Modernite ve Gelecek / Dr. Mehmet Öztürk

52-moderniteYazımızın amacı; modernite, çağdaşlaşma, batılılaşma… gibi güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen aktüel kavramlar üzerinde adrenalin katsayısını yükselten akademik ve entelektüel bir tartışma yapmak değildir. Yaşadığımız çağın nasıl okunması gerektiğinden hareketle birey ve toplum planında nasıl bir duyuş ve duruş sergilenilebileceğinin kodlarını ortaya koyarak bu duyuş ve duruşu çağın gerekleri ve gerçekleri doğrultusunda deşifre etmek ve açıklamaktır.

Modernite; kökleri 16. yüzyıla kadar uzanan, Avrupa’da ortaya çıkan ve zamanla da tüm dünyaya yayılan “gelenek” karşıtlığı ve ondan kopuşu anlatan bir dünya görüşünü ifade eder. Aydınlanma felsefesine dayanır. Aklı, bilimi ve insanı merkeze alır. Dini toplumsal hayatta geri plana iter, sekülarizmi esas alır ki; geleneklerden kopuş ve köklü bir dönüşüm demektir.

Bireycilik, özgürlük, eşitlik, dünyevilik, pozitivizm, maddecilik, rasyonalizm, çoğulculuk, sanayileşme, ilerleme… temel kavramlarıdır. Modernite, modernleşme, modernizm birbirini çağrıştıran, birbirinin yerine kullanılan kavramlar olsa da aslında anlam farklılıkları söz konusudur. Moderniteyi bir dünya görüşü, modernizmi bir kültür ve sanat akımı olarak ifade etmek mümkünse, modernleşmeyi de bir ideoloji olarak tanımlamak yanlış olmaz.

Yine modernite ile ilintili olarak kullanılan çağdaşlaşma, batılılaşma gibi kavramlar da vardır ki; “çağdaşlık” ve “çağdaşlaşma” kavramları bizde genellikle “batılılık” ve “batılılaşma” ile eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bazı düşünürlere göre modernleşme, Batı’ya ait bir olgudur ve Batı’nın problemi değildir, diğer ülkelerin sorunudur bu. Diğer toplumlar bu sürecin yolcuları olma durumundadırlar ve Batı’nın izinde ilerlemekte ve modernleşmektedirler. Modernizm ve çağdaşlık, Batı ile ilişkilendirildiği için, batılılaşma ile eş anlamlı tutulmaktadır.

Batılılaşma, Batı standartlarını pozitivist ve materyalist dünya görüşü ekseninde yakalama ise, buna din mânîdir, engeldir, ikisi bir arada olamaz. Çağdaşlaşmaktan maksat, zamanın getirdiği yeniliklerle “yozlaşmadan uzlaşmak”, uyum sağlamak ise buna bir itiraz söz konusu olamaz.

Batı’da kuvvet, mücadele, sömürü, negatif milliyetçilik, oportünizm yani çıkarcılık ön plandadır. Haklı olan kuvvetli değil, kuvvetli olan haklıdır. Seküler anlamda kalkınma, imar, inşa ön plana çıkarılırken moral değerler bağlamında tam bir değerler erezyonu söz konusudur.

Başka bazı yazılarımızda dağınık olarak ifade ettiğimiz konu ile ilgili birtakım hususları, daha iyi anlaşılması ve bütünselliği sağlamak adına yinelemekte büyük bir yarar olduğunu düşünüyoruz:

“Batı’nın saplanıp kaldığı açmazın arka planında, insanı madde olarak algılayıp ruhunu göz ardı eden bir anlayış yatmaktadır. Materyalizm ve pozitivizmin kıskacındaki Batı, maalesef bu bataklığa saplanmış, debelenip durmaktadır. Nüfus artmamakta hatta negatife geçmektedir. Üstelik her geçen gün yaşlanmakta, dolayısıyla toplum, genç kuşak olmayınca dinamizmini yitirmektedir. Suç oranları, cinsel sapkınlıklar, intiharlar limitleri zorlamaktadır. İstatistiklere göre Batı’da doğan çocukların %30’dan fazlası gayrimeşru ilişki sonucudur. Homoseksüel ve lezbiyen evlilikler yasal güvence altına alınmaktadır.”

