Modern Eğitimin Anlam Arayışı / Doç. Dr. Neslin İhtiyaroğlu

Modern eğitimin yaşadığı anlam krizini çok boyutlu bir şekilde ele alıyorsunuz. Bir yanda aklın öncelenmesi ve bilimin kutsanması, diğer yanda ruhun dışlanması ve anlam yitimi var. Bu çift yönlü krizin temelinde yatan paradigmatik yanılgıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Maddi dünyanın esiri olmuş günümüz modern insanı hayatının amacını, ülküsünü ve manasını ya hiç bulamamış ya da kaybetmiştir. Esasında bir araç olmaktan öte anlam atfedilmemesi gereken para, iş, kariyer, ün gibi değerler bugünün insanında amaç haline gelmiş; böylece daha iyi bir okul, daha yüksek gelirli bir iş, daha lüks bir araba, daha üst bir kariyer insanların hayalini süsleyen hedefler haline dönüşmüştür. Dahası insanlar çalışmadan çok kazanmak, çaba sarf etmeden ilim sahibi olmak, emek vermeden önemli olmak yani ekmeden biçmek için çeşitli yollar aramaya başlamıştır. Aslında tüm bunlar liberal, liberal olduğu için rekabetçi, rekabetçi olduğu için bencil ve bencil olduğu için pragmatist olan bir eğitim anlayışının doğal neticeleridir.
Tüm olumlu güzellemelere rağmen “çıkarcı” ve “fırsatçı” anlamının ötesine geçemeyen ve “faydalı olan iyidir” ilkesini kendine şiar ediniş bu pragmatist eğitimde kişi, sadece kendi yararına odaklanmakta ve başkaları için harekete geçmeyi, onları değerli görmeyi göz ardı etmektedir. Ne var ki bu ben merkezli ve kendisine yabancılaşmış insan, elde ettiği maddiyatla bile mutlu, mesut ve huzurlu olamamıştır. Çünkü insan maddi olanla beslenerek huzuru elde eden bir varlık değildir.
Dünya hayatının maddi boyutuna dalan ya da birçok manipülasyonla daldırılan insan, ruhunu beslemeyi unutmakta; beslenmeyen ruh ise zayıf ve bitap düşmektedir.
Bu ve benzer nedenlerden dolayı gerek kişisel hayatımızda gerekse bir öğretmen olarak mesleki hayatımızda; ruhu, gönlü, duyguyu, vicdanı, hikmeti, irfanı ve kalbî yönelişi ön plana çıkaran, insanın aslında bunlardan müteşekkil olduğunu ortaya koyan bir anlayış geliştirmek zorundayız. Eğer bunu gerçekleştirmezsek, bu maddede kayboluşun, yarın bir kara deliğe dönüşeceği ve bizi, ailemizi ve toplumumuzu yok edeceği aşikârdır.
Sekülerizm, pozitivizm ve pragmatizmin modern eğitime hâkim olan üç temel paradigma olduğunu söylüyorsunuz. Bu üçlü paradigmanın oluşturduğu mekanik eğitim anlayışı, insanın ruhani boyutunu nasıl etkiliyor?
Toplumlar modern yaşamın gerekliliklerini yerine getirirken daha doğrusu bu gereklilik gibi görünen durumlar içinde kaybolurken dinî düşüncelerin, inançların, kuralların ve uygulamaların anlamını ve önemini yitirmesi, sekülerizmdir. Bugünün dünyası artık “yaşamı rasyonel bir bakış açısıyla çözebileceği” çıkmazında olduğundan; Yaratıcı, ölümlülük olgusu ve ahiret inancı gibi kavramları günlük yaşamın içindeki uygulamalara dâhil etmez. Seküler anlayışta insan gelişip, iyileşebileceği koşulları kolaylıkla bulabileceğinden ve maddesel koşulları hızlıca elde edebileceğinden, görünür olana önem verilir ancak deneyim yoluyla elde edilebilir bir bilgi olmadığından ahiret inancına karşı kayıtsız kalınır. Sekülerizmdeki ahlak, işin içine dini hiç karıştırmadan sağlam, tutarlı ve insanı mutluluğa götüren bir anlayış çerçevesinde şekillenmektedir. Bu nedenle seküler anlayışta metafizik, teolojik inanç ve hipotezler, rasyonel bilgiden ayrılır. Bilgi tamamen insani ve rasyonel bir temele oturtulur.
