1918 doğumlu Fidan nine.
Muhabbeti hoş, Osmanlı adabıyla yetişmiş, dürüst, güldüğünde yüzü aydınlanan bir hanımefendi…
Hayat onun için hiç kolay olmamış. Yoksul bir anne-babanın kızı iken, genç kızlığa adım attığı dönemlerde evleri yanmış. Hiç kız evladı olmayan köyün zenginlerinden biri eskilerin tabiri ile “besleme” olarak almış evine Fidan nineyi.
“Allah onlardan razı olsun hiç ezmediler beni. Ben yanlarında kalmayı kabul edince aileme bir ev yaptılar. Yoksa babamın yanan evin yerine yeniden bir ev yapacak gücü yoktu.” diyor. Daha sonra Fidan nine yoksul bir adamla evlenmiş.
İlerlemiş yaşına rağmen hiçbir misafirini oturarak karşıladığını görmedim Fidan ninenin. ‘nenem otur kalkma’ dediğimizde ‘evladım bizim görgümüz böyle’ derdi. Üstelik kalktığımızda mutlaka kapıya kadar uğurlamaya da gelirdi.
Lakin bir gün kendisini ziyarete gittiğimde onu yatar halde buldum. İlk defa ayağa kalkmadığına şahit olmuştum. Rengi solmuş güçlükle konuşuyordu. Geçmiş olsun diyerek fazlaca da rahatsız etmeden yanından ayrıldım. Ama durumunu da merak ettiğim için bir komşumu da yanıma alarak her gün ziyaret etmeye başladım. Zaman içinde ziyaretlerimiz esnasında en azından yatağında oturmaya başladı. Biz her ziyaretimizden sonra, bir sonraki ziyarette kendisini daha iyi görürüz diye ümit ediyorduk. Lakin ne kadar toparlıyor gibi görünse de bir türlü ayağa kalkmıyordu. Meğer biz yanından ayrılınca kendini hemen insan ilişkilerine kapatıyormuş. Yapılan tahlillerde, çekilen filmlerde de bir şey çıkmıyordu. Doktorların demesine göre yaşına rağmen oldukça da sağlıklıydı.
Yine ziyaretine gittiğimiz bir gün konuşmaya başladı “Benim bu bacaklarım benden şikâyetçi olacaklar ahirette. Az yormadım ben onları kızım. Ne yükler taşıdı bu bacaklar. Altı tane çocuk, para yok, pul yok. Sabah erkenden kalkar yetiştirdiğim ürünleri küfeye doldurup sırtıma alır kasabaya götürüp pazarda satardım. Sonra ihtiyaçları alıp küfeye doldurur tekrar köyün yolunu tutardım. Yıllarca… Kolay büyütmedik biz çocukları ah ah!” dedi.
Kısa bir muhabbetti ama çok şeyi az lafla söylemişti Fidan nine. Hastalığı hakkında bir tahminim vardı aslında. Doğru olmamasını ümit ettiğim bir tahmin. Bir fırsatını bulup kızıyla konuştuğumda, belki de rast gelmiyorumdur diye düşündüğüm evlatlarının onu telefonla bile aramadıklarını öğrendim.
Vefasız evlatlar, kırgın bir gönül…
Sonuçta yatağa düşecek kadar hastalanan bir anne. O ana babasının başları üstünde bir çatı olsun diye beslemeliği kabul edecek kadar vefalı iken, hastalandığında evlatları Fidan nineyi bırakın ziyareti, telefonla bile aramayacak kadar nankör, değer bilmez…
Oysa insanın en belirgin özelliklerinden biri kendine verilenlerin değerini bilecek donanıma sahip olması değil midir? Herkeste farklılık gösterse de aklımız ve vicdanımız bu donanımların en belirginleridir. Akıl bazen kendine kaçamak yollar bulsa da vicdan asla kıymet bilmezliğe, nankörlüğe, dolayısı ile vefasızlığa yol vermez. Sevgisizlik, adaletsizlik, merhametsizlik, bencillikle beslenip körelmedi ise tabii…
Akıl ve vicdanın yaratılmışlar içinde insanoğluna verildiğini düşünürsek Müslim, gayrimüslim fark etmez, her nerede yaşıyorlarsa oradaki huzur için, vefa herkeste aklı ve vicdanı ayarınca vardır. Hem de doğuştan vardır. Tabii dediğimiz gibi çeşitli sebeplerle körelmedi ise. Ki dünyanın haline bakınca birçok insanda vicdan atıl ve doğuştan var olan vefa, vefasızlıkla yer değiştirmiş. Bu çok üzücü.
