Vizyon Sahibi Bir Kul Olmak İster Misiniz? / Dr. Fatih Yunus Özel

Büyük olmak için büyük düşünmek gerek. Maddi ve manevi vizyonlarımız olmalı. Kulluğun en büyük şeref oluşu, ufuk çizgisindeki en büyük amaç. Kimden istediğine bak… İmtihan dünyasının sebepler havuzunda yüzmek, bilgi ve farkındalığı, gayret ve tevekkülü, gayret ve sebatı / sabrı kaçınılmaz kılıyor. Yere düşen tekrar ayağa kalkmazsa yürüyemez. Ancak sürünebilir… Dertler ve engeller karşısında ümidi besleyen şey, hayatın henüz sonlanmadığı ve yaşadığımız her şeyin, her şeye rağmen “sürdürülebilir” oluşudur. Çözümsüz gibi görünmesi, başka yolları denemeye engel değil… Tüm bunları bir solukta söylemek bir tecrübe ama önemli olan kendimizi nasıl hissettiğimiz…
Bütün senaryolarda baş solist olduğumuz bir gerçek. Çünkü her şey bizim çevremizde dönüyor. Pek çok şeyden haberdar olma imkânımız var. Evet, vazgeçilmez değiliz ve bu biraz da bize bağlı. Ve bu anlamda dünya bizim çevremizde dönmüyor. Ama hayatın da kendi ideallerimizin de aktif öznesi biziz. Gerçek tasavvufçular, ümit ile korku arasında olmayı, her ânına hâkim kılmayı destur eylemişler. Başımıza gelebilecek her olumsuz şey imkân dâhilinde. Mümkünler âleminde bunun önünde bir engel yok. Ama büyük insanlar seçilmek zorunda ve bizi bir “Duyan” var… “Ben talibim” demek önemli ve inanmış olmak yeterli. Sonrası “Kader gayrete âşıktır” ve “nasipten öte yol yok…” Çünkü hayatı bir “Bahşeden” var. Yaşanacak tek hayat da buradan ibaret değil. “Merhametliler merhametlisi” bizim bu duygularımıza ve düşüncelerimize başka bir âlemde daha büyük ve ebedi bir cevapla karşılık verebilir. Ne de olsa “Mü’minin niyeti, amelinden üstündür.”
Belki de fıtratı bozulmamış bir çocuk kalbiyle hayalleri olmak modern zamanlarda kirlenen insan kalbinin ihtiyacı olan sâfiyetin ta kendisidir. Şair Hayâlî bu konuda zirveleri gösterir.
“Hayalinin hayaline hayal bulmaz muhayyiller
Riyâzâtı bin yıl olsa hayal eyler hayaliler.” (Hayâlî Bey.) (Divan Şairi. Ö. 964 / 1556-57)
Demek ki hayal kurmayı da öğrenmek gerek… Bizim hayallerimiz ise Muhbir-i Sadık’ın getirdiği bilgilerin gerçekleşme zemini olabilir. Vizyon sahibi olmak önemli. Gerçekleşmesini beklediğimiz hayallere vizyon denilebilir. Vizyon sahibi olmanın yürek genişliğiyle de bir ilgisi var. Yani “sınanmışlık.” İmtihan edilerek bir yerlere geliyoruz.
Gerçek varlık duygusu, Allah’a (c.c.) ihtiyacımız kadar varız. Varlığımızı Allah’a olan ihtiyacımız ve kulluğumuz ile tescil eyliyoruz. Bu layıkıyla bir mahviyet duygusu değil, gerçeği görmek ve ona tabi olmak… Çünkü O’nun hazinesi geniş ve takdir neyse odur. Sebepleri yaratan Allah, bizden esirgemez… Bu şartlarda imtihan ediliyor olmamız bizim için en idealidir ve teslimiyet burada başlar. Yoksa malumdur ki, O dilemedikçe yaprak dahi kımıldamaz. Ama sebepler dairesi, kevnî ayetler hükmündedir. Allah dilerse “ol” deyince olağanüstülükleri yaratır. Dilerse sebepler perdesiyle tecelli eder. Aslında “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” düsturuyla da doğal olarak bütün sebep ve sebepsizliklerin gerçek müsebbibidir. Bu aslında insanın niyet eylediği ya da irade ortaya koyduğu her şey için geçerli olduğu gibi, hayır ve şerrin Allah’tan olduğundan tutun da Allah’ın kötülüğü asla murad etmemesi ama “Kul kasteder, Allah yaratır.” ince çizgisine kadar gerçek hikmetini sadece akılla aşamayacağımız bir gönül kıvamı ve çizgisindedir. Gerçekte kaderi anlamak, kaderi anlayamayacağını bilmekle başlar. Bu arada tevekkülü, rızayı, sabrı öğrenmek gibi büyük bir devlete kavuşursunuz da haberiniz dahi olmaz. Bu arada niyet ve iyiliğe öykünen irade büyük bir netlikle, sarsılmaz bir imanla ortaya konulursa “gerçek imanla” derunumuzda yüzleşmiş oluruz. “İnandık deyin iman ettik demeyin, henüz iman kalplerinize inmedi…” sırrına böyle erişilebilir. Allah’ın (c.c.) nice dertli kulları vardır, dertleri bizimkiyle kıyaslanamayacak boyutta ve keskindir. İnsan, peygamberler dahil bu sınavlarla imtihan edilir. Herkes yükünün ağırlığına, kabiliyetlerine, nefsinin ve ruhunun yüksek potansiyeline göre, kültürel ortamına, duygu durumuna göre sırat köprüsü misali buradan geçer. Bu arada içimizde bir şeyler olgunlaşır. Amaç nefsin terbiyesidir. İmam-ı Rabbani (k.s.) “Sıkıntı, dert, bela, hastalık bu sofranın en güzel nimetlerindendir. Nefis ancak böyle terbiye olur.” derken bunu kast eylemiştir. Yaşayan bunun ne anlama geldiğini gayet iyi bilir ve dertsizliğe talip olmaz. Hz.Peygamber’in (s.a.v.) terbiyesinden geçmiş sahabelerin bir sıkıntı, dert ve bela olmayınca “Eyvah! Allahu Teâla bizimle alışverişi kesti.” demelerinin sırrı budur. Yine de aynı zamanda manevi büyükler “İmtihan iki türlüdür. Birincisi belalara sabır, ikincisi lütuflara şükür… Kul bela gelince çaresiz sabreder ama lütuflara şükür daha zordur. Çünkü lütuflara şükür sıddıkların işidir.” diyerek, insanlar için başka başka imtihan şekilleri olduğuna dikkat çekerler. Çünkü her hâlükârda istenen, Allah’ı (c.c.) unutmamaktır. Bu da her babayiğidin işi değildir. İnsan hakikat planında sadece yokluk ve dertle değil, varlıkla da sınanır. Ama “El karda gönül yarda” demeyi akletmezse gerçek manada mağdurlardan olur da haberi dahi olmaz. Nice yiğitler vardır, varlık içinde yokluğu tercih eder, aç gezer ama başkalarını doyurur. Çünkü onun sırtında da fakirlerin, mağdurların, mazlumların hakkı vardır. Kısacası mesele çileyi sırtına almaktır, Allah için bazı şeyleri dert edinmek ve dertsiz yaşamamaktır. Çünkü dünya imtihan dünyasıdır ve bu gerçeği hiçbir şey değiştiremez.
Peki, akıp giden bu hayatın içinde, 21. yüzyılda yaşayan birisi olarak ayrıca nasıl yaşamalı ve düşünmeliyiz? Böyle bir sorunun muhatabı hangi düşünce, donanım ve duruşa sahip olmalı ki İslam’ı sadece zor zamanlarda, fakirlik karşısında kanaate öykünen bir söylem dili olmaktan çıkarıp bizzat kendisi, güçlü Müslümanların olduğu bir değerler dünyasının maddi ve manevi bir unsuru haline gelebilsin… Bu sorunun bir cephesi Allah için hizmet edebilmenin maddi ve manevi yollarının açılması, diğer cephesi de bu uğurda her türlü zorluğa katlanmak ve göğüslenmek için hazır olmaktır. Nefsiyle layıkıyla tanışmamış ya da İslam’ı doğru anlayamamış olmak, burada en büyük handikaptır. Her seviyede Müslümanla şeytanın ya da nefsin ne tür hesaplaşmaları olacağını iyi kestirmek gerekir. Hata yapmak kaçınılmaz ama içinde bulunduğumuz şartlar, şu üç günlük bile olmayan dünyada bizlere fazlaca da bir zaman tanımıyor. Ya öncesinde her şeye hazırlıklı bir kahraman ya da attığı her adımda her şeyin hesabını yapan bir maneviyat dâhisi olmak gerekiyor. Toplumlar, insan unsuru, nefsimiz, sosyalitemiz, iç dünyamız hepsi birer büyük imtihanla sınanırken o Yüce Yaratıcı’nın, Allah’ın yardımını talep etmekten ve elimizden geleni yapmaktan başka çaremiz yok… “Adanmış insanlardan biri” olmaktan başka çaremiz yok… Aksi halde iyi bir sınav verdiğini düşünen aldanmışlarla aramızda pek bir fark da kalmıyor zaten. Sadece, Allah’ın (c.c.) affettiklerinden olmakla razı olduklarından olmak arasında derin bir sonsuzluk, ulvî bir ebediyet… Fakat daha dünyada iken “Allah’ı tanımaya” yönelik büyük bir çaba içinde isek hasretimiz kadar gayretimiz, bilincimiz kadar hikmetimiz, şuurumuz kadar şahsiyetimiz olur. Maneviyat ise içimizde büyüyen bir feyz havuzu, hikmet alanı… İnsanlara Allah yolunda her vesileyle yardımcı olmak büyük bir ibadet, büyük bir felsefe, yüce bir ahlak…
Eminim, nice yüce gönüllü insan, böyle düşünüyordur. Adanmıştır, feda ruhunda ve kıvamındadır, kendisi gibi yol arkadaşları arıyordur…
Temel sorun, gönül dünyamıza uygun bir lider sorunudur. Bu da böyle biline…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir