Sağlıklı Bir Benlik Algısı Geliştirmek / Klinik Psikolog Dr. Ahmet Emin Acar

Kullandığımız savunma düzeneklerinin psikolojik gelişim evrelerimizle bir bağı, bağlantısı var mıdır? Geliştirdiğimiz bir savunmanın oral, anal ya da genital evreye ait olması ne demektir? Bu evre savunmalarında neler dikkatinizi çekiyor da böyle bir ayrıma gidiliyor, klinik önemi nedir?
Dürtü-çatışma kuramının, yani Freud’un klasik kuramının modası geçtiği için, biz savunma mekanizmalarını artık oral, anal veya fallik evreye ait diye sınıflandırmıyoruz. Bunu yapan çok az sayıda grup kaldı dünyada, çok marjinal bir kesim artık onlar; tarikatımsı, kapalı bir grup. Türkiye’de hâlâ sesleri çıkıyor ama dünyada artık pek dikkate alınmayan bir kesimdir onlar. Biliyorsunuz biz 30-40 sene geriden geliyoruz bu konularda maalesef.
Oral, anal, fallik adı verilen gelişim evreleri, Freud’un tanımladığı içgüdüsel dürtüler ile ilgilidir. Nörobiyolojik olarak bu yolun çıkmaz bir yol olduğu anlaşıldı. Kernberg başta olmak üzere çoğu psikanalist bu yolu bıraktı. Kernberg bu yolu bırakmış olsa da eski teorinin büsbütün çöpe gitmemesi için uğraş veriyor, bunu da kendisi açıkça ifade ediyor, “Tamamen çöpe atmayalım.” diyor. Yani can çekişen bir kuram olduğunu anlıyoruz klasik psikanalizin, diğer ismiyle “dürtü-çatışma kuramının.” Çağdaş psikanaliz akımları için ise aynı şeyi söyleyemeyiz. Bu akımlar yeni bilimsel verileri bünyelerine dahil edebiliyorlar. Yani klasik psikanalizin tersine, bilime ve gelişmeye daha açıklar.
Sağlıklı insanların savunmalarıyla problemli insanların savunmaları farklı mıdır?
Tabii, farklıdır. Olgun savunma düzenekleriyle ilkel savunma düzenekleri arasında önemli farklar var. Mesela “yansıtma” ilkel bir savunma düzeneğidir. Mahalle kadınlarının birbirlerine iffetle ilgili yaptığı sataşmaları örnek gösterebiliriz; bir başka kadını hemen iffetsizlikle suçlaması. Genellikle, haksızca suçlayan kadının kendi içinde böyle bir dürtü vardır asıl; yani iffetsizlik yapmak isteyen kendisidir. Fakat kendisi de bunun farkında değil. Bu dürtüye karşı içeride büyük mücadele veriyor. Ancak bunu tam başaramıyor, çünkü “dilinin ucuna” kadar geliyor bu dürtü. Dilinin ucuna geldiğinde, “Yok, bu bana ait değil.” diyerek hemen onu başkasının üzerine atıyor, “İşte, ona ait.” diyor ve kısmen rahatlıyor. Böylece içerideki basınç biraz olsun tahliye oldu. Konuşarak da olsa, bu dürtü biraz tatmin olur. Üstelik kendi üzerinden de atmış oldu. Bu savunmaya “yansıtma” diyoruz, projeksiyon yani. Çünkü kendi içinde olanı karşıya projekte ediyor; sanki onda değil de karşısındakinde varmış gibi. Yani kendi içindeki görüntüyü, karşıya yansıtarak, sanki karşıdan geliyormuş gibi kendisini avutuyor… “Hafifmeşrep duyguları olan ben değilim, o.” diyerek rahatlıyor. Hâlbuki o dürtü onun kendi içindeydi, fakat bunu kabul etmek istemiyor. Onunla yüzleşmek istemiyor. Bunu kabul etmek çok ağır onun için; kendisine yakıştıramıyor. Ona göre o, “iffetsiz” olamaz, kesin karşısındakidir “iffetsiz” olan. Tabii bu operasyon (savunma) bilinçdışında yapılır. Kadın yapılan bu işlemin (savunmanın) farkında değil. Bu işlem kadını kurtarmaya, biraz olsun rahatlamaya yönelik olarak yapılıyor, kadının ruhu duymadan.
