İnce taş işçiliğiyle “ben buradayım” diyen İstanbul’un ve boğazın bütün güzelliklerinin temaşa edildiği muhteşem yalının süs ağaçlarıyla donatılmış yemyeşil bahçesinde, şemsiyenin altındaki orta yaşlı, esmer güzeli kadın ahşap şezlonguna uzanmış moda dergilerini karıştırıyordu. Arada da gözünü dergiden hiç ayırmadan, sağ yanındaki başka dergilerin de olduğu sehpaya elini uzatıp meyve suyunu alıp yudumluyordu. Sehpanın diğer yanındaki muntazaman havlu serili boş şezlong, dakikalardır havuzda balık gibi yüzen genç kızı bekliyordu. Yüzmedeki mahareti ve vecd içinde attığı kulaçlara bakılırsa kızın bu güzelliği bırakmaya hiç niyeti yoktu. Bütün dikkatini okuduğu mecmuaya veren kadın, muhatabını utandırmak istemediğinden dergiyi hafif aşağı indirip siyah güneş gözlüklerinin arkasından kızına baktı. Annesinin o korumacı ürkek bakışlarını hissettiği için mi yoksa yorulduğundan mıdır bilinmez kız aniden havuzun kenarına geldi. Kollarını havuzun duvarına yasladı, yüzünden sular akıyordu, annesine baktı. Kadın dergiyi diğer dergilerin üzerine usulca bıraktı. Yüzünde sevgi mimikleri belirdi. Kızı sağ eliyle yüzünden akan suları temizlerken kadın güneş gözlüklerini çıkardı, göz göze geldiler. Hani bazen yüreğinizdeki sevgi taşar, taşar, hücrelerinize kadar bütün benliğinizi sarar. O an “seni seviyorum” cümlesi kifayetsiz kalırken hissiyatınıza tam tercüman olamadığından kendinizi yalancı bile hissedersiniz. Kadının bütün bedeni bu sevgiyle atan kalp olmuş, kızının kokusunu içine çekerken duygularını hissetmesi için bir anlık gözlerini sıkıca kapatıp açtı. Kız ise eliyle öpücük gönderdi. Dillerin lâl olduğu anda yürekler sessizce her şeyi kendi lisanıyla konuşup anlaşmıştı. Sevildiğini bilmenin, hissetmenin verdiği o muazzam enerjiyle kız daha bir aşkla sanki hiç durmayacak gibi yüzmeye devam etti. Hızlı adımlarla gelen kısa boylu, beyaz giyimli, aceleci hizmetçi Müzeyyen Hanım: “Buse Hanım’a telefon var.” dedi. Kadın tekrar gözlüklerini takarken gür bir sesle: “Buse, kızım telefonun var.” dedi. Buse’nin ise attığı kulaçların çıkarttığı su sesinden ve sık sık suya dalıp çıktığı için annesini duyması imkânsızdı. Müzeyyen, hizmetçiye ‘sen seslen’ diye işaret etti. Hizmetçi kayıp düşmemek için dikkatli ve küçük adımlarla havuzun kenarına kadar geldi. Sesin duyulması için iki elini ağzına götürüp kibarca: “Küçük Hanım telefonunuz var.” dedi. Attığı kulaçlar arasında hizmetçiyi gören Buse dediklerini anlamasa da onun bir şeyler anlatmak istediğini fark etti. İstemeye istemeye havuzdan çıktı. Buse boş şezlongdaki havluyu eline alırken: “Evet Sinem, ne var?” dedi. Hizmetçi her zamanki gibi kısık sesle: “Buse Hanım size telefon var.” dedi. Kurulanan Buse: “Kim?” diye sordu. Hizmetçi: “Selin diye bir kız…” Buse’nin yüzü düştü. Memnuniyetsiz: “Anladım, özenti Selin Hancı… Niçin aramış?” dedi. Hizmetçi biraz mahcup: “Bilmiyorum.” dedi. “Benim sonra arayacağımı söyle.” dedi Buse. Hizmetçi geldiği hızla geri dönerken Müzeyyen kızına bakıp: “Böyle keyfe keder