Yoksulluk kavramı oldukça geniş yelpazede yorumlanabilen bir kavram… Böyle bakıldığında “yoksulluk” nedir?
Yoksulluğun geniş bir yelpazede yorumlanabilmesi, yaşamlarımızı çevreleyen koşulların “yoksulluk” ile bir neden-sonuç ilişkisi içinde olmasıyla bağlantılı bir durum. Yoksulluk kamusal alanda eşit olanaklara sahip olamamaktan kaynaklanan, nelerden ve ne ölçüde yoksun kaldığımıza bağlı olarak bizi savunmasız ve dezavantajlı kılan sosyoekonomik bir sorun. Günlük yaşamımızı da duygu dünyamızı da doğrudan etkiliyor. Güne kahvaltı ile başlayamamak, havanın nasıl olduğunu dışarı çıkınca görebilmek, daha az ulaşım aracı ile işe gidip dönebilmek için saatlerce yürümek, ay sonunun nasıl geleceği sorusunu bir ömür cevaplayamamak, yarına dair hayaller kuramamak, biraz umutlanmak için çiçeğe böceğe tutunmak ve çocuğuna neye ihtiyacı olduğunu soramamak… ve daha fazlasıdır yoksulluk. Daha fazlası herkesin kendi yoksulluk deneyiminde gizlidir kuşkusuz ancak şu Çerkez Atasözü daha fazlaya dair bir fikir veriyor sanırım: “Umudu olmayanın atı koşmaz!”
Yoksullukla mücadele insan hakları konusu, insan olmanın gereği. Yoksullukla insan haysiyetine ve onuruna uygun bir mücadele nasıl yapılabilir? İnsan hakları konusunun eşitlik kavramıyla bir arada ele alınması bakış açımızı nasıl etkilemeli? Sorumluluklarımız açısından nelere dikkat etmeliyiz?
Bu tespitiniz çok değerli. Yoksullukla mücadele gerçekten de insan olmanın bir gereği. Yoksullukla insan haysiyet ve onuruna uygun bir mücadele için kanımca cevaplamamız gereken ilk soru şu: Yoksulluğun yönetildiği bir dünyada mı yoksa yok edildiği bir dünyada mı yaşamak istiyoruz? Meseleye çok daha basit yaklaşırsak diyelim ki dünyada sadece elma ağaçları ve insanlar var. Elma tek besin kaynağı ve elma ağaçları herkesin günde en az üç elma yiyerek doyabileceği bollukta. Bu ağaçları, üzerinde bulunduğu toprakları, dallarındaki elmaları hakça paylaşabilseydik açlıktan ölen insanlar olur muydu? Kendimi de dâhil ederek şunu söyleyebilirim ki; yoksulluğa dair karmaşık, uzun, çok katmanlı cümleler kuruyoruz ama yoksulluğun yalın gerçekliği bu sorudan doğuyor. Yoksullukla mücadele bu soruya verdiğimiz cevapla başlıyor. Mülkiyeti, materyalizmi kutsarken dayanışmayı ve paylaşmayı reddeden yanımızın toplumsal bir yansıması yoksulluk. İnsanların hakları ile eşitlik içinde yaşayabilmesi için açmadığımız hatta çalmadığımız kapıların ta kendisi. Meselenin daha derinine bakarsak; “Ben bu elmaları hak ediyorum ama onlar hak etmiyor” yargısını görüyoruz. Eşitsizliklerin filizlendiği yer de bu yargıları paylaşan insanlardan ve pekiştiren sistemlerden oluşuyor. Yani kimlerin elmalara sahip olup, kimlerin sahip olamayacağı ve hatta sahip olamamasında da bir sorun bulunmadığına dair kabulleri, kuralları belirleyen aktörler. Bu aktörlerin sistematik olarak ayrımcı kabul edebileceğimiz bir zihin yapısı var. Doktora tezi kapsamında yaptığım görüşmelerin birinin sonunda katılımcı şu cümleyi dile getirmişti: “Zenginlik benim hakkımsa yoksulluk da onların hakkı!” ‘Ortada bir eşitsizlik var evet ama haksızlık yok’ anlayışı. Bu hastalıklı anlayışı toplumların, eşitlik ilkesini ve insan hakları hukukunu esas alarak tedavi etmesi gerekiyor. Bu elma benim