Yansıtma ilkeldir; neden? Çünkü kendisiyle başkasını karıştırmış oldu. Kendi içindeki bir malzemenin, dışarıda olduğunu sanıyor. İçeri ile dışarıyı karıştırıyor. Tabii ki tam bir karıştırma değil bu; çok mevzi bir karıştırma. Kendisini karşısındaki ile tamamen karıştırmak, düpedüz delilik demektir. Ama dikkat edersen “yansıtma”da bundan bir iz, bir alamet var; kendisinde olanı karşıdakinde görüyor çünkü. O zaman ne oldu sınırlar? Ben ve öteki arasındaki sınırlar? Bu sınırlarda bir sorun var demektir. Sınırlar tam olsa, seninki-benimki karışmaz. Seninki sana ait, benimki bana ait, o kadar. Fakat yansıtmada, teknik dille ifade edecek olursak kendilik (ben) ve nesne (öteki) arasındaki sınırlar net değil; bir bulanıklık var. O yüzden, “yansıtma” mümkün hale gelmiş; işte o yüzden yansıtmanın ilkel olduğunu düşünürüz. Bu sebeple, bu “karıştırma” işini ciddiye alırız. Bizim için kritik bir konudur.
İlkel savunmaların olgun savunmalara dönüştürülmesinin terapinin özü olduğu ifade ediliyor. Bu bir içgörü sorunu mudur, nedir? Yeterli bir içgörü nasıl yakalanabilir? Danışanlar bunu başarabiliyor mu? İlkel savunmalarını olgun savunmaya çevirebiliyor mu?
İlkel savunmaların olgun savunmalara dönüşmesi terapinin özü değil, sonucudur. “Savunmaları olgunlaştırmak” diye ayrı bir terapötik müdahalemiz yok. Psikoterapi böyle bir şey değil. Anlatarak, izah ederek, doğrusunu göstererek, örnek olarak yapılmaz psikoterapi. Onu konu-komşu ve hısım-akraba yaparlar. Psikoterapi bunlardan farklı, özgün bir teknik olduğu için, önemli ve değerlidir.
Savunma düzenekleri terapi süresince kendiliğinden olgunlaşırlar. Niye olgunlaşırlar; terapideki diğer müdahalelerin bir sonucu olarak. Yani “falanca savunmayı alıp da onu olgunlaştırmak” diye bir tedavi programı yok. Böyle bir yaklaşım entellektüalizm olur. Bir savunmayı olgunlaştıracağız derken, başka bir savunmanın ağına düşeriz.
Ama insan bunu kendisi bir şekilde aklederek yaptığında, savunma mekanizmaları ilkelden olguna doğru dönmez mi?
İşte onu demek istiyorum, “aklederek” yapamaz. Dışarıdan bakanlar, psikoterapiyi böyle bir şey zannederler sıklıkla. Psikoterapi “aklını başına devşir”erek yapılmaz. Biz bu savunmaların bilinçdışı olduğunu söylemiştik; yani farkında olmadan yapıyoruz biz bu savunmaları; o zaman neyi akledecek; farkında değil ki. Savunma düzenekleri bilinçdışı çalışırlar. Bundan çok bahsettik daha önceki konuşmalarımızda.
Mesela incir çekirdeğini doldurmayan mevzular yüzünden eşine, çocuklarına kan kusturan bir adama, öfkesinin ne kadar yersiz, abartılı, zararlı olduğunu kolay kolay anlatamazsın. Her dediğine bir cevap bulur. Çocuklarının psikolojisini mahvettiğini anlatamazsın. Zaten ona birçok kişi laf anlatmaya çalışmıştır; eşi-dostu. Sen onunla konuştuğunda, o öfkesini haklı gösterecek onlarca şey bulur, çıkarır. Hepsini teker teker ele alamazsın; birinden ötekine geçer, yeni yeni şeyler getirip koyar önüne; başa çıkamazsın bu yolla. Buradan giderek onu tedavi edemezsin. Böyle bir yaklaşım, yamuk bir cetvele “Sen yamuksun.” demek gibidir. Yamuk cetvel kendisini nasıl ölçecek de yamuk olduğunu anlayacak! Tersine, kendisi ile başkalarını ölçer; diğerlerinin yamuk olduğunu görür. Bak “görür” diyorum, çünkü görüyor gibi emindir haklı olduğundan. “İşte ölçtüm baktım, yamuksunuz.” der. Gözüyle gördüğüne mi inanacak, size mi? Sizin yamuk olduğunuzu görüyor o. İşte biz bu “içsel yamukluğa” “kişilik bozukluğu” diyoruz. “Aklederek düzelmez mi” diyorsun ya, aklediyor işte; ama yamuk aklediyor. Birisinin akledişini nasihatla değiştiremezsin. Yamukluğu bulup, oradan eğip düzeltmen gerekir.