savsaklamak sana yakışmaz kızım. O senin arkadaşın.” dedi. Buse dudak büküp omuz silkerek “Arkadaş, hah… Selin Hancı, zoraki arkadaş… Zenginliği taşıyamıyor, itici… Parayı kişiliği yapmış, korkutucu…” dedi. Annesi: “Babası Cemil Hancı ise babanın değer verdiği bir dostu.” dedi. Buse gayriihtiyari: “Babam ve dost?” Sonra biraz alaycı, biraz da düşünceli: “Cevher Erdem ve dost kelimesi aynı cümlede bile uyumsuz, manasız, eğreti duruyor. Babamın sadece çıkarları ve onun için kullandığı insancıklar vardır.” dedi. Müzeyyen: “İnsanın çıkarlarını düşünmesinin, sahip olduklarını korumasının neresi yanlış? Yüzyıllardır ailemizin, ailelerimizin yaptığı bu…” dedi. Bu biraz nasihat, biraz da serzeniş dolu cümleler Buse’nin yüzündeki anlamsızlık duvarına çarpıp geri döndü. Buse: “Koca bir ömrü bunun için harcamak bana manasız geliyor. Dayatılanlar ve mecbur kaldıklarımızla zevklerimiz uymuyor, sevemiyor, içimiz almıyorsa da mı? Mutlu ve huzurlu hissetmiyorsak… Mevzu belki de sizin abarttığınız kadar girift değil sadece biraz saflıktır ihtiyacımız olan…” diye karşılık verdi. Müzeyyen: “Yoklukta saflık, saf kalabilmek kolay ama varlıkta o saflık zor hatta imkânsız.” dedi. Bir anda felsefeci yönü kabaran Buse: “Varlıktaki saflık mı kıymetli, yoksa yokluktaki saflık mı? Varlıkta saflığı bulan ya da kaybetmeyen gönül hangi harlı ateşin potasında eritilip damıtılmıştır?” Kızının peş peşe gelen aileyi, fikirleri ve hayatı sorgulamadaki cesareti Müzeyyen’in yüzünde istihzai bir tebessüm meydana getirdi. Müzeyyen kızına sınırlarının bildirilmesi zamanının geldiğini anladı: “Kızım, biz seni hayatının manasını sorgulaman için Fransa’da felsefe okutmuyoruz.” dedi. Buse kendisine çizilen sınıra, sınırlara isyan eden bir vücut diliyle, uzandığı şezlongdan doğrulup oturdu: “Peki, o zaman niye ömrümün en güzel yıllarını harcıyorum?” dedi. Müzeyyen yürekten gelen hüzün dolu bir sesle konuşmaya başlarken hissiyatının kızına geçmesi ya da neler çektiğini anlaması için gözlüğünü çıkarıp onun gözlerinin içine baktı: “Bizim gibi ailelerin ve onların çocuklarının birinci vazifesi bu aile servetini koruyup büyütmektir. Hayatımızdaki her bir adım her bir örgü bu amaca hizmet eder.” diye cevapladı. Buse annesinin yüreğinin en ücra köşesinde pamuklara sarıp sarmalayıp üstünü de demir yorganlarla örttüğü duygularını keşfetmişti: Sevmediğin bir adamla evlilik gibi mi anne?” dedi. Müzeyyen, evladı tarafından yakalanmışlığın şokunda sakin kalıp sağlam bir muhakemenin neticesinde kesin ve net cevabını verdi: “Kesinlikle evet!” Taze sıkılmış meyve suyunu bir yudum daha içti, yaşadığı yeri kendisine hatırlatmak için elindeki bardakla bir daire çizip: “Sahip olduklarımı, yaşadığım göz kamaştırıcı müreffeh hayatı, toplumda gördüğüm saygıyı bana kaç kişi verebilirdi? Ya da hangi sevgi bir ömür boyu bunların yokluğunun acısını bastırır, bir kere geleceğim bu dünyanın zevklerinden daha çok haz verir?” Buse annesinin ihtiras dolu nazarlarının ateşinden çekinip bakışlarını boğazın serinleten maviliklerine çevirdi. Annesinin aklının başından gitmişçesine yaptığı tutkulu konuşması onu korkutmuş, ne içtiği meyve suyu ne de püfür püfür esen deniz havası yüreğini ferahlatmıştı. Müzeyyen kararlı duruşuyla ısrarcı ve emir verici cümleler kurmaya devam etti: “Sana da hak vermiyor değilim; gençsin, heveslerin var. Duyguların aklının önündeyken beni anlamanı beklemiyorum. Çünkü elindekileri kaybedince benim haklılığımı tam olarak anlayabilirsin. Şimdilik sana düşen sadece ‘anneler her şeyin en iyisini bilir, evlatları için her şeyin en iyisini düşünür’ düsturuyla hareket edip isyan bayrağı açmadan geleneğe uygun yaşaman…” dedi. Buse mevzuya bir an annesinin gözünden bakmaya çalışsa da tutarsız geldi. Çatışmak istemediğinden de gergin havayı dağıtmak istercesine gülümseyerek: “Anneler her şeyin en iyisini bilir.” dedi. Sesinde zorla da olsa ikna olmuşluğun tınısı vardı ama ruhu tatminsizdi. Gönlü girdaba düşmüştü. “Sahip olduklarımdan ve olacaklarımdan daha kıymetli bir sevgi var mı? Bütün bunlardan ne uğruna vazgeçebilirim?” Aklı bu cevapsız sorulara daha büyük bir darbe indirdi: “Varsa bile yol ayrımına geldiğinde sen ne yaparsın? O sevgiye değer olanı bulduğunda yüreğin sevdiğini tercih etmeyi kaldırır mı?” Nefes almak için annesinin telkinini bu kez kendi kendine yapmaya başladı: “Felsefe yapma…” Aklının ve yüreğinin sesini susturmak için hızla tekrardan havuza daldı.
Buse tarafından telefonuna cevap verilmeyen yalının ikinci katındaki salondan arka bahçeyi görünmemek için perdenin arkasından izleyen kadın ellerini göğsünde bağladı. Bu haliyle koca bir orduyu denetleyen komutan edasındaydı. En ücra köşedeki söğüdün yere değen yeşil dalları altına gizlenen kızına dikkat kesildi. Kız, masmavi gözleriyle etrafı süzdü; izlenmediğini düşünüp zulasındaki kırmızı renkli paketten sinirli sinirli çıkarttığı sigarasını yaktı. Aç bir kurt gibi ara vermeden peş peşe yakıyordu. Olan biteni istifini bozmadan sabırla izleyen kadın, nihayet müdahale vaktinin geldiğine kanaat getirdi. Sakin ve kararlı adımlarla yürümeye başladı. Alt kattaki antika eşyalarla dolu salondaki telefonun yanında duran doğum günü davetli listesine göz attı. Her bir isim aranmış ve hepsinin yanına tamam manasında gülücük işareti yapılmıştı. Sadece Buse Erdem’in isminin üzeri kırmızı kalemle defalarca öfkeyle çizilmişti. Mutfaktan arka bahçeye çıkarken, düştüğü yerden kalkıp yükseklerde nasıl uçulacağını yavrusuna öğretmek isteyen anne kartal edasıyla yürüyordu. Kadın her bir hamlesini satranç ustası gibi amaca uygun yapıyordu. Kızının sigarasını saklaması ve görüldüğünü anlamaması için tam kızının zıddı istikamete yönelip: “Selin, Selin” diye bağırarak onu arıyormuş havası verdi. İsmi bahçenin dört bir yanında yankılanan Selin alelacele paketi tekrar zulalayıp izmaritleri de toprağa gömdü. Sonrada sık ve yeşil dalların arasından çıkıp “Anne…” diye seslendi. “Buradayım.” diye el salladı. Kadın kızının öfke, hüzün ve suçluluk kokan sesini duyunca ona dönüp yürümeye başladı. Selin ise suç mahallinden uzaklaşma içgüdüsüyle annesine doğru daha hızlı yürümeye başlasa da annesi ‘orada kal’ işareti yaptı. Selin yakalanma psikolojisi içinde hafif titreyerek olduğu yere çakılıp kaldı. Kendi kendine: “Her şey yetmezmiş gibi sigaranın hesabını Sultan Hanıma ver.” dedi. Sultan yaşadıklarından bizar vaziyetteki kızının yanına yaklaşıp ellerini sıkıca tuttu, sevecen bakışlarıyla ruhunu teselli etmeye başladı. Söğüt ağacına bakıp: “Küçüklüğünde de dertler seni sarınca kaçıp hep buraya saklanır, sığınırdın. Büyüdün; sarı saçlı, mavi gözlü, alımlı, güzel bir genç kız oldun ama hâlâ çocukluk alışkanlıklarından vazgeçemiyorsun.” dedi. Selin, annesinin cürmün peşinde olmadığını, yaralarını sarmaya geldiğini anlayınca derin bir oh çekti. Direnecek gücü kalmamış, bu andan itibaren annesine teslim olmaktan başka çıkar yol da yoktu. Sultan ayakkabılarını çıkartıp üzerindeki çimlerin üzerine oturdu. Sonra eliyle kucağını göstererek: “Hadi gel bebeğim.” dedi. Selin mecalsizce kendisini annesinin sevgi dolu kucağına bıraktı. Sultan kızının sarı saçlarını okşarken: “İnsanın en büyük düşmanı bilinenin aksine yine kendisidir. Derdini, tasanı çözüm aramak yerine içine atarsan neticede kendini yer bitirirsin. Şimdi seni bu söğüt ağacının altına atan ıstırabını anneciğinle paylaş ki kendinle dost kalasın.” dedi. Selin siyah buluttan yağmur tanelerinin dökülmesi gibi dökülmeye başladı: “Anne benim, bizim neyimiz eksik ki hâlâ kâle alınmıyor, savsaklanıyorum?” dedi. Sultan: “Kim o densizler?” diye sordu. Selin annesinin kucağına düşen bir damla gözyaşıyla birlikte: “Buse Erdem… Doğum günüme davet etmek için telefon açtım. Neredeyse yarım saat telefonda bekletildim. Nihayetinde ise hanımefendi, hizmetçiyle müsait değilim sonra ararım cevabı verdi. Hizmetçiyi sıkıştırdım, kendisi havuz sefası yapıyormuş.” dedi. Sultan ciddiyetle bir kitapta önemine binaen altı kalın çizgilerle çizilen cümle gibi kızına hayatının en mühim dersini vermek için tane tane konuşmaya başladı: “Evladım, can parem, hayatta muvaffak olmak için öğrenmen gereken en büyük ve mühim öğüt, kimsenin seni üzmesine, moralini bozmasına, seni yıkmasına izin vermeyeceksin… Her zaman öngöremediğin şartlarda, anlarda tahmin bile etmediğin insanlar, aleyhine iş yapacaklar; ayağını kaydırmaya çabalayacaklar. Bu ihanetin çapı ne olursa olsun sen bir an bile ‘acaba’ demeyecek, bir damla gözyaşı dökmeyeceksin. Aksine yılmadan yürümeye devam edeceksin. Baban ve ben bunun eğitimini fakirlikle aldık… Sen ise bu kendisini beğenmiş, zengin züppeler üzerinden alıyorsun…” dedi. Selin: “Bu çok zor değil mi?” diye sordu. Sultan: “Parmakla gösterilen başarılı biri olmak istiyorsan bu, kaçınılmaz bir kader. Sevenim az, düşmanım çok olsun istiyorsan başarılı ol… Sevenim çok, düşmanım az olsun diyorsan kimseden bir şey istemeyen ama hep veren ve ne başarılı ne de başarısız orta halli bir insan ol… Ki senin ve kardeşinin böyle bir ihtimali bile yok.” dedi. Selin inanmamış bir halde doğrulup annesine baktı. Sultan konuşmasına devam etti: “Mesela baban senin ismini sırf Avrupai ve o dillerde telaffuzu kolay diye Selin koydu. Kardeşininkini ise Kerem. Sen ve kardeşin bizden aldığınız bayrağı daha yukarılara taşıyacaksınız. Ta ki bu cemiyetin eski sakinleri bize en ufak bir saygısızlık yapmayı akıllarından bile geçiremeyecekleri zamana kadar.” dedi. Selin: “O günler gelecek mi?” diye sordu. Sultan inanmış bir ruh ahvali içinde: “Dinle o zaman. Ben doğduğumda dedem Edirne’de son kalan ata yadigârı evi de kumarda kaybetmiş. Babam benim kaderimin kendisininki gibi olmaması için ismimi Sultan koymuş. Gerçi baban sonra Suna’yı ekledi ama neyse… Ekip biçecek topraklardan sonra başını sokacak ev de kalmayınca kendisini birkaç ay içinde zar zor İstanbul’a atmış.” Sesinde ah ve sitemle devam etti: “İstanbul… Fatih’te hemşehrilerinin yanında yarı bodrum, depodan bozma bir oda bir mutfaktan ibaret dairecik… Nem ve pis kokulara ek, yoldan gelip geçenlerin ayak sesleri altında canlı canlı tabutta gibi yeni bir hayat…” Selin, acaba annem bir acıyı, daha büyük başka bir acıyla mı bastırmaya çalışıyor diye gözlerinin içine baktı. Sultan’ın sır vermeyen ruh hali, her bir mimiğine hâkimdi. Sultan anlatmaya devam etti: “Ben on yaşına geldiğimde nihayet yetmiş beş metre karelik normal bir daireye çıkabilmiştik. Zavallı babam varlıktan yokluğa düşmenin verdiği buhrana geçim derdi de eklenince her yıl iki yaş ihtiyarladı. Ben yirmili yaşlarıma geldiğimde ise artık taliplerim kapıyı aşındırmaya başlamıştı. Önceleri baban dâhil hiçbiri benim gözümde değildi. Tam da o günlerde mahallede önce küçük küçük başlayan söylentilerin rüzgârları fırtınaya dönmüş, kasırga ise kapıdaydı. Bu, baban ile dedenin çekişmesiydi. Dedene hayır demek, düsturlarının dışına çıkmak herkesin harcı değildi. Ama baban her şeyi göze aldı. Güçlü, zengin ve nüfuzlu bir adam olmak için gözünü karartıp gemileri yaktı. Kendi yoluna çıktı. Ben o gün kararımı verdim, bir kere yaşayacağım hayatım varsa o büyük hedefleri olan güçlü bir adamla olmalı dedim. Ve babanı tercih ettim.” dedi. Mağrur bir şekilde ekledi: “Ve ben kazandım…”
Murat, çantası elinde eve doğru yürürken beyninde yarın yapacağı işler hakkında planlar yapmaya devam ediyordu. Yazılarının yayınlandığı dergideki üstatlarla yaptığı hasbihalden sonra makaleleri için yaptıkları övgülerden sebep büyük bir hercümerç yaşıyordu. “Sende büyük bir kabiliyet var. İyi bir edip olabilirsin. Edebiyat tarihine geçebilirsin…” Üstüne üstlük matbaacı arkadaşının yaptığı sürpriz ona iyice moral olmuştu. ‘Konukseven Makine Müşteri Temsilcisi Murat Konukseven’, ‘Yazar Murat Konukseven’ kartvizitleri ise son zamanlarda hayatında meydana gelen değişimlerin ete kemiğe bürünmüş haliydi. Artık Muratçığım’dan Murat’a, Murat’tan Murat Bey’e evrilirken şimdi yazar ve müşteri temsilcisi diye kartvizitleri vardı. Belki ileride Patron Murat, Milletvekili Murat Bey diye hitap edilecekti. Nihayet, “Kardeşler Apartmanı” yazan kapının önüne geldi. Gülümseyerek: “Yok