Batı dünyası, seküler paradigmayı baskın hale getirirken geleneklerin yerine yasaları; dinin yerine psikolojiyi koymuştur. Tüm bunları yaparken de eğitimi kullanmıştır. Süreç içinde eğitim metafizik ve aşkın değerleri aşılayan değil, öğrencilerin dünyevileşmesini sağlayan bir araç işlevi görmeye başlamıştır. Türkiye’deki eğitim çok uzun zamandır “Faydalı olan doğrudur.” anlayışına hizmet etmektedir. Batı dünyasının paradigması olan bu anlayışın yaşam biçimine yansıması pragmatizmle; düşünce biçimine yansıması pozitivizmle gerçekleşmektedir.
Pragmatik anlayışta değerler ve gerçekler kişiden kişiye değişebilir. Biri için faydalı olan, bir başkası için olmayabilir. Bu durum bireysel çıkarları önceleyen ve diğerlerini öteleyen bir hareket tarzını da beraberinde getirir. Pragmatizmin baskın olduğu toplumlarda toplum kalabalığa dönüşür ve insanlar kişisel menfaatleri için çaba harcamaya başlarlar. Bu durum insan yaşamında kuralsızlığın, ilkesizliğin, değersizliğin ve kişiliksizliğin ön plana çıkmasına ve oportünist bir yaklaşımın baskın hale gelmesine neden olur. Çünkü pragmatizm insanlarda subjektif bir bakış açsını destekler; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi toplumsal olguları zayıflatır; kültürün ve vicdanın dışlanmasına yol açar.
Pragmatizmin etkiyle oluşan dünyevi davranış tarzının düşünce biçimi pozitivizmle şekillenmektedir. Pozitivizm, nesnelliği savunan ve öznelliği yok sayan bir anlayışla temellenir. Böylece insanların zihninde değer yargılarının etkisi görmezden gelinmiş olur. Aynı şekilde pozitivizm, deney ve gözlemi ön plana çıkararak bilimsel bilgiyi ilahlaştırır, insanı bilimin kıskacında hapseder ve insanın çok yönlü bir varlık olma özelliğini yok sayar. Her şeyin ölçülebildiğine inanan, dünyayı verilere indirgeyen, metafiziği anlamsız ve hatta boş bulan bu anlayış, insanı determinist bir çerçevede nesneye dönüştürür ve mekanik bir şekilde ele alır.
Pozitivizmin etkisiyle zihni, pragmatizmin etkisiyle davranışları şekillenen insan, yaşamın gayesini dünyayla sınırlı tutmaya başlamış ve bu da onun dünya hayatının aldatmacası içinde kaybolmasına neden olmuştur. Mutsuz, umutsuz, huzursuz bir ruh haliyle yaşamını sürdürmeye çalışan insan için görmek, dokunmak, gezmek, almak, kazanmak yegâne amaç haline gelmiştir. Yani bugünün insanı, sekülerizm etkisiyle dünya hayatının aldatmacasına kapılıp sürüklenmektedir.
Muhabbet yoksunluğu ve şikâyet halinin hâkim olduğu modern eğitim ortamında kaygı, reaktiflik ve ataletin derin etkilerinden bahsediyorsunuz. Bu durum nasıl bir algının inşa edilmesine neden oluyor?
Muhabbet yoksunluğunun temel sebebi, gerçekten sevmeyi bilmememizdir. Birbirimizi severken farkında olmadan bir karşılık beklememizdir. İlişkilerimizde “Ben ona şunu yaptım, bunu yaptım, saçımı süpürge ettim; o bana bunun karşılığında böyle davrandı.” şeklindeki serzenişimiz aslında sevgi ilişkisi içinde değil de çıkar ilişkisi içinde olduğumuzu gösteren önemli sinyallerdendir. Sahabileri; Peygamberimiz’i (s.a.v.) öyle severlerdi, Peygamberimiz’le (s.a.v.) öyle bir bağ kurarlardı ki Peygamberimiz’le (s.a.v.) konuşmaya başlamadan önce “Anam, babam, canım, malım Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” derlerdi. Düşünsenize! En değerlilerinizi gözünüzü kırpmadan feda edebilecek kadar sevebilmek ne yüce bir duygudur.
Bugünün dünyasında teknolojik gelişmeler ve sosyal medya kilometrelerce uzaktaki yaşamları bizim yaşamımıza dâhil etti. Bilmediğimiz, görmediğimiz birçok farklı yaşamla karşılaştık. Sosyal medya sanal iyi oluş halleriyle dolduruldu. Herkes mutlu, herkes zengin, herkes başarılı, herkesin keyfi yerinde. İnsanlara empoze edilen bu algı insanlarda “Neden bende de yok?” sorusunun ortaya çıkmasına neden oldu. “Neden bende o arabadan yok? Neden ben de öyle bir evde oturmuyorum? Neden ben de yurtdışı seyahatlere çıkmıyorum? Neden o markadan giyinemiyorum? Neden o restoranda yemek yiyemiyorum?” gibi pek çok soru, insanları yaşamlarından şikâyetçi hale getirdi. Bu şikâyetlenme hali, paranın odak nokta olmasını güçlendirdi. Para bir araçken, insanlar için amaç haline dönüştü. Şikâyet ettikçe şükretmeyi ve sahip olduklarımızın kıymetini unutuyoruz; bizden yukarıdakilerin sahip olduklarına göz dikerken, birilerinin hayalini yaşadığımızı fark edemiyoruz.
Bu farkındalık yoksunluğu giderek daha kaygılı, daha reaktif davranmamıza ve atalet içinde olmamıza neden olmaktadır. Kaygı da bugünün insanının yönetmekte en çok zorlandığı duygulardan biridir. Günümüzde salgın, savaş, deprem, kıtlık, hastalık gibi birçok faktör; kaygı kaynağı olarak görülür. Bu gerçek olayların yanında bir de televizyon ve sosyal medyada kehanet adı altında kötü senaryolar üretilmektedir. Bu durum bazı insanların iyi olma düzeylerine ve teslimiyetlerine zarar verir, insanlar kaygı duygularını yönetmekte zorlanır ve maalesef yönetilemeyen kaygı da anksiyeteye yani kaygı bozukluğuna yol açar.
Diğer taraftan insan öncelikle kendi yaşamından sorumludur. Koşullardan ziyade koşullar karşındaki tutumumuz, davranışlarımızın şekillenmesinde önemli bir rol oynar. Sorumlu insanlar, davranışlarının şekillenmesinde değerleri ön plana çıkarabilenlerdir. Zaten insan doğası gereği, davranışlarının sorumluluğunu alabilecek potansiyele sahiptir. Ancak bazı insanlar bilinçli olarak ya da farkında olmadan kendilerini koşulların etkisine maruz bırakırlar ve böylece reaktif bir yaşamsal sürecin kapısını aralamış olurlar. Reaktif insanlar, genellikle fiziki, sosyal ve psikolojik çevrenin etkisiyle şekillenirler. Baktığımızda insanların yaşamlarının kötü gidişatından dolayı sürekli birilerini suçladıklarını, sürekli şikâyet ettiklerini, kendilerinde mevcut durumu düzeltecek herhangi bir gücün olmadığını avaz avaz bağırdıklarını ve sorumluluğu üzerlerinden attıklarını rahatlıkla fark edebiliriz. Bu nedenle toplumumuzdaki insanlar giderek reaktifleşmekte; bu reaktiflik hem günlük yaşamımızdaki konuşmalarımıza hem de iç sesimize yansımaktadır. Sorumluluğu başkasına yükleyen suçlayıcı bir algıya sahip olmamız, tutumlarımızı olumsuzlaştırmaktadır. Bu olumsuz tutumlar da belli bir zaman sonra bedenselleşmekte ve başlangıçtaki algımızı gerçekleştirmek için somut adımlar atmamıza neden olmaktadır.
Reaktif yaklaşımın en önemli sonuçlarından biri de atalettir. Bireysel atalet, kişilerin tembellik etmesi, görevlerini önemsememesi, işlerini yüzeysel bir şekilde yapıp zahiri kurtarmaya çalışması, yeni durumlarla karşılaşmaktan hoşlanmaması şeklinde ortaya çıkar. Bireysel atalet düzeyi yüksek olan kişiler var olan alışkanlıklarını devam ettirme, erteleme davranışlarını çokça sergileme ve sürekli mazeretler üretme eğilimindedirler. Kendini kapatmış, uyuşuk ve boş vermiş halleri nedeniyle bu kişiler harekete geçmekte zorlanırlar, sorumluluklarını unuturlar ve çevrelerinde olup bitene karşı farkındalıkla bakamazlar. Bu nedenle bu kişilerin değerlendirmeleri ve gözlemleri oldukça yetersizdir. Çünkü bu kişiler ne yapmaları gerektiğini bilemez ya da bilseler bile harekete geçemezler. Harekete geçmesi gereken bir durum söz konusu olduğunda da ya ertelerler ya da harekete geçer geçmez hemen vazgeçip eski durumlarına hızlıca geri dönerler.
