Günümüzde sporun bireysel, toplumsal ve ekonomik açıdan önemine bir sorgulama ile başlayalım isterseniz. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Bu soruyu cevaplarken, belli bir dönem müsabık düzeyde spor ile iç içe olmam ve konuyla ilgili çaplı bir araştırma yapma imkânına sahip olmamı Rabbimden bana verilen bir lütuf olarak görüyorum.
Öncelikle sporun bireyi hem fiziksel hem de ruhsal yönden iyileştirerek onu amaçlı ve düzenli bir yaşama yönlendirdiği hepimizin malumudur. Bu yönlendirme toplumu oluşturan fertlerde kendini gösterirken doğal olarak toplumsal sahada da varlığını gösterecektir. Toplum; ortak amaç, düşünce, hedef ve değerlendiriş biçimlerini spor ile daha güçlü ve kopmaz bağlarla yansıtma imkânı bulabilmektedir. Bu da sporu; toplumları etkileme, bir arada tutma ve yönlendirme açısından çok önemli bir konuma yükseltmektedir. Sporun bu güçlü yönlendirici özelliğini tarihin hemen her safhasında görmemiz mümkündür. Antik Yunan döneminden günümüze şöyle bir göz atacak olursak sporun, imparatorlukları, devlet yönetiminden din anlayışına, ekonomiden sosyolojiye, eğitimden felsefeye çok ciddi manada etkilediğini çarpıcı bir şekilde görmekteyiz. Tüm milletlerin ve devletlerin bir araya gelerek ortak bir paydada sportif faaliyetleri planlayıp, düzenleyip ve yönlendirme adına geniş çaplı organizasyonlar tertip etmeleri, federasyonlar kurmaları, kurallar, yasaklar ve yasalar ortaya koymaları bu olgunun ekonomik açıdan ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu görmemiz için yeterli değil midir? Bununla beraber sporun bireysel, toplumsal veya ekonomik açıdan ne derecede önemli olduğunu belirleyen en temel unsur, sporu ne için yapıyor olduğumuz sorusuna verilecek cevaptır. Tamamen bencil, pragmatist ve sadece üstün gelmeye odaklı bir sporun bireyde ya da toplumda ne denli faydalı olup olmadığı ise ayrıca bir değerlendirme konusudur.
İslam-fıtrat ve ahlak ilişkisi her konuda olduğu gibi, spor konusunda da bir düşünce alanı açıyor. İslam spora insan ihtiyaçları açısından nasıl bakmaktadır? İslam’ın ilk dönemlerinde hangi sporlar yapılmaktaydı?
İslam dini; yönetim, ekonomi, sosyal hayat, eğitim, hukuk vb. hayatın her alanı ile ilgili yaşam şekilleri sunarak bireye Allah’a sorularak onun istediği şekilde yaşamayı bir koşul olarak öne sürmektedir. Bu düstur spor alanında da varlığını göstermektedir elbette. İslam anlayışında kurallar, yönergeler ve yönlendirmeler insan fıtratı ile uyumlu olmak durumunda ve insanı kaldıramayacağı yüklerin altına koymama ve yapabilecekleri ölçüsünde bir eylem modeli isteme anlayışı taşımaktadır. İslam anlayışının mesnetleri konumunda olan Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in (a.s.) sahih sünnetinde bunları açık bir şekilde görmemiz mümkündür.
Dolayısıyla insan hayatının önemli bir bölümünü kapsayan spor konusunda da insanın hangi dinden, anlayıştan, mezhepten ya da düşünce biçiminden olduğuna bakılmaksızın vicdanını ve izanını kaybetmemiş her bireyin kabul edeceği yaradılışa ve fıtrata uygun ahlaki direktifler ile karşılaşmaktayız. Örneğin çalmak, torpil, hile, şike, ayrıcalık oluşturacak ve haksız rekabete yol açacak maddelerin kullanımı vb. gayriahlaki tutumları kim benimseyebilir ki! İslam anlayışının müntesiplerinden beklentisi de bu gibi durumlardan uzak durulması değil midir zaten? Ya da bilfiil sporla meşgul olmayıp seyirci ve taraftar konumunda olanlar açısından holiganlık, ırkçı söylemler, taşkınlık, sarhoş edici maddeler kullanarak birçok kötülüğü yapma potansiyeline sahip olabilmek gibi ahlaksızlıkları kim savunabilir? Peki, İslam dininin spor ahlakı açısından beklentileri bunlardan başka ne olabilir ki!.. Fıtrat gayet tabi bu ahlaki ilkeleri kabul etmez mi? Fakat üzücü bir şekilde görüyoruz ki bugün sporun geldiği nokta kumarın, insan öldürmenin, ayrılık ve kargaşa çıkarmanın, kapitalizmin maşalığını yapmanın ve iffetsiz, gayriahlaki birçok durumun beşiği haline gelmiştir. İslam anlayışı insanları her alanda olduğu gibi spor alanında bu bataktan kurtarıp asıl amaçları olan Allah’a kulluk ve yeryüzünün imarı mefkûresine ileterek fıtrata uygun bir spor anlayışı modeli ortaya koyuyor…
İslam’ın ilk dönemlerini incelediğimizde birçok sportif faaliyetin icra edildiğini görüyoruz. İslam Peygamberi’nin (s.a.s.) kurak bir coğrafya olan Mekke ve Medine topraklarında şaşırtıcı bir şekilde ebeveynlerden çocuklarına yüzmeyi öğretmelerini istediğini görüyoruz. Bu basiret ve ileri görüşlülük muazzam bir durum, çünkü ecdadımızın asırlardır denizaşırı seferlerle tarihte ne gibi izler bıraktıklarını biliyoruz. Bunun yanında bizzat kendisinin eşi Aişe annemizle (r.anha) iki defa koşu yarışması yaptığını tebessüm ve hayretle müşahede ediyoruz. Spora bizzat katılması ile beraber eşini de bu hoş duruma dâhil ederek sporun aile saadetinde ne denli önemli bir durum olduğu sonucunu da çıkarabiliriz. Kasva isimli devesiyle binit yarışına bizzat dâhil olduğunu yine sahih hadis kaynaklarından görmekteyiz. Meşhur güreşçi Rükâne ile güreş yaptığını ve onu birkaç kez yendiğini de şaşkınlıkla okuyoruz. Bitmiyor, Hz. Peygamber (a.s.) okçuluk ile uğraşanlara özellikle hayır duaları ediyor yani atıcılık ve nişancılık sporlarına ciddi önem veriyor. Habeşlilerin geleneksel silahlı gösteri şovlarını bizzat mescitte icra etmelerine izin veriyor ve uygun ölçülerle eşini de bu görsel şöleni seyretmeye müdahil ediyor. Bu örnekleri savaş ve mücadele sporları örnekleri ile çoğaltmamız mümkündür.
Tüm bu örneklerde üzerinde durmamız gereken asıl durum şu: İslam dini spora hangi açılardan, hangi ölçülerde ve ne denli önemle bakmaktadır ve biz bugün yolunu ve amacını şaşırmış insanlar olarak İslam’ın bu denli önem verdiği renkli ve çeşitli spor anlayışının neresinde durmaktayız? Spora hangi gözle bakıyor ve hangi amaçla yöneliyoruz? Kısa bir muhasebe ile durumun neresinde olduğumuzu üzülerek görmekteyiz…
Evrensel ahlak ilkeleri, spora da etik ve ahlaki bir alan açıyor. Sporda etik ve ahlak konusu hangidisiplinlerle iç içe ve ilintili diyebiliriz? Bu çerçevede, sporda somut ahlaksızlık konularını örneklendirebilir miyiz?
Ahlak kavramını tanılandırmaya çalışırken görülmüştür ki tarih boyunca mutlak bir ahlak tanımı yapılamamış, ahlak kavramı insanlara, toplumlara, mekâna ve zamana göre sürekli değişiklik göstermiştir. Bu yüzden tüm görüş ve anlayışları kapsayacak bir ahlak tanımı yapmak ve evrensel ahlak ilkesinden bahsetmek oldukça zor. Bir grup ya da toplum için doğru ya da ahlaki olarak kabul edilen bir eylem d başka bir grup ya da toplum için gayriahlaki görülebiliyor, bunun örneklerini rahatlıkla görebiliyoruz. Bu durum spor için de böyle… Daha açık ifade etmek gerekirse spor ahlakı gibi bir kavram hayati bir değeri olan “ahlak” kavramını sınırlandırıp değersizleştirebiliyor, çünkü ahlak nerde ve hangi konumda olduğuna bakılmaksızın ahlaktır. Ahlaklı bir birey sosyal ilişkilerinde de iş hayatında da sportif faaliyetlerinde de ailevi yaşamında da ahlaklı olma gayretini taşıyordur zaten.
Yalanı, aldatmayı, şiddeti, hileyi benimsemiş bir bireyin sırf spor hayatında karakterine işlemiş bu kötü hasletleri bir kenara bırakıp spor ahlakına uygun davranışlar ortaya koyması ne kadar mümkün olabilir ki? Dolayısıyla biraz sloganik olsa da şu cümleyi çok açıklayıcı buluyorum. “Ahlak hayatın ta kendisidir ve ahlaklı bir birey hayatın hangi alanında olursa olsun ahlaklıdır, iyidir ve güzeldir.”
Müslüman bireyler tüm değer yargılarını İslam’a göre oluşturmak durumundalar. Ahlak ve ahlaksızlık da böyledir. Dolayısıyla spor alanı içerisinde İslam anlayışının hoş görmediği tüm durumlar ahlaksızlıkla ilgili bir çember oluşturur bize… Örnekler verecek olursak doping kullanımı haksız rekabete yol açtığı ve insan sağlığı için zararlı olduğundan ahlaksızlığa örnek bir durumdur. Şike, hile ve rüşvet de böyledir. Yine insanları tembelleştiren, üretmekten ve çalışmaktan alıkoyan tüm şans oyunları kumar olarak kabul edilir ve ahlaksızlıktır. Evet, tüm dünya bu durumu meşru görse ve sistemleştirseler dahi bu bir toplumsal hastalık ve ahlaksızlıktır. Kumar ve şans oyunlarının bireysel, ailevi ve toplumsal sonuçları hırsızlıklara, intiharlara götürecek kadar açık felaketler doğurmaktadır. Spor dili insanları ayrıştıracak, gruplara bölecek, asabiyet ve ırkçılık duygularını kamçılayacak asparagas ve sansasyonel bir habercilik anlayışı doğurmakta ve bu durum spor medyası açısından da ahlaksızlığı körükleyecek bir hal almaktadır maalesef. Mahremiyet, tesettür ve fıtri dürtüler göz ardı edilerek spor, kapitalizm için bir reklam alanı haline gelmiş ve bu alan bedenin teşhir edildiği ve cinselliğin körüklendiği ahlaksızlığın beşiği konumunda bir pazar halini almıştır maalesef. Elbette örnekler çoğaltılabilir, fakat bu kadarı ile yetinebiliriz.
İslam-fıtrat ve ahlak ilişkisi ile güncel spor ahlakı ve spor etiğini sentezlediğimizde karşımıza çıkan tablo nedir? Evrensel ahlakın da bizi yol ayrımına getirdiği ve İslam’ın doğru bulmadığı durumlar var mıdır? Olması ve olmaması gereken durumlar anlamında neler söylenebilir?
Aslında bu sorunun cevaplarını diğer sorularda kısmen de olsa verdik. Dediğimiz gibi İslam dininin bütün emir ve yasakları insanın fıtratı ve yaradılışı ile uyumlu olmak durumundadır. Bu uyum hayatın her alanında geçerli bir yasadır; bireyin genel hayatında yapması gereken ve sakınması gereken tüm durumlar spor alanı içerisinde de geçerlidir. Dolayısıyla Müslüman bir birey ahlaklı bir yaşamı dininin bir emri olarak görür ve bu birey sporla meşgul olan biri ise ahlaki sınırlarını da dinine göre belirler. Fakat realiteye baktığımızda spor ahlakı ile ilgili yazılmış, çizilmiş belki yüzlerce kaynağa rastlayabiliriz. Spor camiasında ahlakla ilgili “fair play”, “sportmen”, “adil oyun” gibi özel terimler bile oluşturulmuşken dünyanın her yerinde; medyasından yönetimine, sporcusundan antrenörüne, taraftarından seyircisine, antrenman anlayışından müsabakasına kadar hemen her alanda ciddi derecede gayriahlaki olaylarla karşılaşıyoruz ve bu durum her geçen gün daha da artarak devam ediyor. Bunun sebebi hiç şüphesiz yaradılış gereği kötülük yapmaya meyilli ve nefsani duygulara sahip varlıklar olmamızdan kaynaklanıyor… İşte tam da burada varlığını yaratıcısına teslim etmiş, nefsine yenik düşme zilletinden onu terbiye etme izzetine ulaşmış, söz sahibi ve yasa koyucu olarak kendisini kendisinden daha iyi tanıyan Rabbini kabul etmiş bireylerin ahlak konusundaki olumlu farkını görüyoruz. Bedenin sağlıklı olması, toplumların dinç, dinamik ve üreten bireylerden oluşması, kötülüğün önünde duracak ve onlarla çarpışabilecek kuvvette bir gücün oluşması adına spor yapmayı teşvik ederek adeta spor yapmayı dinî bir vecibe olarak kabul eden İslam anlayışı, nefsini yüceltmek, ırkının üstünlüğünü ortaya koymak, bedenini teşhir ederek pazarlayacak bir alçalmayı nasıl doğru bulabilir ki? Maddi menfaatler uğruna sadece kazanmaya odaklanmış bir zihniyetin ürünü olan rüşvet, şike ve adam kayırma gibi çirkinlikleri İslam’ı tanıyan herhangi biri İslam dininin bu çirkinlikleri doğru bulmadığını da bilmez mi? Peki spor deyince, sistem olarak dünyada akla ilk gelen ve Müslümanlar olarak bizi yol ayrımına getiren durumlar bu ahlaksızlıklardan başka hangi durumlar olabilir ki?