Nedir bu yamuklukların kaynağı peki? “Bölme mekanizması”dır. Doğruca onu hedef alır terapist. İşte bu ilkel savunma düzenekleri, ancak bu “bölme” ortadan kaldırıldığında olgunlaşırlar.
Peki nedir ki bu bölme?
3 yaşa kadar, çocukta bölme vardır. Yani bölme mekanizması, çocuk gelişimi esnasında normal bir safhadır. Problem, bu bölmenin 3 yaştan sonra devam etmesidir. Normalde 3 yaştan sonra ortadan kalkması gerekirdi, ama devam ediyor. Bu da çok büyük problemlere yol açıyor.
Bölme de aslında bir savunma mekanizmasıdır. Peki neyi bölüyor?
Kişi kendisini ve dünyayı ikiye böler. İyiler ve kötüler olarak. Bir tarafı tozpembe görür, bir tarafı zifiri karanlık. İyi “tam iyi”dir, kötü “tam kötü”dür; bunun ortası yoktur. “Gri”nin bilmem kaç tonu henüz belirmemiştir; her şey “ya siyah ya beyaz”dır. Ara tonlar, ara renkler, yumuşak geçişler yoktur; sert sıçramalar vardır. Yani bakışında süreklilik yoktur, zikzaklar vardır. Örnek verelim:
Kişi, kendisini bir prens gibi hissederken, birden çirkin bir kurbağa gibi hisseder; prenses gibi hissederken, birden bataklığa düşmüş kötü ve çirkin bir cadı gibi hisseder. Hâlbuki kişi ne prenstir (beyaz) ne de çirkin bir kurbağa (siyah); ne prensestir (beyaz) ne de çirkin bir cadı (siyah). Dikkat edersen bu iki zıt arasında süreklilik yok, sert bir sıçrama var. Yani iki tasarım arasında kademe kademe (tedrici) geçiş olmaz, sıçrayarak ani geçiş olur; yani değişim kesiklidir.
Her iki taraf da, prens de, kurbağa da gerçeğe aykırıdır, abartının dibidir. Kişi bu uç taraflar arasında, birinden diğerine sürekli savrularak ömrünü geçirir, daha doğrusu heba eder. Bu arada prens, kurbağa vs. mecaz elbette. Konuyu daha rahat anlatabilmek için mecaz kullanıyoruz.
Bir taraf bembeyaz, pırıl pırıldır; en ufak bir leke yoktur. Diğer taraf katran karası, simsiyah, zifiri karanlıktır; en ufak bir beyazlık, zayıf bir ışık, minik bir umut kırıntısı dahi yoktur. Kişi ya orada ya buradadır, ortası yoktur. İki bakış açısı da gerçeğe uygun olmadığından, bu kişi dünyanın gerçeğe uygun bir resmini çekemez; gerçek dünyayı hiç göremez. Gördüğü dünya ya aşırı iyi ya aşırı kötüdür. Ya çok kötü insanlar vardır, ya da kendisini hemen teslim edivereceği iyi insanlar. İşte buna bölme mekanizması diyoruz. Bu düzenek çocukken normal bir savunma mekanizmasıydı, fakat 3 yaşında miadını doldurması gerekirken devam ederse, patolojik bir savunma mekanizması, üstelik ilkel bir savunma mekanizması olur. İleride “kişilik bozukluğu”na sebep olur.
Bölme mekanizmasını hâlâ kullanan kişi, cetveli yamuk olan kişidir işte; ölçüsü bozuktur onun. Niye, çünkü dünyayı tam olarak, olduğu gibi hiç göremiyor ki, “normal nedir” anlayabilsin ve ona uygun stratejiler, baş etme mekanizmaları geliştirebilsin.
“İyi kendilik” ve “kötü kendilik” diyoruz insanın bu iki parçasına. Neden iki parça? Çünkü birleşmemiş. Neden birleşmemiş, çünkü bölme hâlâ mevcut; bölüyor. Kendisini böldüğü gibi, karşısındakini de iyi ve kötü olarak ikiye böler, “iyi nesne” ve “kötü nesne” olarak. Bu yüzden karşısındakini de ya melek ya şeytan gibi görür.
Bu tür insanlar, karşısındaki ona bir biçimde kötü hissettirdiğinde, hemen kötü kendiliğe geçerler. Karşıdakinde hiçbir kredi, hiçbir iyilik, hiçbir hukuk kalmamıştır artık. Karşısındaki ona bir biçimde iyi hissettirdiğinde de, iyi kendiliğe geçerler. Bu sefer de karşısındakinde hiçbir kara leke kalmamıştır. Bu iyi kendilik ve kötü kendilik, adeta gözlükte bulunan imgeler gibidir. Kişinin görüşünü etkiler. Dünyada o imgeler olmamasına rağmen, dünyaya yansıtılır ve nesneler öyleymiş gibi görünür. Dünya “kötü nesne” kadar zifiri karanlık bir yer değildir, fakat kişi o anda dünyayı öyle algılar, çünkü kafasındaki bu hayali, dünyaya aksettirir.
Kişinin zihninde bulunan ve dünyaya aksettirdiği bu iyi pür iyi, kötü de pür kötü olduğu için, kişi her iki uçta da aşırılığa gider, yani “Sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde.” der. Bu söylem ve davranış kişilik bozukluğunun çok net bir göstergesidir. “Bir kalemde silmek” bir anda kötü kendiliğe geçmek demektir. Tedriciliğin, sürekliliğin olmaması anlamına gelir. Sıçramanın, kopmanın, kesikli olmanın alametidir. Bölmenin ortadan kalkmadığını, yani kişide bir kişilik bozukluğunun olduğunu gösterir. “Ya benimsin ya kara toprağın” diyen birini düşünelim. İnsan sevdiğini nasıl öldürür! Ancak kötü kendiliğe geçerse. Çünkü zihnindeki kötü nesne aktifleşmiştir. Yani karşısındaki artık sevdiği (iyi nesne) değildir. Adeta başka biridir ve iğrençtir (kötü nesne). Zihnindeki kötü nesne hayalini, karşısındaki zavallı kadıncağıza yansıtıyor ve onu öyleymiş gibi görüyor.
Bu tür kişiler, bu aşırı uçlarda gidip gelmesi, bir sevmesi, bir saldırması, bir göklere çıkarması, bir yerin dibine geçirmesi, bir aşırı mutlu hissetmesi, bir intihara meyletmesi sebebiyle, çevresi tarafından “dengesiz” olarak tanınırlar.
Normal gelişimde olması gereken şey nedir; çocuktaki bu iyi ve kötü parçaların bütünleşmesi. Yani iyi ve kötü kendilik birleşecek. Bembeyaz ile kapkaranlık birleşecek ve grinin bir tonunda bir kendilik ortaya çıkacak. Aynı şey iyi ve kötü nesne için de gerçekleşecek. Gri bir dünya algısı, yani ne olağanüstü iyi, ne de olağanüstü kötü olan ortalama bir dünya algısı ortaya çıkacak, ama daha da önemlisi bu algı sürekli olacak. Yani oradan oraya sert sıçramalar yerine, makul bir salınım dahilinde, nispeten stabil bir dünya algısı ortaya çıkacak ki biz de bütün görüşlerimizi, bakışlarımızı, stratejilerimizi, ideolojilerimizi, reflekslerimizi vs. bu dünya resmine göre üretelim, tecrübe edelim ve olgunlaştıralım, biz de böylece olgunlaşalım. Diğer türlü olgunlaşamayız ve tüm tepkilerimiz ilkel olarak kalır.