hakkım olduğu gibi karşımdaki insanın da hakkı. Ben kasa kasa elma stoklarken onun elma çöplerinden yiyecek araması hak değil, eşitlik değil, ilahi takdir hiç değil! Kanımca yoksullukla mücadelede insan olmamızın gereği taşınması gereken ilk sorumluluk bu. Bir diğeri, yoksullukla mücadelenin kapsayıcı, şeffaf, katılımcı ve ayrımcılık karşıtı bir anlayışla yürütülmesi. Yoksulluğu süreğen kılan değil, kalıcı olarak ortadan kaldıran stratejiler izlenmesi. İster kamu ister sivil toplum tarafından yürütülsün izlenen yoksullukla mücadele stratejilerini sorgulamak da sorumluluğumuzun bir parçası. Nitekim gerek vergilerimizle gerekse bağışlarımızla finanse edilen kamusal bir kaynak tahsisi söz konusu. Bu sorgulamada; yapılan sosyal yardımlara rağmen yoksul hane sayısının neden artmaya devam ettiği, toplumun hangi kesimlerinde ve neden yoksulluğun kuşaktan kuşağa aktarılır hale geldiği, yoksullukla mücadelede yol alabilmek ve kalıcı sonuçlar elde edebilmek için hangi adımların atıldığı gibi sorular yol gösterici olabilir. Örneğin vatandaşlık geliri ya da temel gelir adı ile bilinen strateji, insanlara asgari düzeyde de olsa gereksinimlerini karşılayabilme olanağı sunan hak temelli bir uygulama olarak yoksullukla mücadelenin başlangıç noktalarından bir tanesini oluşturabilir.
Sosyal yardım arayışları, sahada ve pratikteki problemler göz önünde bulundurulduğunda, yeni arayışları niçin kaçınılmaz kılmaktadır? Bu konuda STK eksenli problemler nelerdir? Sosyal yardım çalışmalarında kamu ve özele ait değerlendirme ve yaklaşımların önümüze koyduğu tablo, hak temelli yaklaşım hususunda bize neler söylemektedir?
Aslında şöyle betimleyerek bakabiliriz soruna. Devlet “baba” figürü ile özdeşleştirilir daha çok. Koruyup, gözeten, kaynakları temin eden ve devamlılığı sağlayan bir rol biçilir. Sivil toplum örgütleri de bu bağlamda “anne” figürü ile özdeşleştirilebilir. Genellikle içinde olduğunuz koşulları en iyi bilen, gereksinimlerinizi en az sizin kadar hisseden ve bu nedenle bir sıkıntı halinde ilk yanına gidilendir anne. Sivil toplum örgütleri de esasen yoksullukla mücadelede tam da burada duruyor. Kamu kurumlarından farklı olarak yapılan başvuru ile yoksulu ve yoksulluğu görüyor değil. Yoksulluğun nasıl yaşandığını biliyor. Özellikle yerelde bulunan ve nispeten küçük dernekler yoksulluğu yoksullarla birlikte yaşayabiliyor. Meseleye içerden bakabilen yapılar oldukları için sivil toplum örgütlerinin yoksullukla mücadeledeki rolü sanılandan çok daha etkili ve önemli. Kamu kurumlarının rolü de elbette çok temel ancak kendi kendisini sınırlandıran bir işleyiş mantığı var. Yoksul gelsin başvuru yapsın, muhtaçlık düzeyini karara bağlayayım, sonra yeniden başvursun… Hayır, geldiğimiz çağda hanelerin ortalama gelir-gider düzeyini öngörebilecek veri tabanlarına sahibiz. Yani devlet yoksul haneyi görebilir, o başvuru yapamasa da temel gereksinimlerini karşılamak için (varsa) kapısını çalabilir. Varsa diyorum çünkü en derin yoksulluğu evsiz insanlar yaşıyor. Birkaç sivil toplum örgütü dışında evsizlere yönelik sistemli bir politikamız yok. Burada kamu kurumu binasında başvuru alarak harekete geçen yapının ötesine geçen kamusal politikalara ve önleyici uygulamalara gereksinimimiz var.
