindirler.
Araştırmamıza katılan kuşakların genel davranış biçimleri, rahatlamak, yardım istemek veya sorunlara çözüm bulmak üzere Allah’a dua etmek gibi geleneksel dini yöntemlerin yanı sıra psikoloğa veya aile danışma merkezine gitmek gibi modern yöntemleri de tercih etmektedirler.
Yaşam koşullarından kaynaklanan sorunların aşılmasında, sevinç ve hüzünlerin paylaşıldığı, sıcak ve samimi ilişkilerin gerçekleştiği bir ortam olan aile, üyelerine güven vermektedir. Fakat aile ve akrabalarla iletişim oranları yaşlı kuşaklardan genç kuşaklar doğru düşmektedir.
Yaşlı kuşaklar açısından maddi konular, birinci öncelik değildir. Orta ve yaşlı kuşaklar başarılı olmak, dünyadan tat almak gibi kişisel hedeflerden ziyade fedakârlık duygusuyla hareket edip yaşam hedef ve beklentilerini çocukları üzerinden oluşturmaktadırlar. Bir bakıma çocukları ve torunları onları hayata bağlamakta, yaşamdan doyum almalarını sağlamaktadır.
Genç kuşaklar (çocuklar) hayatı, ailede öğrendikleri yaşam pratikleri çerçevesinde; yaşlı kuşaklar ise daha çok manevi ve kültürel değerler üzerinden anlamlandırmaktadırlar. Genç kuşaklardan yaşlı kuşaklara doğru ilerledikçe bireysel yaşam amaçlarından ziyade toplumsal yaşam amaçları önem kazanmaktadır. Genç kuşaklar bireyselleşme eğiliminde olsalar da kuşaklar arasında oluşan duygusal bağ, yaşam boyu aileyi bir arada tutmaya yöneliktir.
Kuşaklararası ilişkilerde ailenin fonksiyonuna dair neler söylenebilir?
Aile temel toplumsal kurumların başında gelmektedir. Çocukların doğumundan itibaren öz bakım gereksinimlerini karşılamakta, ona duygusal, manevi ve kendini gerçekleştirme motivasyonlarını kazandırarak zengin bir sosyal destek ortamı sunmaktadır. Özellikle 0-6 yaş arasındaki okul öncesi dönemde çocukların aile içinde geçirdiği yaşantıların ve bu dönemin izlerinin onun yetişkinlik yıllarındaki kişilik özellikleri üzerinde ve hayatını anlamlandırmada belirleyici rolü olduğu, Bowlby tarafından geliştirilen Bağlanma Kuramı’nda olduğu gibi birçok araştırmacı tarafından belirtilmiştir. Harvard Üniversitesi tarafından 1939-2014 yılları arasında yapılan ve 75 yıl süren araştırma sonuçları da insanları sağlıklı ve mutlu kılan tek şeyin yani iyi bir hayatın ancak kaliteli ve tatmin edici ilişkilere sahip olmaktan geçtiğini ortaya koymuştur (Grant ve Glueck Study, 2014). Hayatın anlamının mutluluk olduğunu düşünen filozoflardan biri olan Terry Eagleton (2017: 118 ) da “Hayatın Anlamı” adlı kitabında güç, aşk, onur, hakikat, haz, özgürlük, devlet, ulus, Tanrı, tefekkür, doğayla uyum içinde yaşamak, dünyevi başarı, çevrenin saygısı vb. anlamlar olsa da gerçek anlamın, anne baba çocuk gibi yakınlarıyla olan ilişkide aranması gerektiğini vurgulayarak mutluluğun, üyeleri arasında kaliteli ve tatmin edici ilişkiler bulunan aile yaşamında aranması gerektiğini ifade etmektedir.
Dolayısıyla aile üzerinde etkili olan değişim ve dönüşümlerin sağlıklı bir şekilde yönetilememesi, kuşaklar arasındaki iletişim, etkileşimlerin sıcak, samimi ve sevgiden uzak olması hayatın kötümser olarak anlamlandırılmasına, kuşaklar arasında çatışmalara, yaşam kalitesinin düşmesine ve yaşam doyumunun azalmasına sebep olmaktadır. Özellikle ebeveynleriyle yaşanan çatışmalar sonrasında genç kuşaklar, modern kent toplumunda akran gruplarına veya internet ve sosyal medyaya yönelmektedirler ki bu durum madde bağımlılığından çocuk suçluluğuna kadar birçok soruna kaynaklık edebilmektedir. Ya da anlamsız bir hayata sahip olduğuna inanan kuşaklar yalnızlaşmakta ve topluma yabancılaşarak içine kapanmaktadır. Bunun sonucunda yaşanan psikolojik depresyonlar intihar, suç, bağımlılık yapıcı madde kullanımına kadar giden bir sürecin başlamasına sebep olabilmektedir.
Çocuklar, okul seçiminden eş seçimine, meslek seçiminden kariyer seçimine kadar birçok hususta ailenin katkısıyla oluşan anlam dünyasının izlerini taşımaktadır. Geleneksel geniş ailede büyük anne, dede, amca, dayı gibi diğer aile üyeleri de çocukların hayatı tanıma ve anlamlandırma sürecinde katkı sağlarken; çekirdek ailelerde anne ve baba rol model olarak sorumluluk yüklenmektedirler. Günümüzde aile, işlevlerinin bir kısmını (eğitim, üretim, güvenlik gibi) başka kurumlara devretmiş olsa da üreme ve yaşam amacını belirleme ve hayatı anlamlandırmada destek olma gibi psikolojik işlevi açısından yeri doldurulamaz bir kurum olma özelliğini korumaktadır. Üstelik sosyal kurumlar da özellikle sorunların çözümünde ebeveynler başta olmak üzere diğer kuşaklardan aile üyelerinin desteğine ihtiyaç duymaktadırlar.