Bahsettiğimiz bu iyi ve kötü temsiller 36. ayda birleşmeliydi. Bu entegrasyona “nesne sürekliliği” denir. Yani kişinin karşısındakine bakışında artık bir süreklilik vardır. Yani “iyi olan” bir anda “en kötü”ye dönüşmez, bir kalemde silinmez. Arkadaşının gözünde notu 90 ise, bir saniyede -90’a inmez; belki 85’e iner, belki 80’e iner. Yani grafikte sert sıçramalar olmaz, olmamalıdır. Düşüşler kademe kademe (tedricen) gerçekleşir. Yükselişler de elbette böyledir. Yani grafikteki iniş-çıkışlar tamponlanır. Grafikteki çizgi süreklidir, kesiklik yoktur, sert sıçrama yoktur.
“Nesne sürekliliği” kavramı Margaret Mahler’e ait. Orijinali “object constancy”. Yani nesnenin değerinin kişinin gözünde sabit (constant) olması… Belli bir marj içindeki ufak dalgalanmalar dışında, aşırı düşüş veya uçuşların olmaması… Demek ki 36 aydan sonra çocuğun gözünde kişiler pür iyi veya pür kötü görünmez, hep iyi veya hep kötü olmaz; iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görünür. Bu bir olgunluk meselesidir; yani bu iki zıddı iyisiyle kötüsüyle bir arada tutmayı başarabilmek. Çevrenizdeki kişileri buna göre değerlendirebilirsiniz. Can-ciğer iki arkadaş, sırf biri ötekinin arkasından konuştu diye, bir anda düşman kesilebiliyor! Elbette arkadan konuşmak yanlış, ama “can-ciğer”likten, düşmanlığa sıçrama olmaz. Belki ağzından yanlışlıkla çıkmıştır, sonra pişman olmuştur, hem belki doğru söylemiştir. Notunu beş puan düşür, on puan düşür! Düşman olmak nedir?
Bir kötünün iyi yanlarını da görebilmek veya bir iyinin kötü yanlarını da görebilmek… Demek ki çocukta bu olgunluğa erişmek 3 yıl alıyor. Fakat 40-50-60 yaşında insanlar bu olgunlukta olmayabiliyorlar. Çünkü bölme 3 yaşında ortadan kalkmamışsa, sonradan ortadan kalkması için de bir sebep yoktur. Ancak terapi ile ortadan kalkabilir. Bölmesi devam edenler, sevmedikleri insanların iyi hasletlerini göremezler, yani “yiğidi öldürürler, hakkını da yerler”. Sevmedikleri siyasi liderleri dinlemeye bile tahammül edemezler. Fotoğrafına bile bakamazlar. Bu, had safhada patolojik bir durum. Bu kişilerin zihinlerindeki kötülük “pür” olduğu için, kötü olduğunu düşündükleri herkese de bu gözle bakıyorlar; şeytanileştiriyorlar. Bunların zihinlerinde pür kötü algılanan birisi asla bir iyilik ile birlikte düşünülemez. Bunların sevdikleri liderler ise kurtarıcıdır, hatasızdır, ulvi bir kişiliktir.
Normal gelişimde, zihindeki bu iki zıt nesne tasarımı yani pür-iyi ve pür-kötü nesne bir araya gelirken (entegrasyon), yani başkası hakkındaki duyguları olgunlaşırken (iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görmeye başlar), kendi hakkındaki duygusunda da paralel olarak benzer bir gelişme yaşanır. İki zıt kendilik parçası da (iyi kendilik ve kötü kendilik) bir araya gelir, entegre olur. Böylece kendisini de iyisiyle kötüsüyle bir bütün olarak görmeye başlar. Kendisini çok ışıltılı görüp, ardından birdenbire “hâk ile yeksan” etmez, yerin dibine gömmez artık kendisini. Bir başarı ile kabarıp, coşup, bir yenilgi ile işe yaramaz bir çöplük gibi görmez.
Bazı insanlar 36. ayda bu süreci tamamlayamazlar demiştik. Yani bu yarık, bu bölme, onlarda bakiye olarak kalır, fermuar kapanmaz, kendiliğin iki yakası bir araya gelmez. Bu durum yani bölme, ilkel bir savunma düzeneğidir ve bunun sona ermesi ile “bastırma”ya geçmek gerekir. Başarılı olunursa, kişi artık bölmez, onun yerine bastırır. 36. ay civarında bu gelişme gerçekleşmezse, bölmenin ortadan kaldırılması için erişkinlikte yoğun bir terapi gerekir; yoksa kendiliğinden bu ortadan kalkmaz. Başarılı bir terapi sayesinde, bölme sona erebilir; kişi bölme yerine, daha ağırlıklı olarak bastırma savunmasını kullanmaya başlar. İşte böylece savunma mekanizmaları da olgunlaşmış olur. Çünkü bölme, kendisi ilkel olduğu gibi, bir grup başka ilkel mekanizmayı da kendi hizmetinde kullanır; mesela yansıtma, idealizasyon, değersizleştirme (devalüasyon), yansıtmalı özdeşim gibi. Bu savunmalar bir ekiptir ve bölmeye hizmet ederler. Bölmenin ortadan kalkması, bu savunma mekanizmalarını da ortadan kaldıracaktır. Çünkü onlar, ancak bölmenin varlığında işlev görebilirler. Böylece ilkel savunma mekanizmaları ortadan kalkmış, yani savunmalar olgunlaşmış olur.
Bölme kaybolmazsa, bu ilkel savunma mekanizmalarının yönettiği kişilik bozuk olacaktır, yani kişilik bozukluğu ortaya çıkacak demektir. Bölmeyi hâlâ kullanan bir kişi, kişilik bozukluğu düzeyindedir, biz bu duruma borderline organizasyon diyoruz.
Gelişimsel duraklama mıdır o?
Evet. İlk 36 ay içinde bir yerde duraklamış. O yüzden bölme hâlâ mevcut, duruyor. Gelişmenin devam edip o bölmenin ortadan kalkması lazım.
Orada gelişimsel duraklama olunca ne oluyor çocukta?
Erişkin yaşa geliyor, hâlâ bölüyor. Nasıl bölüyor? İnsanları siyah-beyaz olarak görüyor; yani iyi bir insanın kötü özelliğini, kötü bir insanın iyi özelliğini kabul edemiyor. Düşman gördüğünde hiç erdem yoktur, iyi bildiğinde de hiçbir kötü niyet bulunmaz.
Onu iyi ya da kötü ilan ediyor. Kendini de mi öyle?
Tabii. Kendi tasarımı da iki parçadan ibaret. Bu, “bölme ortadan kalkmadı” demek; yani zihninde “iki bölüm halindesin” demek; bu parçaları birleştirememişsin. Entegre, tam ve bütün olamamışsın.
Bu kişilerde kendilik iki parça halindedir ve bu iki parça birbirine zıttır demiştik ya. Biri etkinleştiğinde, hayat pespembe, kişi de musmutlu olur. Diğeri etkinleştiğinde ise, dünyayı katran karası gibi tecrübe ediyor; yani hiçbir umut, hiçbir çıkış noktası yok. Pespembe ve kapkara olan bu iki parça asla yan yana gelmez. Biri varken diğeri ortada gözükmez. Zaten o yüzden böyle pür olarak kalırlar: “Pür iyi” ve “pür kötü”. Bunları aynı anda ortaya çıkmaz, aynı anda etkinleşmez. Etkinleşse birbirini etkiler ve kısmen nötralize ederlerdi. Zaten terapi de bunu amaçlıyor.
Yani bölme varsa, kişi iyi kendilikteyken o kapkara tabloyu hatırlayamaz. Kötü kendilikteyken de sanki hiç mutluluğu tatmamış gibidir. Sanki mutluluk hiç yoktur yeryüzünde. O yüzden umut yani çıkış da yoktur. Yine o yüzden, kişinin intihara en yakın olduğu hal bu haldir. Borderlinelar kendilerini öldürürken, narsistler başkalarını öldürürler. Bu iki kişilik bozukluğu da borderline organizasyondadır.