Yine; “Batı uygarlığının karakteristik özelliklerinden biri olan “bireycilik” anlayışı, görünürde pozitif bir algı oluştururken gerçekte bambaşka sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Söz konusu bu “birey” kendini gerçekleştiren “sosyal birey” olmayıp egosantrik “narsist birey”dir. Batı’da sürekli olarak empoze edilen “bencil bir özgüven” duygusudur. Birey adeta idolleştirilir. Ne var ki ruh ve moral değerler inkâr edildiğinden, insan adeta biyonik ve robotik bir makine olarak algılanmıştır. Materyalist ve pozitivist bir dünya amaçlandığı için de android ve terminatör bir karakter ortaya çıkmıştır. Böylesi bir insan kalabalıklar içerisinde yalnızlaşan bir insandır. Toplum içerisindedir ama asla sosyal değildir. Bencildir, katıdır, şefkatsizdir. Sosyal darwinizmi esas alan bu felsefedeki biri için; “güçlü olan yaşar”, “insan insanın kurdudur”, “zayıf olan yok olmaya mahkûmdur”, “haklı olan güçlü değil, güçlü olan haklıdır.” Aksi taktirde Batı’dan ithal öjenizm (ırk ıslahı), biyolojik determinizm, asimilasyon, holokost, jenosit (soykırım), emperyalizm… gibi kavramları nasıl izah edebilirdik?

Oysa “İslam’ın insanı” kalabalıklar içerisinde yalnızlaşan, eriyen bir insan değildir. İslam’ın öngördüğü insan prototipi “Ferd-i Vahid” tir; müstakildir; hususen Allah’a muhataptır; özeldir. İslam, insan gelişimini nefs terbiyesi, kalp tasfiyesi üzerine inşa eder. Ruhunu anlamaya, analiz etmeye çalışır. Oysa Batı’da özellikle de pozitivist yaklaşımda ruh inkâr edildiği için sibernetik “makineleşmiş bir insan” bakışı söz konusudur.

Bilim, teknoloji, ekonomi, para anlamında zirvelerde dolaşırken; kültür, sanat, sosyal ve moral değerler, ahlak, metafizik, inanç, mutluluk, huzur vb. alanlarda çok gerilerde yer alabilirsiniz. Bu değerler, toplumdan topluma farklı olarak da algılanıp değerlendirilebilir. Ancak, değişmeyen sonuç şudur ki; Batı, mutluluk ve huzuru yitirmiştir. Onları ayakta tutan paradır. O da ellerinden çekilip alınacak olsa uygarlık ve insanlık dedikleri şeyin uçup gittiği görülecektir. Nitekim tarihin kaydettiği en kanlı ve vahşi hesaplaşma, kendi aralarında iki defa “dünya savaşları” olarak yaşanmış ve yüz milyondan fazla insanın hayatına mal olmuştur.

Son zamanlarda özellikle “yaşam tarzı”, “dünya görüşü”, “hayat felsefesi”, “sınırsız özgürlük” gibi dışı yaldızlı, içi boş birtakım kof kavramları sıkça duyar olduk.

Peki insanlar yaşam tarzı, hayat felsefesi, dünya görüşü ya da sınırsız özgürlük türünden duygu ve düşüncelerini söylem veya eylem haline getirirlerken ne gibi parametreleri esas almaktadırlar? Bunda hangi gerçeklikler belirleyici olmaktadır?

Üç tür “gerçeklik”ten söz edebiliriz: objektif gerçek, subjektif gerçek ve mutlak gerçek.

“Objektif gerçek”; objenin, nesnenin ya da bir başka ifade ile maddenin bilgisini ifade eder. Bilimsel bilgi olarak da adlandırılan bu gerçeklikte deney vardır, gözlem vardır. Determinist ve üniversal bir karakter taşır.

“Subjektif gerçek”; sujenin, öznenin ya da tam karşılığı ile ‘insanın bilgisi’ni ifade eder. Değişkendir. Kişiden kişiye, toplumdan topluma farklı anlamlar taşır. Özünde izafiyeti barındıran “kişisel mülahazalar” dünyasıdır. Özellikle “değer yargıları” dediğimiz olgularla karşılaşılan bir gerçeklik türüdür. “Bana göre”, “sana göre” biçiminde yapılan tanımlamalar çok sık görülür. “Güzellik, çirkinlik, iyilik, kötülük, estetik ve sanatsal yaklaşımlar…” subjektif gerçeklikler olarak değerlendirilebilir. Kapsam ve muhtevasından da kolaylıkla anlaşılacağı üzere herhangi bir bağlayıcılıkları söz konusu değildir.

“Mutlak gerçek” ise; zaman ve mekân kaydına bağlı olmaksızın, her zaman ve mekânda geçerliliği olan, değişmeyen, eskimeyen, yanlışlanması mümkün olmayan “İlahi Bilgi” demektir. Allah’ın varlığı, birliği türü konular bu kapsam dahilindedir. Allah’ın varlığı, birliği, Kur’an’ın Allah kelamı olduğu… gibi hususlar sayısız delillerle kanıtlanmış bir gerçekliktir. Şu an için konumuz bu olmadığı için detaylara girmiyoruz. Ancak bu doğrultuda yazılmış çok sayıda yazılı bilgi, belge ve doküman olduğunu belirtmek isteriz. Ayrıca kütüphaneler bu alanda yazılmış kitaplarla doludur. Hele “iletişim ve bilişim çağı” olarak adlandırılan günümüz “internet” dünyasında Allah’ın varlığı, birliği, Kur’ân’ın Hak kelamı olduğuna dair belge, kanıt ve argümanlara kısa bir sürede ulaşmak artık çok basit ve kolay hale gelmiştir.

Günümüz internet çağında –hâşâ- Allah’ı inkâr etmek asla mümkün değildir. Her türlü bilgiye küçük bir araştırmayla anında ulaşabilmeniz söz konusu olabilmektedir. Bu nedenle çağımızda cehaletin mazereti kalmamıştır. Üstelik inanmak kolay, buna mukabil inkâr etmek ise zoru seçmektir. Çünkü inkârın hiçbir bilimsel ve rasyonel temeli söz konusu değildir. Allah’ın yokluğuna dair tek bir delil bulunmazken, varlığına dair sayısız delil vardır.

Yaşam tarzı, dünya görüşü ya da hayat felsefesini dizayn edenler, yukarıda sıraladığımız hangi paradigmayı baz alarak kendilerine yön vermektedirler? Bu iş çok ciddidir. Şakaya gelir tarafı yoktur. Çünkü bu anlayış ve algılayışlar; insanların “hayat”ı, “ölüm”ü ve “ölüm sonrası”nı değerlendiriş koordinatlarını ortaya çıkaran temel kabul ve yaklaşımlardır.

Bilimsel gerçekleri esas alarak hayatınıza yön veriyorsanız seküler, dünyevi anlamda pratik ve pragmatik olarak birtakım yararlar elde edebilirsiniz. Ama hepsi o kadar. Çünkü modern bilime dayalı objektif bilgilerin ölüm ve ölüm sonrasına yönelik herhangi bir tasavvur ve projeleri söz konusu değildir ve olamaz da. Zaten kendilerinin de böyle bir iddiaları yoktur. Ayrıca bu konular, modern bilimin kapsam alanı dışındadır. Ama ne garip bir paradokstur ki inkâr edenler de genellikle bilimi kendilerine referans alırlar. Bu çelişkinin tek bir izahı vardır; bağnazlık. Çünkü hiçbir delile dayanmaksızın inkâr etmenin tanımı fanatizmdir, bağnazlıktır, yobazlıktır.

Yok, eğer yaşam tarzınızı, hayat felsefenizi ya da dünya görüşünüzü “subjektif gerçekler”e göre belirliyorsanız işiniz daha da vahim demektir. Çünkü bu saha tamamen nisbî ve izafî bilgiler dünyasıdır. “Sana göre”, “bana göre” değişebilen yargılara göre hüküm inşa etmek hayatla kumar oynamaktan farksızdır. İnsan sayısınca görüş ortaya çıkacağı için bu durum tam bir düşünce ve fikir enflasyonuna yol açarak kaotik bir atmosferin oluşumuna zemin hazırlayacaktır. Sayısız fikir ve düşüncenin tedavül ettiği bir ortamda doğruları bulabilmek ise iğneyle kuyu kazmaktan farksızdır. İnsanların da böyle bir lüksü yoktur. Böyle bir duruma ne zaman ne de zemin müsaade eder. Aynı zamanda buna ömür de kifayet etmez. Geriye tek alternatif kalıyor; mutlak hakikat.

Gerçeklik böyle olmakla beraber Müslüman dünyanın bugün içine düştüğü durumu sağlıklı analiz edebilmek için “aşağılık kompleksi” kavramı üzerinde de kafa yormakta büyük yarar vardır. Bugün İslam coğrafyası, maalesef kan ve göz yaşı içerisinde inlemektedir. Çare ise kendi değerlerinden taviz vererek kör bir Batı taklitçiliğinde aranmaktadır. Batı referanslı olmayan hiçbir şeye inanılamamakta, yoz ve melez bir kültür içerisinde müthiş bir kimlik ve kişilik krizi yaşanmaktadır. Patololojik bu ruh halini anlayabilmek için kompleks olgusunu biraz açalım:

Kendisini, bir başka kişi veya topluluk karşısında yok hisseden yani aşağılık kompleksi olan insanlar, temelde iki davranış kalıbı geliştirirler: Eğer kişi aktif bir yapıya sahipse ve kendini yok hissediyorsa, bu insanın sergileyeceği davranış parametreleri; yanında komplekse girdiği kişiyi yok sayma, inkar etme, eleştirme, kıskanma, ayağını kaydırma çabaları vs. şeklinde tezahür edecektir. Dolayısıyla onu refüze etmeye, enterne etmeye çalışacaktır. Aksi takdirde kendisi var olamamaktadır. Karşısındaki kişi, kendisine gölge teşkil etmektedir. Onu bir biçimde yok edecektir ki kendisi var olabilsin. Buna “aktif kompleks” diyoruz.

Bir diğer kompleks tezahürü de “pasif kompleks” olarak adlandırılabilecek bir durumdur. Böyle bir yapıya sahip kişi aktif kompleksin aksine, karşısındaki kişiyi pasifize edemediği için kendini pasif kılma yolunu tercih etmektedir. Kendisini kendisi yapan ne gibi değerleri varsa inkar yoluna giderek karşısındakinin tüm değerlerini kendine taşıma yolunu seçmektedir. “kişilik ikamesi” de diyebileceğimiz bu patolojik durum, tam bir “taklit” hâlidir. Kendini kişiliksizleştirerek karşısındakinin kişiliğini giyinmeye çalışmaktadır. Onun değer yargılarını, inancını, niteliklerini vs. kendine taşıyarak var olma psikolojisidir. Sonuçta silik, sönük bir şahsiyet ortaya çıkacaktır.

Böylesi bir tezahür, kişiler için geçerli olduğu gibi, gruplar, topluluklar, hatta milletler için de söz konusu olabilir. Başka bir yazımızda bu konuya kısaca değinmiş, son iki yüz yıllık “batılılaşma” serencamımızın temelinde maalesef bu pasif kompleksin yattığını, kompleksli aydınlarımızı da örnek vererek ifade etmeye çalışmıştık.

Oysa Necip Fazıl gibi aksiyoner ve kişilikli bir yaklaşım ve duruş göstermeliydiler. Ne diyordu Necip Fazıl: “Ey düşmanım! Sen benim ifadem ve hızımsın/Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın.” Şu harika söz de ona aittir: “Zamanı kokutanlar mürteci diyorlar bana/ Yükseldik sanıyorlar alçaldıkça tabana.”

Aşağılık kompleksi olan insanlar ve toplumlar, özendiği, taklit ettiği kişi, zümre ve ülkeleri idol haline getirirler. Onların değer yargıları, kültürleri hatta inançlarını kendi değerleri, yargıları ve inançlarının yerine ikame etmek isterler ve “İnancımız doğru olsaydı geri kalmaz, bu halde olmazdık.” ya da “Onların inançları doğru ki bizden ileriler…” türünden patolojik analizler yaparlar. Oysa bu yanlış değerlendirmeyi basit, rasyonel bir diyalektikle çürütmek mümkündür: Geçmişe baktığımızda, tarih sahnesinden birçok uygarlığın gelip geçtiğini görürüz. Lokal düzeyde çok sayıda bulunsa da çağının dominant uygarlığı olmayı başarmış olanlarının sayısı bir elin parmaklarını pek geçmez. Bilinen en eski uygarlık Mezopotamya uygarlığıdır. İlave olarak; Mısır, İran, Çin, Roma, Osmanlı ve günümüz Batı uygarlığını sayabiliriz. Dikkat edilirse uygarlıklar tarih boyunca sürekli el değiştirmiştir. Bu uygarlıkların kimi pagan kültüre dayanır putperesttir, kimisi Budist, kimisi Hıristiyan, kimisi de İslam medeniyetidir. Bu uygarlıkların ortak özelliği; tabir yerindeyse çağının Amerikası konumunda olmalarıdır.

