İnsan nasıl kompleks bir varlıktır ki ölüm gerçeğini bilmesine rağmen hiç ölmeyecekmiş gibi ya da kendisine hiç sıra gelmeyecekmişçesine yaşıyor? “Her nefis ölümü tadacaktır.” ayeti her gün, her saat, her an yüzlerce insanın ölümünü adeta dünyaya haykıran bir hakikatin ta kendisi değil mi? Ve “Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır.” (Nisa,4/78) ayetinde belirtildiği gibi kaçış, saklanma, hiçbir şekilde ölümden kurtuluş yok. Her ne kadar insanoğlu ölümsüzlüğü arzulasa da, hiç ölmeyecekmiş gibi bir duyguyla yaşasa da aklının bir köşesinde bir gün öleceği bilgisi vardır, bunu kabul eder. Aklı yerinde olan her insanın bildiği kaçınılmaz bir gerçeğidir bu…
İnsan bir filmde oynarken, bir rolü canlandırırken bile o duyguyu yaşıyor, hissediyor ve karşısındaki kitleye verebiliyor. İçselleştirilmeyen hiçbir rol etkili olmuyorken ölüm gerçeğini ne kadar içselleştiriyoruz? Çok sevdiği bir yakınını kaybeden bir insan düşünün. Öleni “son yolculuğuna uğurlamak” diye bir tabir vardır. Son görevi olarak ölmüş yakınının cenaze defin işlemleri; yıkama, kefenleme ve son durak kara toprak olan, yolculuk evrelerine şahit olsun, yakından takip etsin. Adeta bir hayat oyununun son sahnesini izliyor gibi… Son açılan perde ise öleni uğurlamak olsun… Evet musalla taşında bekleyen tabut birazdan onun için hazırlanan son yerine defnedilecek. Ne çabuk sıra ona gelmişti… Çok sevdiği bir ailesi, dostları arkadaşları vardı. Gününü nasıl ve kimlerle geçiriyor, neler yapıyordu? İş hayatı yolunda mıydı? Ve en önemlisi hayatın anlamı onun için neydi? Hayat sahnesinin son perdesi olan ölümü izliyorken insanın, kendine kapalı olan perdeleri fark etmiyor olması ne kadar acı!
Ölümü ne kadar içselleştirebiliyorsak o kadar algılıyoruz diyebilirim. Ölüm gerçeği ile yüzleştikçe insanın kalbine çok keskin bir hakikat fısıldıyor. “Ölüm haktır (el mevtü hakkun).” Bu fısıltı vakti, saati gelen herkesin ve benim de öleceğimizin kalbî kabullenişidir. Yani insanı ahiret yokmuş gibi yaşamaktan alıkoyan, dünya yaşamının dengesini de oluşturan uhrevi duruş, iman boyutudur. İman kişiyi ahiret ve sorgu yokmuş gibi yaşamaktan korur. İnanmamaktan bahsetmiyorum; inanan fakat ahiret yokmuş gibi gaflet içinde yaşayan, dünya ile yetinenlerden bahsediyorum. Rabbim muhafaza eylesin.
Hangi dine, ekole mensup olursa olsun, hangi akımın esiri olursa olsun dünya hayatının sonlanmasını kimse inkâr edemez. Fakat dünyadan ayrılmama, kopamama duygusu ve ölümden sonra ne olacağını bilmeme korkusu, bir yok oluş düşüncesi dünya sevgisini ve bağlılığını artıran bir yerde kendini gösteriyor. Bugün insanları dondurup yıllar, hatta yüzyıllar sonra uyandırma ya da daha uzun yaşayabilme düşüncesinin nedenlerini buraya bağlamak mümkündür. Allah’ın ayetinden gafil kalanlar, bu dünyada ebedi kalmayı başaramadıkları için de dünyadan zevk almaya bakar ve sadece burada mutlu olmaya çalışırlar.
Bugün bir Müslümanın gündeminde ölüm mutlaka ders ve ibret alınması gereken bir yerde olmalıdır. “Nasihat olarak sana ölüm yeter.” hadisini Hz Ömer’in yüzüğüne yazdırdığı, ölümü hatırlamak için sık sık ona baktığı rivayet edilir. “Dünyada bir garib gibi, yabancı gibi, hatta bir yolcu gibi ol! Kendini kabir halkından biri gibi kabul et.” (Tirmizi, Zühd, 25) “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 2/312) hadis-i şerifleri, hayatımızda dünya ve ahiret dengesini oluşturmalıdır. Hz. Ömer örneğindeki gibi çok sıkça okuyabileceğimiz, görebileceğimiz alanlara hatırlatıcı olarak yazmamız, bulundurmamız elbette fayda sağlayacaktır. Dünyevi cazibelere kapılma, aldanma ve gaflet halinden korunmak için önlem almak, teyakkuz halinde olmak gerekir. Maneviyatı yok sayma anlamında dinden uzaklaştırıcı bir sürü imtihanın olduğu ve kalbî mücadele içinde olmamızın önemli olduğu gerek ayet gerek hadislerle belirtilmiştir. Ayrıca ölümle rabıtalı bir hayatın sadece uhrevi anlamda kazandırdıklarından bahsetmek istemiyorum. Bu dünya hayatında olması gereken doğru iletişim, dünya hayatının düzeni ve mutluluğu, başarısı bu psikolojiyle mümkündür diyebilirim. Çünkü malın, mülkün, kariyerin esiri olmaktan seni alıkoyar ve Allah benden ne istiyor psikolojisi ve ahlakı içinde olmayı sağlar. Bu psikoloji, yapılan her işin en iyisini yapma yönünde de bir ivme kazandırır. “Allah yolunda sarf edin, kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayın, işlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.” (Bakara, 2/195) ayetinde yapılan her işi düzgün yapmanın önemi ve Allah katında karşılığı olduğu belirtilir. Yapılan her iş için daha iyisi olmasını sağlamaya çalışmak, bunu istemek kişide güzel ahlak ve erdemler de oluşturacaktır. Bir annenin çocuğuna daha iyi bir anne olabilmek için uğraşması, komşuluk ilişkilerinde yardımsever olabilmek, gözetmek ve ufak tefek sıkıntılara katlanır olabilmek, iyi bir terzi, aşçı vs. olmak sorumluluk duygumuzu da artırarak daha kuşatıcı bir bakışla etrafımıza faydalı bir insan olmaya yönlendirir. Dünya ve ahireti ayrı kutuplara yerleştirmeye son verip tevhidî bir bakış açısını zihnimize yerleştirmek her türlü aşırılıktan koruyacağı gibi yaptığımız her güzel işin ibadet olduğunu bilerek ihlasa taşıyacaktır. Dünyevileşmemek için ölümü sık sık hatırlamak ve yapılan her işte “Allah, ne yaparsam benden razı olur?” düşüncesi ile hareket etmek gereklidir. Bu düşüncede olmak hem imanımızı artıracak hem de etki alanımızı genişleterek insanların kalbine ve gönüllerine hitap etmemize, yaptığımız hangi işse mesleğimizde de faydalı biri olmamıza zemin hazırlayacaktır.