Bu “iyi” ve “kötü” aynı anda hiç etkinleşmediğinden, kişi bunları mukayese edemez. Bir üst bakışla bunları değerlendiremez o yüzden. Bir “tam iyi”, bir “tam kötü”dür, yani ikisinin arasında temas yoktur; ya o, ya o. Aynı anda ortada değiller. Bu teması terapist sağlamaya çalışır. Bu tekniğe yüzleştirme (confrontation) diyoruz. Sıcak yakmasın istiyorsan, soğuk dondurmasın istiyorsan, ikisini birbirine temas ettireceksin ki ılışsınlar. Danışan sana ulvi bir terapist muamelesi yaptığında iki hafta önce sana ettiği küfürleri hatırlatacaksın kibarca, ama başına kakmak için değil tabii. Seansta sıcak akıyorsa soğuk, soğuk akıyorsa sıcak musluğu açacaksın. Gördüğün gibi bu müdahalede tamamen bölmeyi hedefliyoruz. Onu olgunlaştıralım diye değil. Ortadan kaldırmak için. Onu ortadan kaldırırsak, olgun savunmalara yol açılacak zaten.
Böylece, zihindeki pür iyi tasarımın içinde bir kötü çekirdek, pür kötü tasarımın içinde de bir iyi çekirdek oluşmaya başlıyor. Giderek karşıdakini ya pür kötü, ya pür iyi görmemeye başlıyor. İyi gördüğü kişinin, kötülüğünü de kabul edebiliyor ve onu bir kalemde silmiyor. Kötü gördüğü kişinin de iyi yönlerini artık görebiliyor. Ona bakmaya, onu dinlemeye tahammül edebiliyor. Hâlbuki terapiden önce, kötü bellediği kişiye “hiçbir iyi haslet yok” nazarı ile bakıyordu, iyi hiç bir şeyi ona yakıştıramıyordu.
“Savunma mekanizmaları nasıl olgunlaşır?” demiştik. Terapi ile bölmeyi ortadan kaldırırsak, olgun savunma mekanizmalarının önünü açmış oluruz. Bölmenin egemenliğine son verdiğimizde, bu durum kendiliğinden gerçekleşiyor. Yani bölme merkezli savunma mekanizmalarından, bastırma merkezli savunma mekanizmalarına geçmiş olur danışan. Bunu nasıl yapıyorsun; bölmeyi ortadan kaldırarak.
Nasıl?
“Bölme varsa kişi borderline organizasyondadır.” demiştik. “Borderline organizasyonun tedavisi”nde ne yapıyoruz; netleştirme, yüzleştirme, yorumlama yapıyoruz. Bu uzun bir fasıl. Kalıcı bir terapi, bölmeyi sona erdirmeyi amaçlar. Bunun haricinde yaptığı her şey aksesuardır. Bölmeyi ortadan kaldırmayan her terapi geçicidir, yüzeyseldir.
Bu vakalarda yüzleştirme mümkün müdür, doğru olur mu?
Tedavi ancak yüzleştirmeyle olur; yüzleştirme olmadan olmaz. İki parça halindeydi ya kendilik; işte bu iki yakayı bir araya getirmeye çalışıyoruz. Yüzleştirme bu demek. Danışan der ki “Sen dünyanın en kötü insanısın, yıllardır beni sömürüyorsun; hatta insan bile değilsin.” Sonra da “Sensiz yaşayamam, hayatım sensiz anlamsız.” der. O iki zıt kendilik tasarımının yansıması bu iki zıt kutup. Bu zıt kutupları yüzleştirmelidir terapist, yani karşı karşıya getirmelidir ki birbirlerine temas etsinler, böylece birbirlerini nötralize etsinler. Çünkü bir o taraftadır danışan, bir bu tarafta. “Ortası yoktur.” demiştik. Bir terapiste ne “Sen dünyanın en kötü terapistisin.” diyebilirsin, ne de “Sen dünyanın en iyi terapistisin.” diyebilirsin. İkisi de gerçek değil. Öyleyse hasta gerçeği görmüyor ve bu nedenle hayat becerileri gelişmiyor, duyguları olgunlaşmıyor. İkisini birbiriyle temas ettirmek gerçeğe doğru atılmış bir adımdır.
Narsistleri yüzleştirmek tehlikelidir. O yüzden çok çok dikkatli olmak gerekir. Bu sebeple narsistler daha zor vakalardır, daha zorlayıcı vakalardır. İşin kötüsü bunu bile bir iftihar vesilesi addederler. “Hangi çılgın beni tedavi edecekmiş, şaşarım.” der gibidirler. Tabii acıklı bir durum…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.