Aşağı yukarı bütün dinler ve inançlar, geçmişte çağının süper gücü olmayı başarabilmiştir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Medeniyetler, hiçbir dinin ya da milletin inhisarında, tekelinde değildir. Uygarlıkların el değiştirme serüveni bize, inançlarla uygarlıklar arasında belli bir etkileşim olsa da direkt, tek taraflı bir korelasyonun varlığını göstermiyor. Sen Budistsin, Pagansın; çağının süper gücü olamazsın demiyor yüce Allah. Seküler anlamda bile olsa “Çalışırsan karşılığını alırsın” gerçeğiyle karşılaşıyoruz bu dünyada. (Ahirette hesap ayrı tabi). “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) ilahi beyanı, ancak çalışanların başaracağını bizlere haber veriyor. Yüce Allah, Müslüman’a torpil geçmiyor. Çalışmazlarsa Müslüman da olsalar üzerlerinde, geriliğin hor ve hakirlik hükmünü infaz ediyor.

İslam dünyasının geri kalmışlığının nedeni İslam değil, Müslümanlar ve başka faktörlerdir: Müslümanların çalışmaması, tembelliği, tefrika, sömürge oluşları, bilim ve teknolojiye gereken önemi vermemeleri vb. birçok neden İslam ülkelerini -bugün için- maalesef geri bırakmıştır. Batı’nın karanlık skolastik ortaçağı, İslam dünyasının medeniyet şahikası olduğu dönemdir. Kompleksli aydınımızın ağzında pelesenk olarak kullandığı “ortaçağ karanlığı” yaftası, aslında Batı’yı ifade eden bir kavramdır. Ne var ki Müslümanlar için kullanırlar.

Bugün, Batı uygarlığına bakarak aşağılık kompleksinin de etkisiyle kendi inancını sorgulayanlar, dün yaşıyor olsalardı o çağın süper gücüne özenerek yine o günkü inançlarını da sorgulayacaklardı. Günümüzde fütüristler, Türkiye’yi yakın geleceğin süper gücü olarak favori göstermektedirler. Bugün ileri olan birçok ülkenin ise gerileyeceği, bilimsel verilerle ifade edilmektedir. Şimdi, aşağılık kompleksiyle malul, Batı karşısında ezilen, dolayısıyla inancını sorgulayan zavallılara şu çarpıcı soruyu sormak gerekir: Yarın, Müslüman Türkiye her alanda çağının süper gücü olduğunda ki -bilimsel projeksiyonlar bunu gösteriyor- o zaman “Müslümanlığın geri bıraktığı” yönündeki tez çökmüş olmayacak mıdır? Bu, tam bir anakronizm halidir. Gerçeklerin zaman ve mekan uyumsuzluğudur.

Devlet ve milletlerin de takdir edilmiş belli ömürleri vardır. İnsanların doğup büyüyüp ölmeleri gibi, ülkeler, milletler de kurulup gelişip yıkılırlar. Ülkelerin de eceli söz konusudur. “Helak ettiğimiz hiçbir ülke yoktur ki hakkında (bizce) bilinen bir yazgı olmasın. Hiçbir millet ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.”(Hicr, 15/4, 5)

Gerek insan gerek toplum gerekse ülke planında, her alanda ve her anlamda dün geri olan bugün ileri, bugün geri olan yarın ileri, bugün için ileri olan da yarın geri duruma gelebilir. Bu durum, ayetlerle izah ettiğimiz ilahi bir hakikattir. Her varlık için mukadder bir ecel söz konusudur. Zaman ve mekân kaydıyla sınırlı dünyamızda, yukarıda sözünü ettiğimiz olgular, insanlar için izafi gerçeklerdir. Oysa inanç, zaman ve mekan kaydına bağlı olmayan mutlak hakikati ifade eder. Mutlak iman hakikatlerini, rölatif olan ilerilik, gerilik, modernlik, çağdaşlık gibi subjektif kavramlarla çek etmek, tam bir aldanmışlık halidir. Konuya salt aklın penceresinden bakmak, insanı yanıltabilir. Aklın yanısıra vahyin aydınlatıcı atmosferinde bütüncül yaklaşım ise ilahi sigortaların devreye girdiği en doğru, en sağlam ve en sağlıklı yoldur.

“Her milletin belli bir eceli vardır. Onların eceli geldi mi, ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”(Araf, 7/34)

Bu kutsi beyan ve ahir zamana yönelik hadis-i şerifler ışığında şunu açıklıkla ifade edebiliriz ki; sömürüye dayalı Batı uygarlığının sonu yakındır. Dünyamız çok köklü bir trasformasyonun eşiğindedir. Yaşanılan tüm acılar, akıtılan kan ve göz yaşları hızla yaklaşmakta olan kutlu bir doğumun belirti ve sancılarıdır. Şu gerçek asla unutulmamalıdır ki; “Karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır..!”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.