Sivil toplum örgütleri arasında da insanları pasif sosyal yardım alıcılarına indirgeyerek süreci yöneten yapılar var kuşkusuz. Tanık olduğum bir dağıtımda ev eşyası yardımı yapılan bir hanede baba oğlunun yatabilmesi için ısrarla halı ve kanepe talep etmesine rağmen ona bir masa ve dört sandalye atarcasına bırakılmış ve tüm diyaloglar komşularının gözü önünde cereyan etmişti. Burada ‘senin talebinin ya da gereksiniminin ne olduğu değil benim senin için ne takdir ettiğim önemli’ anlayışı var. Dolayısı ile edilgen bir ilişki kurulmak isteniyor. Bu isteğin kaynak israfı oluşturan bir yanı da var. Örneğin giyim, kitap, gıda gibi ayni yardımları depolarda stoklayarak zamanla dağıtan dernekler ya da vakıflar var. Depolarına girildiğinde ise yığma usulü istiflenmiş, nakliye masrafları karşılanamadığı için çürümeye terkedilmiş pek çok koliyi görebiliyorsunuz. Gerek bağışlar toplanırken gerekse sosyal yardım yapılırken şeffaf, gereksinim odaklı ve hesap verebilir, belirli standartlara sahip mekanizmalara ihtiyaç var. Bu mekanizmanın en önemli bileşeni yine insan elbette. Gerekli eğitim ve deneyime sahip olmayan insanların sosyal yardım üzerinden yoksul hanelerle kurdukları ilişki insaflarına terk edilebilecek bir alan değil. Üstelik ihmal ve istismara açık. Kuşkusuz birtakım denetim unsurları var ancak ne ölçüde etkili olduğu tartışmaya açık. Daha genel olarak ise şu tespitte bulunarak bu bahsi tamamlamak isterim. Yoksullukla mücadelede hak temelli yaklaşım açısından en hassas hususlardan bir tanesi; ‘benim yoksulum, senin yoksulun’ eksenli sosyal yardım politikaları izlenmesi. Sivil toplum örgütlerinin varlık nedeninin bir nedeni elbette hedef kitleyi önceleyerek yoksullukla mücadele etmek ancak hedef kitle içinde dahi ayni aidiyetler ya da ortak paydalarda bir araya gelinmediği için bir kesimin yaşadığı yoksulluğa kör ve sağır, diğer kesim için ise gereğinden çok cömert tutumların gelişmesi ve benimsenmesi eşitlik ilkesi açısından sorunlu bir yaklaşımı temsil ediyor. Bu konuda kimi ülkeler yıl bazlı olarak sosyal yardım faaliyetlerine hibe desteği verilecek sivil toplum örgütlerini ya da gönüllü girişimleri belirlerken, yaptıkları çalışmaların ne ölçüde hak temelli ve eşitlikçi olduğuna dair kriterler çerçevesinde değerlendirmede bulunuyor. Bu kriterler arasında hem sosyal yardımların hangi niteliklere sahip insanlar tarafından ve nasıl yürütüldüğü hem de sosyal yardımlardan yararlanan kişilerin görüş ve düşünceleri de bulunuyor. Ülkemizde de özellikle sivil toplum örgütlerinin gerek sosyal yardım çalışmalarında profesyonelleşmesi gerekse yoksullukla mücadele kamu-sivil toplum iş birliğinin hibe desteklerini de içerecek şekilde güçlenmesi için bu gibi yöntemler izlenerek hak temelli yaklaşımı gözeten güçlü bir fark yaratılabilir.
Sosyal yardım, bağış, bağışçılık bağlamında Türkiye’de söz konusu edilebilecek problemli bakış açılarına dair neler söylemek istersiniz?
Aslında bir önceki soruda problemli bakış açılarına yer yer değindim ancak şunu ilave etmek isterim. Sosyal yardım karşılıklı bir ilişki. Sosyal yardım yapan, yapılan ve buna aracılık eden. Her üç tarafın da sosyal yardım motivasyonu birbirinden farklı olabiliyor. Bu farklılıklar temelinde problemli bulduğum bakış açılarından biri; sosyal yardım ilişkisi kurarak bir güç alanı devşirmeye çalışmak. Özellikle sosyal yardım misyonunu ticari bir faaliyete dönüştürmüş yapılarda yüksek bağış ciroları söz konusu. Bu beraberinde dikkate değer bir ekonomik güç getiriyor. Üstelik vergiden muaf. Bu nedenledir ki; ‘filantropi’ kavramı ülkelerin genellikle sermaye çevrelerinin sıkça seslendirdiği, bağışları yöneterek daha iyi bir dünyaya hepimizi ortak etmeyi amaçladıkları kullanışlı bir kavram. Bir tarafta marka yönetimi mantığı ile bağışların yönetildiği ‘filantropi” pazarı büyürken, diğer tarafta ise eşitsizliklerin daha da derinleştiği bir dünya karşımıza çıkıyor. Hayırseverlik olgusunu piyasalaştıran bu yaklaşımı da problemli kabul ediyorum. Çünkü yoksulluk toplumsal bir sorun ve temelde vergilerle finanse edilen sosyal yardım politikaları bir ülkenin yoksul bireyleri asgari düzeyde de olsa yaşamlarını idame ettirebilsin diye ortaya konulan kamusal bir irade. Nitekim bir insan hakları ihlali olan yoksulluk sürdükçe esasen hiçbirimiz için kaynakların adil dağıldığı, sosyal adaleti ve sosyal refahı sağlamış bir ülkeden bahsedilemez. Oysa böyle bir ülkede ve dünyada yaşamak hepimizin en tabii hakkı. Bu hakkı hem kendimiz hem de gelecek nesiller için yaşama geçirebilmek için yoksulluğun yönetilmediği; yoksullukla mücadelede öz örgütlülüğe dayalı sivil toplum kültürünün geliştiği ve ekonomik gücün toplumun en savunmasız kesimlerinden başlayarak hakkaniyet içinde paylaşıldığı hak temelli politikalara ihtiyacımız var. Bu noktada kültürel olarak kendimizi şanslı kabul edebiliriz. Çünkü sosyal yardım temelde bir dayanışma ilişkisi ve toplumumuz bu konuda tarihten gelen güçlü bir birikim barındırıyor. Sivil toplum örgütleri arasında varlığını bu birikimi geleceğe taşımaya adamış çok büyük değerlerimiz var. Bu örgütlere ruh veren, yaşamını adayan kendi insanlarımız. Bu anlamda saha araştırması yaparken tanıştığım ve beni büyüleyen eşsiz insanlar oldu. Nezaket gösterip beni dâhil ettikleri sosyal yardım çalışmaları oldu. Adını sanını bilmediğimiz bu çok değerli insanların yoksul bir aileye gösterdiği saygıya, inceliğe, burs verilen bir öğrenciyi cesaretlendirmek için kurdukları dile, yardım sürecini yönetirken beraberindeki insanlara aşıladıkları insan sevgisine tanık olmak yaşamımın en unutulmaz anları arasında. Bu adanmışlığı, hoşgörüyü ve en darda olanın yanında durma ahlakını söze dökebilmek imkânsız. Yapmamız gereken bu anlayışı olabildiğince kurumsallaştırmak. Hem kamuda hem sivil toplum örgütlerinde bu birikimi kurumsal değerlere dönüştürmek. Hak temelli yaklaşımı rehber kabul ederek sosyal yardım yönetimine dair ilkesel standartlar ve bu standartlara dayalı bir akreditasyon sistemi geliştirmek. İnsanları etiketlemeden, ötekileştirmeden, hiç kimseyi dışlamadan, dışarda bırakmadan sosyal yardım ilişkileri kurarak bu ilişkileri kurumsal kültürlere dönüştürebilmek. Tüm bunları yaşama geçirebilecek güç ve inancın toplumsal ruhumuzda saklı olduğuna inanıyorum.
Gönül Dergisi | Kültür ve Medeniyet Dergisi Gönül Dergisi