Kuşaklar arasındaki değişim ve dönüşümler göz önünde bulundurulduğunda yaptığınız araştırmanın bulgularında neler var? Keskin kırılmalar gözlemlediniz mi? Nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyal hizmetler adına tavsiyeleriniz nelerdir?
Araştırma, İstanbul’un Maltepe İlçesi’nde Anadolu Lisesi’nde okuyan 527 öğrenci (% 61), 258 orta kuşak ebeveyn (% 29,8) ve 79 nene-dededen (% 9,1) oluşan üç farklı kuşağa yönelik yapıldı. Araştırmamızda
a) Hayata acıların, savaşların, afetlerin, ölümlerin mi yoksa iyiliğin, yardımlaşmanın, erdemin mi galip geldiği,
b) Acılara katlanmanın mı, mücadele etmenin mi, doya doya yaşamanın mı hayatın temel göstergesi olduğu;
c) Karşılaşılan zorluklar karşısında isyan, ümitsizlik, karamsarlık, boş vermek, görmezden gelmek mi yoksa destek almak üzere aile ve yakın çevreye başvurmak, psikoloğa ya da aile danışma merkezine gitmek arasındaki tercihleri,
d) Aile ve yakın çevre, eğitim ve kültür, ekonomi, bilim ve teknoloji, din gibi hayatı anlamlandıran temel kurum ve anne-baba, eş, çocuk, arkadaş, öğretmen vb. kişileri tespit etmektedir.
e) Böylece ulaşılan bulguları “Çok Kuşaklı Aile Terapisi” kuramı çerçevesinde değerlendirmek amaçlamıştır.
Murray Bowen’in “Çok Kuşaklı Aile Terapisi” kuramı, önceki kuşakların psikolojik özelliklerini kendi ailelerine nasıl aktardıklarını, ailelerin bu durumdan nasıl etkilendiğini ve birkaç kuşak önceki aile yaşantılarının şimdiki aile dinamiklerini belirlemede etkisi olduğunu vurgular. Dolayısıyla yapılan araştırma Bowen’ın “Çok Kuşaklı Aile Terapisi” kuramını destekler mahiyettedir. Zira bulgular, aile sisteminin alt sistemleri arasındaki uyumsuzluğu gösterdiği gibi aile ve yakın çevrenin bütün kuşakların en etkin güç kaynağı oluşunu da ortaya koymaktadır.
Bütün bu bulgular değerlendirildiğinde bireyselliği, özgürlüğü dolayısıyla da geleneksel değerlerle sınırlandırılmak istemediği düşünülen Z kuşağının kökleriyle bağını koparmadan, aile, anne-baba ve yaşlı kuşaklarla ve -yeterli olmasa da- yakın akrabalarla yakın ve samimi ilişkilerini sürdürmekte ve onlardan güç almaktadırlar. Araştırma aynı zamanda çalışma hayatı, tek ebeveynli olma ve diğer aile sorunları sebebiyle genç kuşakların ihmal edilmesinin onların ailenin sağladığı ilgi, sevgi ve güven boşluğunu dijital ortamlarda ve akran gruplarında araması sonucunu doğurduğu görülmektedir. Bu durum, genç kuşakların dışarıdan gelebilecek tehditlere açık hale gelmesi anlamına gelmektedir. Dolayısıyla aile kimi zaman sorunların kaynağı olurken kimi zaman da sorunların çözümüne ve tedavisine katkı sağlamaktadır. Ailenin bu işlevi, sosyal çalışmacıların sorunların önlenmesi, tespiti ve çözümünde ailenin sürece dahil edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bunun yanında aile kurumunun güçlendirilmesi ve ailenin tehditlere karşı korunmasında sosyal hizmet uzmanlarının daha proaktif bir yaklaşım sergilemesi; sosyal politikaların geliştirilmesi, uygulanması ve toplumun bilinçlendirilmesi konularında inisiyatif almalarını gerektirmektedir.
Yaşlı kuşaklardan genç kuşaklara doğru sorunların çözümünde geleneksel yöntemlerin dışında kurumsal destek alma eğilimi artmaktadır. Kurumsal hizmet alma anlayışının daha da gelişmesi için sosyal hizmet kurumlarının kendini daha iyi tanıtmaları, danışanların mahremiyeti konusunda hassasiyet göstererek danışanlarla uzmanlar arasında güveni zedeleyecek davranışlardan ve uygulamalardan kaçınmalarını ve bu kurumların bütün kuşaklar açısından erişilebilir olmasını gerektirmektedir.
Son olarak yaşlılık, ölüm, yas, hastalık; bireysel ve toplumsal sorunlar ve krizlerle baş etmede Allah inancına sahip olma ve dua etme alışkanlıklarının manevi sosyal hizmet uygulamasının sosyal hizmet müdahalelerinde kullanılmasının bütün kuşaklara hayatın anlamlandırılması açısından güç verdiği görülmektedir. Bu durum, bir dine bağlı danışanlara istemeleri halinde hizmet sunmak üzere manevi sosyal hizmet müdahalesinin de bir alternatif olarak sunulmasının yararlı olacağını göstermektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir