Yeni Medya ve Algı Yönetimi / Dr. Cem Yücetürk

“Yeni medya” denilince ne anlamalıyız?
Yeni medya denilince aklımıza yalnızca bugün kullandığımız sosyal medya uygulamaları gelmemelidir. Bu uygulamalar elbette ki yeni medyaya dahildir ancak yeni medya kavramı çok daha kapsayıcı bir şemsiye kavramdır aslında. Yeni medya bugün çokça tartışılan yapay zekâ, sanal gerçeklik, arttırılmış gerçeklik, 3 boyutlu animasyon gibi tekniklerle üretilen içerikleri ve uygulamaları da kapsamaktadır. Bunların temelinde ise 80’li yılların sonunda yaygınlaşmaya başlayan kişisel bilgisayarlar vardır. Bu bilgisayarlar aracılığı ile üretilen dijital videolar, fotoğraflar vb. her türlü dijital ürün yeni medya olarak kabul edilir. Bu işin teknik boyutu. Ancak daha kapsamlı şekilde düşünürsek bu yaşanan teknolojik yenilikler beraberinde kültürel ve toplumsal dönüşümler de getirmiştir. Bu dönüşümün temel sebebi ise yeni medya araçlarının radyo, televizyon, gazete ve dergi gibi geleneksel araçlardan farklı olarak “etkileşim” özelliğine sahip olmasıdır. Eskiden medya içeriğinin üretimi geleneksel medyada kontrolü elinde bulunduran bir grup azınlık tarafından oluşturulmakta ve izleyiciler ya da okuyucular bu içeriklerle herhangi bir etkileşime girememekteydi. Yani bir televizyonda gördüğü bir reklamı ya da gazetede gördüğü bir haberi yalnızca tüketmekteydi insanlar. Dolayısıyla geçmişte insanlar, medya iletişim sürecinde pasif bir tüketici rolündeydi. Ancak yeni medyanın sağladığı teknik olanaklarla birlikte özellikle dijital yerli dediğimiz genç kuşaklar içerik üretimine dahil olarak kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda hiçbir editör denetimine takılmadan istediği fotoğrafları, yazıları, haberleri, videoları vesaire yayınlayabilecekleri ortama kavuşmuş durumdadırlar. Bu durumun kitle iletişimini eskisine oranla daha fazla demokratikleştirdiği söylenebilir. Artık insanlar yalnızca kendilerine sunulan haberler ve gündemlerle yetinmeyip kendi gündemlerini ve söylemlerini duyurabilecekleri alanlara da kavuşmuşlardır. Ancak ortaya çıkan bu yeni ortam, birçok kullanıcıya anında erişilmesi açısından reklamcılık, pazarlama gibi aktiviteler için büyük bir avantaj doğursa da gündelik yaşamda pek çok sorunu da beraberinde getirmektedir. Özellikle veri ihlalleri, özel yaşamın gizliliği, siber zorbalık, nefret söylemleri, gözetim toplumu, yankı odaları, komplo teorilerinin yaygınlaşması, toplumsal kutuplaşma, sosyal medya bağımlılığı gibi sorunların yanı sıra sahte haberler, algı yönetimi ve dezenformasyon gibi kavramlar da son dönemde yeni medya özelinde konuşulması ve önlem alınması gereken pek çok konu olduğunu gözler önüne sermiştir.
Yeni medya ve algı yönetimi açısından konuya yaklaşıldığında konunun iç gıcıklayıcı bir yapısı var. Aslında temel sorun, algılarımızın nasıl yönetildiği… Algılarımız nasıl yönetiliyor?