Günümüzde ise bilhassa eğitim sisteminin yol açtığı birçok sertifika neticesi etiketler ve iş alanları oluşmaktadır. Kendini birçok alanda geliştirmiş kişilerin sayısı artmakta fakat etkisi azalmaktadır. Sözleri etkisiz ve tesirsizdir. Ayrıca şan şöhret, varlık, güzellik gibi özelliklerin çok önem verildiği, örnek gösterildiği ve güzel ahlaka dair birçok hasletin de yitirilmeye başlandığı bir zamandayız. Hz. Hatice’nin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ilk vahiy geldiğinde teselli olarak söylediği şu sözler bu asırda yaşanan pek çok sorunun da cevabıdır. Şöyle ki Hira Dağı’nda Alak Suresi’nin ilk 5 ayeti Cebrail (a.s.) tarafından vahyedildiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) heyecanla mağaradan çıkıp korku içinde evine vardığında eşi Hz. Hatice’ye “Beni örtünüz, çabuk beni örtünüz.” dedi. Bir müddet dinlenip heyecanı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice’ye anlattı ve “Kendimden korkuyorum.” dedi. Hz. Hatice şu sözlerle Efendimiz’i (s.a.v.) teselli etti: “Allah’a yemin ederim ki Cenab-ı Hak hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen akrabanı gözetirsin. İşini görmekten aciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhur eden olaylarda halka yardım edersin.” diye cevap vererek aslında Allah katında mahcup olmayacak insan tipini asırlar öncesinden çiziyor. Evet, Hz. Hatice, “Allah seni mahcup etmez, çünkü sen şu soydan geliyorsun, şu kadar zekisin.” gibi özelliklerinden, yakışıklılığından, bilgi ve birikiminden bahsetmiyor; insan ilişkilerinden ahlak ve iyiliğe işaret ediyordu. Bugün ahlaki eksik ve kusurlu, samimiyetsiz ve çıkara dayalı ilişkilerden ve yaşayışlardan günümüz Müslümanlarının örnek teşkil ettiği; iyilik ve güzellik adına, İslam adına, ahlak adına ne kadar etkisiz ve tesirsiz oldukları ortada değil mi? Artık örnek olma zamanı, tüm iyi davranışları teşhir etme zamanı… Evet, hayat fani, zaman çok çabuk akıp geçiyor, ömür tükeniyor. Bize vadedilen bir zaman var, o zamana kadar vakit varken ömrümüzün değerini bilelim. Etrafımıza, sevdiklerimize, ailemize sevgimizi ilgi ve alâkamızı her zamankinden daha çok gösterelim. Ufak kırgınlıkları büyütmeyelim. Olumsuz ve negatif düşüncelerle zamanı heba etmeyelim. Her gün Allah’ın bizlere lütfettiği yeni bir gün. Şükür duygularıyla güne başlayıp kıymet bilelim. Kıymet bilelim ki gereken değeri ancak o zaman gösterebiliriz. İşte bu düşünce ile güne gözlerimizi açalım ve niyetimizi alalım. “İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” diyerek Rabbimiz’in rızasını kazanacak amellere niyet edelim. Belki ufak bir cömertlikle yardım eli oluruz, ufak bir tebessümle gönüller kazanırız, ufak bir muhabbetle dertleri, sıkıntıları hafifletiriz… Bu dünyada yapılan güzel ahlaka dair her ayrıntının da ahirette kat kat derece atlamamıza vesile olacağını unutmayalım… İnsanın uhrevi anlamda çalışması için sadece vaiz, hoca, imam olması değil; hangi iş ve mesleği yaparsa yapsın Rabbimizin ayette belirttiği gibi en güzel şekilde ihlasla yapması yeterlidir. Yani bu dünyada yapılan her şey, her meslek, her iş öbür dünyayla bağlantılı… Öyleyse kontrollü ve dengeli bir ömür geçirmek, güzel ahlakı yaşamak, örnek olmak imtihan alanımız. Telafisi olmayan bir hayata geçiş yapmadan, telafisi mümkün olan tüm yaşayışımızı vakit varken rafine edelim. Rabbim muvaffak eylesin…