Aklı ve vicdanı imanla taçlandırılmış olan Müslüman’daki vefasızlık ise daha da üzücü. Çünkü bu muhteşem ahlakın en müstesna rol modeli Efendimiz (s.a.v.). Hayatının her safhasında vefanın temsilini O’nda görürüz. Mesela müşrikler O’na davasından vazgeçmesini sağlamak için türlü baskı ve tehditlerle, amcası Ebu Talip’i aracı olarak gönderdiklerinde onlara şöyle dedi: ‘Ey amca! Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler yine de bu davadan vazgeçmem, Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.’
Verdiği bu tarihi cevap, Allah’a karşı vefanın rotası idi aynı zamanda. Ve hayatı boyunca çizdiği bu rotada bizatihi kendisi sadıkane yaşayarak, iman ve amel noktasında Allah’ a sadık ömür sürebilecek fıtratta yaratılan insanın ne kadar ahde vefa gösterebileceğini gösterdi bize.
Daha dünyaya gelmeden babasını, küçük yaşlarda annesini kaybeden efendimiz onları hep hayırla yâd etmiş, Hudeybiye umresinden dönerken annesinin kabrini ziyaret ederek kabrinin toprağını elleriyle düzeltmiş gözyaşı dökmüştür. ‘Ey Allah’ın Resulü niçin ağlıyorsunuz denildiğinde; annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım onun için ağladım.’ buyurmuştur.
Kendisini ilk emziren Süveybe Hatuna, sütannesi Halime Hatuna gösterdiği hürmet, muhabbet, şefkat onun vefasının ince örnekleridir. Çocukluğunda kendisine bakan Ebu Talip’in eşi Fatıma Binti Esed (r.a.) vefat ettiğinde gözyaşlarını tutamamış, niçin ağladığını soranlara ‘Bugün annem vefat etti.’ buyurmuştur. Ve kendi gömleğini ona kefen yapıp, cenaze namazını kıldırıp, kabri içinde bir müddet uzanmıştır. Bunun sebebini soranlara; ‘Ebu Talip’ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyilik eden hiç kimse yoktur. Ahirette cennet elbiselerinden giymesi için ona gömleğimi kefen yaptım. Kabre ısınması için de oraya bir müddet uzandım’ buyurmuştur. (Heysemi 256-257)
Keza Efendimizin (s.a.v.) Hz. Hatice’nin vefatından sonra onun arkadaşlarına hürmeti, amcaoğlu Hz. Cafer (r.a.) Mute savaşında şehit düştüğünde onun çocuklarının bakımını üstlenmesi, Taif’ten geri döndüğünde Mekke’ye girebilmesi için kendisini korumaya alan Mut’im bin Adiy için Bedir savaşından sonra söyledikleri, verdiği söz üzerine üç gün boyunca sözleşilen yerde beklemesi, yaptığı bütün antlaşmalardaki sadakati, Mekke’nin fethiyle orada kalmayıp Medine’ye dönüşü, her zaman ümmetine beslediği büyük şefkati, muhabbeti, merhameti…
Bunlar ve daha fazlası. Hepsi imtihan formatında yaratılan dünyada, ömrümüz boyunca karşımıza çıkması muhtemel sınavların tamamını içerirken, Efendimiz (s.a.v.) bize kullukla vefa ahlakının birbirinden ayrılamayacağını ömrü boyunca an be an gösterdi. Hal böyle iken vefasızlık en çok da O’nun ümmetine yakışmıyor.
Efendimizin terbiyesi ile yetişen ashabın hal dili de bize bunu kanıtlar nitelikte örneklerle doludur. Bu manada sahabeden herkes kendine misal ya da misaller bulabilir. Mesela beni, Mekke dışına sürüldüklerinde üç yıl boyunca gölgede 60 derece sıcaklıkta açlığa ve susuzluğa mahkûm edilmelerine rağmen bir kişinin bile davadan vazgeçmemesi çok etkilemiştir. Hatta Hz. Hatice’nin ve Hz. Ebubekir’in serveti bu yıllarda karaborsa su ve ekmeğe harcanarak tükenmiştir. Bu nasıl bir sadakat? Bu nasıl bir vefa? Hem Allah’a hem Resulüne.
Uzun sözün kısası; Allah’a sadakat arkasından vefayı getiriyor. Peygambere, İslam’a, anaya-babaya, eşe-dosta, akrabaya, vatana-millete, ümmete…
Allah’a emanet olun.