Bolluk zihniyeti ile kıtlık zihniyeti arasındaki farkı analiz ediyorsunuz. Modern eğitimin rekabetçi ve faydacı yapısının oluşturduğu kıtlık zihniyetini nasıl açıklarsınız?
Kıtlık zihniyeti, dünyada kaynakların az, ihtiyaçların çok, bu nedenle herkese yetecek kaynak olmadığı anlayışına dayanan bir zihniyettir. Dünyadaki kaynakları bir pasta olarak düşünürsek, o pastadan ne kadar büyük bir dilim alınırsa, geriye kalanların diliminin azalacağı düşüncesidir bu aslında. Bu zihniyet şu an dünyanın her köşesinde kendini ciddi bir şekilde göstermekte ve savaşlar bile bu bakış açısından dolayı çıkmaktadır. Bu zihniyete sahip olan insanlar; başarılarını, güçlerini ya da kazançlarını bu süreçte onları destekleyen insanlarla bile paylaşmak istemezler. Hatta aile üyeleri ya da arkadaşları da dâhil olmak üzere bir başkasının başarısı onları rahatsız eder ve onlara huzursuzluk verir. Başka birinin başarısına sevindiklerini söyleseler bile beden dilleri, kendilerinden bir şey alınmış gibi hissettiklerinin mesajını iletir. Çünkü hayatları kıyaslama ve rekabet üzerine kurulmuştur. Hayata kıtlık zihniyetiyle baktıklarından, birinin başarısını kendi başarısızlıkları olarak algılamaktadırlar. Bu insanlara göre başarılı olmak çok az insana nasip olmalıdır ve kazanmak onlar için yenmek anlamındadır. Hayatları, yarışmakla geçer. Bu yarışma sürecinde de insanların geri kalması ya da şanslarının yaver gitmemesi, onları içten içe mutlu eder. Kendilerinin değerli olduğunu, nesneler ve diğer insanlar üzerinden iletmeye çalışırlar. Genellikle de çevrelerini zayıf, hemen evet diyen insanlarla doldururlar. Bu insanların sürdürebilir dostlukları yoktur, zayıf yüzeysel ilişkiler içindedirler.
İnsanları kaynakların kıt olduğuna inandırmak, insanların kıtlık zihniyetine sahip bir paradigmayla yaşama bakmasını sağlamak için önemli bir kozdur. İnsanlara suni ihtiyaçlar oluşturan ve topluma tüketim yapması gerektiği anlayışını benimsetmeye çalışan mevcut kapitalist paradigma, insanı fiziki ihtiyaçlarının kölesi durumuna getirmiştir. Sınırsız ihtiyaç diye bir şey yoktur. İnsanın her alanda kendini sınırlamayı bilen bir varlığa dönüşmesi, onun yaşamsal hedeflerinin başında gelmelidir. Ayrıca doğadaki kaynakların sınırlı olması anlayışı da çok da gerçekçi değildir. Dünya yaratıldığı andan itibaren dünyada yaşayan insan sayısına bakıldığında herkese yetecek kaynak, bu zamana kadar bulunmuştur.
Eğitimin özünde bir anlam arayışı olduğunu vurguluyorsunuz. Modern eğitimin bu anlam arayışını nasıl tekrar merkeze alabiliriz? İnsanın varoluşsal anlam arayışı ile eğitimin manevi boyutu arasında nasıl bir köprü kurabiliriz? Bu köprünün inşasında geleneksel hikmet birikiminden nasıl faydalanabiliriz?
Bizim paradigmamız, yolculuğumuzu daha anlamlı, daha derin, daha farkındalıklı bir hale dönüştürerek yani hayatın gayesini bularak tamamlamak olmalıdır. Bu yaşam yolculuğunda da maddeyle yani dünyalık varlıklarla ilişkimizi doğru bir şekilde düzenlemeli ve onları hayat paradigmamıza hizmet eden araçlara dönüştürmeliyiz. Mevlânâ der ki “Her şey neye layıksa, ona dönüşür.” O zaman şunu soralım kendimize “Biz neye layığız? Gönül almaya mı geldik bu dünyaya yoksa gönül yıkmaya mı?”