artık o kadar da değil. Bu kadar çok kimliğe sahip olunca kimlik bunalımına girdim. Bunalımdan çıkamıyorum. Millet birini bulamazken…” diye düşünüp zile bastı. Açılan kapıdan içeri adım atarken sağ tarafındaki altmış plakalı araç dikkatini çekti. Bu arabayı mahallede ilk defa görüyordu. Hafızasını yokladı, bu mahallede Tokatlı kim vardı? Kimse aklına gelmedi. “Allah Allah, demek ki benim tanımadığım birileri taşınmış olmalı… İyi de bizim evin önünde ne işi var?” diye düşündü. “Bizim akrabalar desem Edirne, Tekirdağ olmalı, anlamsız…” dedi. Merdivenleri bu küçük gizemin sırrını çözmeye çalışırken çıkmaya başladı. Birinci kata gelince elinde fırın tepsisiyle halası daire kapısıdan çıktı. Murat: “Melek Halam” dedi. Melek o nur simasında her zamanki gülümsemesi ve sesindeki sevecenliğiyle: “Aslan parçam hoş geldin.” dedi. Murat elini tepsiye uzatarak: “Off, off canım halam o meşhur kalbura bastı tatlın…” dedi. Melek tatlıya uzanan ele çevik bir hareketle hafifçe vurup: “Çek elini densiz, onlar babamın misafiri için…” Bu cevapla Murat’ın kafasındaki köşeli jeton nihayet düştü: “Misafir, dışarıdaki araba?” Melek: “Evet babamın Tokat’tan eski bir ahbabı geldi. Senin tanıdığını zannetmiyorum.” dedi. Merakına yenilen Murat: “Sen, beni takip et.” diyerek merdivenleri hızla ikişer ikişer çıkıp önce amcasının katı, sonra da kendi dairelerinin olduğu katı geçip en üstteki dubleks dairenin açık kapısından içeri girdi. Sofrayı hazırlayan babaannesi, yenge ve annesine bakıp: “Gönlümün sultanları, tehlikeli üçlü bir arada.” dedi. Sonra babaannesine sarıldı. Telaş içindeki kadın: “Şehzadem…” diyerek sarıldı. Murat: “Dedem?” diye sordu. Kadın eliyle dubleks kattaki terası işaret etti. Zaten o teras Haliç, Galata Kulesi, Eminönü ve Üsküdar’ın iç ferahlatan manzarası eşliğinde yapılan koyu sohbetleriyle meşhurdu. Murat aynı hızla üst kata çıktı. Sonra aniden durup derin bir nefes aldı. Her ne olursa olsun misafirin karşısına paldır küldür çıkmak olmazdı. Vakur bir eda ile yürümeye başladı. Dünya ile irtibatı kesip koyu muhabbete girmiş sırtı dönük ikiliye yaklaştığında sadece dedesinin şu sözlerini duyabildi: “En sonunda o beyaz büyük kuş açık pencereden uçup gitti. Sonra sabah ezanıyla rüyadan uyandım.” dedi. Murat selam verip karşılarına geçince uzun boylu, iri vücutlu misafirle göz göze geldiklerinde, yıllardır tanıyıp da görmediği çok samimi bir dostuyla umulmadık bir anda karşılaşmış olmanın hissi tüm hücrelerini kapladı. Bu sıcaklığın sarhoşluğu ve şaşkınlığı içinde sadece: “Hoş geldiniz.” dedi. Misafir aynı samimiyet içinde tok sesiyle: “Hoş bulduk.” derken dedesi Sabit ile misafir birbirlerine baktılar. Hallerinden anlaşılan, bu daha çok eski iki dostun bir araya gelmesinden ziyade sanki veda buluşmasıydı… Emanet, emin olana teslim edilmişti artık. Dedesi: “Evlat insanların çocukluk, okul, askerlik, hac, iş arkadaşları vardır. Hamza Amcan, nam-ı diğer Pehlivan Hamza, bunların hepsinin üstünde benim seyr u sülûk kardeşimdir…” dedi.
Devamı gelecek ay…