Medya araçlarının her dönemde siyasi, ekonomik ya da kültürel iktidar tarafından kontrol altına alınmak istenmesinin sebebi aslında bu bahsettiğiniz “iç gıdıklayıcı” durum. Zira kitleleri kontrol altına almak için medya, çok büyük avantajlar sunmakta. Dolayısıyla hem kâr elde etmek isteyen şirketler reklamlar yoluyla, kültürü ve toplumu dönüştürme amacında olanlar diziler ve filmlerle, siyasi olarak insanları etkilemek isteyenler ise haber içerikleri ile algı yönetimine başvurmaktadır. Yeni medya ortamlarının denetimden uzak yapısı algı yönetimi amacında olanlara da hizmet etmektedir. Zira içinde bulunduğumuz post-truth çağda insanlar için gerçeğin ne olduğundan öte algının ne olduğu daha büyük öneme sahiptir. İnsanların bir kısmı gerçekle değil, popüler olanla, gürültü çıkaranla, gündeme gelenle ya da komplo teorileri ile ilgilenmeyi tercih etmektedir. Başka bir ifadeyle birey, genellikle var olanı, gördüğünü ya da olması gerekeni değil, kendi zihin ve duygu dünyasında algılarını destekleyen politikaları, haberleri, gelişmeleri, görüntüleri ve içerikleri hakikat olarak tercih edebilmektedir.
Bu sorunun önemli bir sebebi de Meta, Twitter (X), Amazon, Google gibi şirketlerin sahip oldukları “büyük verileri” kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasıdır. Maalesef ki tüm insanlık ABD hükümetinin siyasi gücünü de arkasına alan ve yalnızca kâr amacı güden bu şirketlerin iyi niyetine muhtaç hale gelmiştir. Bu şirketlerin algoritmalar yardımı ile oluşturdukları ikna mekanizmalarının karmaşıklığı, algı yönetimine de büyük imkânlar sağlamaktadır. Bu şirketler insanları kendi çıkarları ve tercihleri doğrultusunda yönetmeyi ve yönlendirmeyi sağlayabilecek güce sahiptir. Bunun yanı sıra bu büyük veriyi kontrol eden siyasi odaklar da hem ülke içinde hem de ülke dışında birçok algı yönetimi organizasyonu yapabilir. Bunun en büyük örneklerine 2016’da Trump’ın ABD başkanı seçildiği seçim sürecinde ve İngiltere’nin Brexit oylaması sürecinde tanık olduk zaten. Bu ülkelerin iç siyasetine etki edebilen şirketler bu konuda savunmasız ülkelerde neler yapabilir, hayal etmesi bile ürkütücü aslında. ABD’nin Çin merkezli TikTok uygulamasını yasaklamaya veya ABD’li birine satılmasını sağlama çabası da bununla ilgili. Verilerimiz kimlerin elindeyse onlar tarafından hedef haline gelebilmekteyiz. Kullanıcıların tüm verilerine sahip olan bu şirketler insanların bilişsel ve duygusal zaaflarına yönelik içerikleri ön plana çıkartarak her kullanıcıya özel hedefleme yapabilmektedir. Bugün ülkede herhangi bir televizyon kanalını açarsak hepimiz aynı şeyi görüyoruz. Ancak herkesin YouTube ya da Twitter hesabında karşısına çıkan içerikler o bireyin zaten ilgi duyduğu ve dikkatini çekecek şekilde tasarlanıyor. İşte bunu yapan bahsettiğimiz algoritmalar. Ancak bu algoritmaların herhangi bir etik kaygısı yok. Algoritmaların tek amacı o platformda kullanıcının daha fazla vakit geçirmesini sağlamak. Ancak ne kadar çok medya iletisine maruz kalırsak medyaya karşı da o kadar savunmasız hale geliyoruz. Bunlara ek olarak son dönemde ortaya çıkan bot hesaplar ve trol orduları da farklı ideolojik aidiyetliklere, ırklara, cinsel tercihlere vs. sahip kullanıcılar iletişim kurmak yerine birbirlerine saldırarak nefret söylemi içeren ifadeleri sürekli olarak dolaşıma sokmaktadır. Sonuç olarak algı yönetimine karşı yalnızca hukuki ve siyasi yaptırımlar yeterli olmayacaktır. Bireysel olarak medyaya bu kadar maruz kalan insanların kendilerini bir medya okuryazarı olarak geliştirmeleri gerekiyor. Öncelikle medya içeriklerinin belirli çıkar gruplarının amacına hizmet edecek şekilde kurgusal metinlerden oluştuğunu ve ücretsiz olarak eriştiğimiz bu sosyal medya uygulamalarının aslında bedava olmadığının bilincine varılması gerek. Çünkü insanlar bu medya içeriklerine ulaşmak için kişisel verilerini şirketlerin hizmetine sunuyor ve ücretsiz sahip olunan bu veriler kullanıcılara reklam, propaganda ve dezenformasyon olarak geri dönüyor. Yani insanların kişisel özellikleri, zevkleri ve ihtiyaçları pazarlanabilir ve yönetilebilir bir metaya dönüşmekte aslında.
Yeni medyaya eleştirel gözle bakıldığında yeni medyada bir “hakikat” sorunu olduğunu ifade ediyorsunuz ve “haber doğrulama platformları” öneriniz var. Konuyu biraz açar mısınız?
Evet en önemli konu bu. Medyada gördüğümüz içeriklerin gerçek olup olmadığı maalesef artık önemli bir konu değil. Herkes kendi hakikatini üretebilecek ortama kavuşmuş durumda. Eskiden geleneksel medyada “ana akım” dediğimiz medya kanalları mevcuttu. Bu kanallar mükemmel olmasa da her kesime eşit mesafede durmaya, haberlerin gerçekliğini kontrol etmeye daha fazla dikkat ederdi. Çünkü ana akım kanallar arasında bir rekabet vardı ve bir haberin yalan olduğunun ortaya çıkması o habercinin ve kanalın imajını olumsuz yönde etkileyebiliyordu. Geleneksel medya da elbette hakikati gizleme, çarpıtma ve abartma gibi eylemlerde bulunuyordu ancak genellikle bu tarz haberler olgusal verilerle akla yatkın bir hale getirilmeye çalışılıyordu. Yani hakikati dönüştürmek daha zahmetli bir süreçti. Ancak bugün kullanılan yapay zekâ uygulamaları gerçeği deforme ediyor ve sahte olanı gerçekmiş gibi yansıtabiliyor. Bu durum insanların daha kolay aldatılmasına ve algı yönetimine maruz kalmasına neden oluyor. Hatta kimi zaman sadece sıradan insanlar değil, kamusal konulara yön verme gücüne sahip haberciler, akademisyenler ve siyasetçiler de bu içeriklerin kurbanı olabiliyorlar. Dolayısıyla bu gelişmeler yalnızca teknolojik değil, etik bir dönüşümü de beraberinde getirmektedir.
Editoryal olarak denetim süzgecinden geçen kitap, gazete, radyo ve televizyon gibi geleneksel kitle iletişim araçlarının aksine internet verilerinin hangi kaynaklardan toplandığı tam olarak bilinmediğinden hangi bilginin güvenilir, hangisinin güvenilir olmadığını ayırt etmek oldukça zorlaşmaktadır. Halkın toplumsal olarak bir hakikati algılayışı, genellikle medya içerikleri üzerinden aldıkları sınırlı bilgiler üzerinden şekillenmektedir. Toplum, medya hakkında güven unsuruna dayalı bir kanaat oluşturmaktadır. Dezenformasyonun ve sahte bilginin sürekli dolaşımda olduğu bir ortamda ise medyaya ve kurumlara olan güven zedelenmekte ve bu durum beraberinde toplumu bir arada tutacak ve ortak noktada buluşturacak hakikatlere olan inancı ortadan kaldırmaktadır. Bunu pandemi sürecinde de gördük. İnsanlar hangi bilgiye inanacaklarını bilemediler. Resmî kurumların açıklamalarına rağmen başta Twitter ve whatsapp’da dolaşıma giren sahte haber ve bilgiler insanları paniğe sürükledi. Hakikatin ne olduğunun bilinmediği bir toplumu kaosa ve paniğe sürüklemek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Bu sorunlarla birlikte ortaya çıkan dezenformasyonları ve sahte haberleri engelleme konusunda sosyal medya platformları çeşitli önlemler aldığını öne sürse de gerçekten ne kadar samimi oldukları konusunda büyük soru işaretleri bulunmakta. Devletler ve sivil toplum örgütleri de bahsettiğiniz gibi “haber doğrulama platformları” oluşturarak dezenformasyonları engelleme çabasında. Bu organizasyonlar genel olarak internetteki şüpheli bilgileri incelemenin yanı sıra yeni medya okuryazarlığı ve eleştirel düşünme yeteneklerini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak bu haber doğrulama platformlarının toplumsal açından bilinirliğinin pek fazla olmadığını da belirtmek gerekli. Ayrıca ekonomi politik bağlamda bakıldığında bu haber doğrulama platformlarının finansmanları Avrupa’daki fonlar ve Facebook gibi sosyal medya şirketleri tarafından sağlandığından dolayı ne kadar tarafsız oldukları da sorgulanabilir. Örneğin Avrupa fonlarından faydalanan bir haber doğrulama platformu mülteci konusunda ne kadar objektif yaklaşabilir? Ya da devlet tarafından desteklenen bir haber doğrulama organizasyonun hangi haberleri inceleme altına alıp almayacağı da bir soru işareti oluşturabilir. Dolayısıyla hakikat sonrası çağ ile mücadelede bu platformların çabası kimi zaman değerli olsa da tek başına asla yeterli değildir. Hakikatin ne olduğu üzerinde kesin bir yaptırım gücüne sahip oldukları da düşünülmemelidir. Sonuç olarak konuştuğumuz sorunların düğümlendiği nokta “Yeni Medya Okuryazarlığı” becerileri. İnsanlar medya ortamında eskisine oranla çok daha fazla iletiye maruz kalmaktadır. Bu yüzden yalnızca eğitimi değil, hayatımızı da yeni medya okuryazarlığı üzerine inşa etmek gerekli. Kimse bize hakikati altın bir tepside sunmayacak maalesef. Hepimizin anlaması gereken şey, bu çağda hakikate ulaşmanın kolay olmadığıdır. İnternet bizlerin bilgiye ulaşmasını kolaylaştırsa da bu bilgilerin hangilerinin güvenilir olup olmadığını anlamak yine insanların sorumluluğundadır.
Özellikle sahte haberlerle sıklıkla karşılaşan sıradan internet kullanıcıların medya okuryazarlığı reflekslerini harekete geçirmeleri önemlidir. Öncelikle insanların, bu içeriklerin kurgulanarak oluşturulduğunu yani bir haberin farklı bakış açıları ile sunulabileceğini ve bu haberlerin dikkat çekmesi için çeşitli teknikler kullanılarak insanlarda belirli duygular uyandırılmasının amaçlandığının farkında olarak içerikleri tüketmeleri gereklidir. Aynı zamanda farklı insanların aynı haberleri farklı şekilde algılayabileceklerini, her medya organının yayın politikası çerçevesinde belirli değer ve bakış açılarını, yaşam tarzlarını sunabileceğini ve bu içeriklerin insanları belirli bir görüşe inandırmaya çalıştığını fark etmesi gerekiyor. Zira insanların karşılaştıkları bir mesaja inanmaları o medya içeriğini üretenlere ekonomik kâr olarak geri dönebilmektedir. İnsanların bu tarz yönlendirmelere ve algı yönetimlerine karşı eleştirel düşünme reflekslerini geliştirmeleri hakikat sonrası çağ ile mücadelede en etkili yöntemdir.
Sonuç olarak yeni medya okuryazarlığı yalnızca ortaöğretim düzeyinde seçmeli bir ders olarak değil, her dersin altında işlenmiş bir bölüm olarak var olmalı. (Örn eğin sağlık, tarih, ekonomi vb.) Zira her konu ile ilgili internet ortamında yanlış bilgilere maruz kalma olasılığı çok yüksektir. Dolayısıyla yanlış bilgi ile karşılaşıldığında nasıl davranılması gerektiğini tüm eğitim sistemine yedirmek gerekmektedir. Örnek olaylar üzerinden uygulamalı eğitimler verilmeli ve bu eğitimlerde geçmişte medyanın nasıl kullanıldığına dair örnekler verilmelidir. Bunu yapacak olanlar da alanında eğitim görmüş uzman kişiler olmalıdır ki eğitim öğretim açısından en çok bu konuda eksiklik olduğu söylenebilir.
Doktora tezi olarak yaptığınız çalışmada yeni medya düzeni aracılığıyla post-truth kavramının dayatıldığı bir dünyada, bu konudaki algı yönetiminin epistemolojik inançları cinsiyete, yaş gruplarına, yaşadıkları mekâna ve ailelerine göre nasıl etkilediğini inceliyorsunuz. Öncelikle epistemolojik inanç deyince somut olarak ne anlamalıyız? Post-truth (hakikat ötesi) vurgusuyla yapılmak istenen nedir? İncelediğiniz değişkenlere göre çalışmanızın sonuçlarını paylaşır mısınız?
Çalışmamda bahsettiğim post truth kavramı aslında hakikatin yok sayılması değil, hakikatin önemsizleşmesine vurgu yapmaktadır. Vatandaşların artık gerçeğe saygı duymadığı, sadece inandıklarını veya hissettiklerini doğru olarak kabul ettikleri sosyal ve politik bir durum olarak kabul edilir. Hakikat sonrası çağda, insanların bireysel değer ve düşünceleri gerçekliğin temeli olarak kabul edilmekte ve hakikate ulaşmak için rasyonel akıl yürütme süreçlerine ihtiyaç duyulmamaktadır. Yani bir olgunun gerçekliğine karar verirken ortadaki veriler ya da kanıtlar yerine insanların duygusal durumlarının, kişisel kanaatlerinin ve düşüncelerinin daha önemli hale gelmesi diyebiliriz. Bu dönemde, her kullanıcı kendi bakış açısına dayalı olarak yeni medya araçlarının gücünden yararlanarak kendi gerçekliklerini üretme, yayma ve kabul ettirme olanağına kavuşmuş durumdadır. Bu noktada yankı odası kavramına vurgu yapmak önemlidir. Yankı odası, insanların yalnızca kendi görüşlerini onaylayacak ya da destekleyecek içeriklerle karşılaştıkları medya ve iletişim ortamlarını açıklamak amacıyla kullanılan bir kavramdır. Yeni medyada insanlar yalnızca kendi inandıkları ideolojilerle ilgili gerçekliklere ulaştığı bir yankı odasına kendilerini hapsetmiş durumdadır. Yani bireyler yalnızca kendi gerçeklikleri ile uyumlu olan içeriklere maruz kalmakta ve kendi fikirlerini sorgulayabilecekleri bir bilgiye erişememektedir. Bu durum zaman içerisinde kendi fikirlerine daha da körü körüne bağlanmalarına ve eleştirel düşünme mekanizmalarına başvuramamalarına neden olmaktadır. Zira insanların farklı görüş ve düşünceler ile karşılaştığı oranda kendini geliştirmektedir. Aynı zamanda toplumsal olarak da sağlıklı bir demokrasi için insanların hangi ideolojiye inanırsa inansın, yeni konulara ve karşıt fikirlere maruz kalması gerekmektedir. Aksi takdirde herhangi bir konu toplumsal kutuplaşmanın bir aracı haline gelebilir. Etik ilkelerin geri plana atılması ile oluşturulan haberler ve bunların dijital medyada ortaya çıkardığı kaotik ortamın da post-truth söylemlerin yayılmasında önemli bir payı vardır. Yalanlar ve yalancılar her zaman var olmuş olsa bile, genellikle bu yalanlar bir miktar kaygıyla, suçlulukla, mahcubiyetle ve tereddüt ederek dile getirilmekteydi. Günümüzde ise insanlar bu duygulardan arınmış bir şekilde hakikati örtmeye çabalamaktadır. Eskiden insanlar kendilerine söylenenlerin doğru olma ihtimalini yalan olma ihtimalinden daha fazla olduğunu varsayarken bugün durum tam tersidir.
Ben de çalışmamda üniversite öğrencilerinin sosyal medyaya özgü epistemolojik inanç düzeylerini araştırdım. Zamanının önemli bir kısmını sosyal medya platformlarında geçiren ve bu ortamları aynı zamanda birincil haber kaynağı olarak kullanan bireylerin karşılaştıkları içeriklere karşı eleştirel yaklaşabilme becerilerini inceledim. Örneğin bir haber gördüklerinde o haberi üretenlerin bakış açısıyla mı algılıyorlar yoksa kendi bakış açılarını da algılama sürecine dahil ediyorlar mı? Ya da sosyal medyadaki bir bilgiyi gerekçelendirirken duygularını ve inançlarını mı devreye sokuyorlar yoksa mantıksal olarak akıl yürütüp diğer bilgi kaynaklarını da kontrol ediyorlar mı? Aslında araştırma soruları genel olarak öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini test etmekteydi. Bu noktada ise Türkiye özelinde demografik farklılıkların bu beceriler üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu inceledim. Araştırma sonuçlarında kız ve erkek öğrencilerin sosyal medyaya özgü epistemolojik inançları arasında anlamlı bir farklılık bulunmadı. Yani cinsiyet açısından anlamlı bir farklılık olmaması normal kabul edilebilir çünkü bugün teknoloji kullanımı bağlamında herhangi bir cinsiyet eşitsizliğinden genel olarak bahsedemeyiz. Ancak eğitim durumu, gelir düzeyi ve yaşadıkları yere baktığımızda lisansüstü öğrencilerin, gelir durumu daha fazla olan öğrencilerin ve büyük şehirlerde yetişen öğrencilerin sosyal medyaya karşı eleştirel yaklaşabilme kapasitelerinin daha fazla olduğu tespit edildi. Bu noktada maalesef hızla gelişen teknolojik olanaklara rağmen dijital uçurum dediğimiz kavramın geçerliliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Son olarak şunu belirtmek gerekir; insanların teknolojiye erişmesi onların bu teknolojileri bilinçli bir şekilde kullanabilecekleri anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla bu konuda yaşanılan toplumsal sorunların da büyüklüğüne bakıldığında insanların bu teknolojilerle sağlıklı iletişim kurmalarını sağlayacak eğitimlerin verilmesi gereklidir. Bu bireylerin tek başlarına ve kısa sürede halledilebileceği bir sorun değildir. Toplumu oluşturan her paydaşın birlikte halletmesi gereken ortak bir problemdir. Kitap, gazete, radyo, televizyon, sinema gibi kitle iletişim araçları ilk ortaya çıktığında beraberinde birçok dönüşümü ve sıkıntıyı da getirmişti. Bugün de benzer şekilde devrimsel bir sürecin daha başlarındayız. Belki bizden sonraki kuşaklar bugüne bakarak hatalarımızdan dersler çıkaracak. Belki zaman alacak ama bu teknolojilerin avantajlarını ön plana çıkartıp getirdiği sorunları törpüleyebileceğimiz bir düzen ileride olabilir. Arabalar ilk icat edildikten yaklaşık 100 yıl sonra emniyet kemerleri zorunlu hale gelmişti. Biz de yarın başımıza gelecek sorunları bugünden rasyonel ve mantıklı şekilde değerlendirip konuşabilirsek, insanların zaafları üzerinden gelir elde eden büyük sosyal medya şirketleri üzerinde bir baskı oluşturabilir ve gerekli önlemlerin alınmasına katkıda bulunabiliriz. İletişim bilimlerinin ustası Marshall McLuhan’ın da dediği gibi “Medya teknolojileri yalnızca insanların kullandığı icatlar değildir, insanları yeniden icat eden araçlardır.” Kendi icat ettiğimiz araçların bizi kontrol etmesine müsaade etmek istemiyorsak insana özgü etik ve ahlak kurallarının değerini anımsamak gereklidir.

1 yorum

  1. Cem bey yazınızı çok beğendim başarılarınızın devamını dilerim

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.