Amacımız gönül almaksa eğer; çaba ve farkındalık gerektiren, bilinçli adımlarla ilerleyeceğimiz, bir günü diğer gününe denk olmayan, sürekli kendimizi geliştireceğimiz bir yolun yolcusu olmaya talibiz demektir. Yolculukta varmak önemlidir tabii ki ama asıl önemli olan yolun, yolculuğun farkında olmak ve yolcu olmanın keyfini çıkarmaya başlamaktır. Yolcu olmanın keyfi yolculuğun anlamını keşfetmekle başlar ve bu keşifle biz çıkmaz yollardan çıkılabilecek geçitlerin varlığını da öğrenmiş oluruz.
Hayatın amacı, şefkat dolu, hisseden ve yumuşak bir kalp oluşturmak ve bu kalbi geliştirmektir. Kalp aslında bir yoldur ve biz, kalp yolu düzgün ve çiçekli olan insanları iyi kalpli olarak; kalp yolu çakıl taşlarıyla, çukurlarla dolu ve engebeli olan insanları da kalpsiz olarak tanımlarız. Yani kalp, insanın ana merkezidir. Allah, mü’min kulunun kalbine sığdığını bildirmiştir. Bu nedenle kalp kırmak, Kâbe yıkmak gibidir ve kalbi sevgi ile doldurmak esastır. Allah’ın kulun kalbine sığması, kalbi bir mabet haline dönüştürür. Herkesin kalbinde bir mabet taşıdığının farkında olmak da bize sevgi ve şefkatle hareket etmemiz gerektiğini hatırlatır.
Bir insanın kalbine dokunmanın değerini, biliş düzeyinde bilmemize rağmen anlamını çoğu zaman fark edemiyoruz. Çünkü biz de aslında dünün kalbine dokunulmamış çocuklarıyız ve bilmediğimizi öğretemiyoruz maalesef. Ne kadar pedagojik bilgiyle yüklü olursak olalım gördüğümüz, bildiğimiz, hissettirildiğimiz gibi davranıyor ve öğretmenlik yapıyoruz. Zincire kendimize ait bir halka ekliyoruz günlük yaşamımızda, mesleğimizde ve öğretmenliğimizde. Bu zinciri kırmak ve yeni bir başlangıç yapmak gerekli artık. Kalbimizi açmak; gönül aydınlığına kavuşmak; kalbimizi şefkatin, ilhamın, canlılığın ve uyanıklığın merkezi haline getirmek gerek. Kalp merkez haline geldiğinde gönülden gönle giden yolu bulmaya başlar insanoğlu. Çünkü dilden çıkan söz sadece kulağa ulaşır ve orda kalır. Fakat kalp konuşursa başka kalbe ulaşır ve ulaştığı kalbi dönüştürür. Peygamberimiz (s.a.v.), ilimle ilgili şöyle buyurmuştur: “İlim ikidir: Birisi kalptedir. Faydalı ilim de budur. Birisi de sadece dildedir. Bu ilim Allah’ın insanoğlu aleyhindeki delilidir.” Yani burada iki ilimden bahsedilir: Dilin ilmi ve kalbin ilmi. Bugünkü eğitim süreci dilin ilmiyle ön plana çıkmakta ve öğrencilere aşırı derecede bilgi yüklemesi yapılmaktadır. Dil ilminde her türlü bilgi dışarıdan alınır. Kalbin ilminin kaynağı ise içtedir. “Hissettim.” deriz mesela ya da birini düşünürüz ve bizi arar. Tüm bunları nereden öğrendik? Hiçbir yerden! Bunlar kalbimizin ilminin kıpırdanışlarıdır, tıpkı bitkisel hayattaki birinin hafifçe elini oynatması gibi ya da zifiri karanlıkta çok uzaklardaki tek bir yıldızdan çıkan cılız bir ışık gibi.
Kalp sevmekle açılır, ne kadar çok seversek, ne kadar çok hizmet edersek, ne kadar çok yaralı kalpleri onarırsak aslında diğerlerine değil, kendi manevi kalbimizi güçlendirmeye hizmet etmiş oluruz. Yaptığımız her hizmet aslında karşımızdakinden önce kendimize sağladığımız bir katkıdır.
Fıtrat üzerine yaşamak ilkesiyle, insanın özgün varoluşunu korumayı öneriyorsunuz. Bu bağlamda, eğitimin standardizasyonu ile insanın biricikliği arasındaki gerilimi nasıl yorumluyorsunuz?
Fıtrat insanın başlangıçtaki en temiz ve asli halidir. Benzetmek gerekirse fıtrat insanın fabrika çıkış ayarlarıdır. Bunu bir örnekle açıklayalım: Çamaşır makinesi, çamaşır yıkamak için tasarlanmıştır. Bulaşık makinesiyle temelde aynı işi görse de yani her ikisinde de temizleme işlevi ön plana çıksa da çamaşır makinesine bulaşıkları koyarsak, hem tüm bulaşıkları kırılmış ve yıpranmış bir halde buluruz hem de çamaşır makinesinin bozulmasına ve görevini yerine getiremez bir hal almasına neden oluruz. Bu örneği bedenimize ve ruhumuza uyarlayalım: Bedenimizi ve ruhumuzu yaratılış amacı dışında kullandığımızda, yaptığımız işler iyiye, güzele ve doğruya hizmet etmeyecektir; bu nedenle bu işlerin hayırla sonuçlanması pek de mümkün değildir. Diğer taraftan bedeni ve ruhu yaratılış amacı dışında kullanmak, kalplerin kararmasına; insanların hataları, yanlışları sıradanlaştırarak yapılabilir olarak algılamalarına; önce insanların sonra toplumun buhranlı, şikâyetçi, çıkarcı, adaletsiz ve kayırmacı bir hale dönüşmesine neden olur. O zaman insanın fıtri özelliklerini yani en saf halini bilip koruması, insanın ruh ve beden bütünlüğünü sağlamış, huzurlu bir şekilde yaşaması için oldukça önemlidir.
Düşünün! Allah’ın ruhundan üflediği bir varlığız biz. Bu nedenle halifeyiz bu dünyada, bu nedenle üstün yaratılmışız. Ne kadar değerliyiz, ne kadar özeliz yaradılış itibariyle! Yani bizim fıtri özelliklerimiz yaratılışta varlığımızda bulunan iyi, doğru ve güzel tüm değerlerimizdir ve bu değerlerimizin kaynağı ilahidir. Allah tüm bu değerleri kudretiyle bizim yaratılışımıza yerleştirmiştir.
Bizden beklenen kendimizi bilmemizdir. İnsanın kendini bilmesi, iç dünyasında yolculuğa çıkması, Yunus Emre’nin “İnsan âlem içinde âlemdir.” sözündeki içsel âlemlerini keşfetmesi yani fıtri kodlarına ulaşması, aslında Rabbine ulaşmasıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuştur. O zaman burada şunu diyebiliriz: Kendine yönelik farkındalığı arttıkça, insan yaratılış özelliklerini keşfetmeye başlar. Bu keşif ona özelliklerinin yukarıda bahsettiğimiz şekilde ilahi kaynaklı olduğunu gösterir ve bu ilahi kaynaklar sayesinde Rabbine ulaşır. O zaman, dış dünyanın tüm aldatmacalarından sıyrılarak; kalbimize ve iç dünyamıza yönelerek işe başlamalıyız.
Bu kitapla çağa, insana ve eğitime bakışta nasıl bir dönüşüm olması gerektiğini vurguluyorsunuz?
Bir hastalığı tedavi etmeden önce, hastalığın vücuttaki tüm etkilerini geniş bir şekilde ele almak gerekir. Bu kitabın birinci bölümünde bugün insanların ve öğretmenlerin içinde bulunduğu çıkmazlar ele alınarak hastalığın çerçevesi çizilmiş ve bu çıkmazlara yönelik farkındalık oluşturmak hedeflenmiştir. Çünkü sorunun farkında olmayan çözüm arayışı içine de giremez. Önce sorunun ne olduğunu tespit etmek yani hastalığı fark etmek, çözüm bulmanın yani tedaviye başlamanın ön koşuludur. Kitabın ilk bölümde yer alan bu çıkmazlara şu başlıklarda değindim:
Aklın Öncelenmesi, Bilimin Kutsanması, Ruhun Dışlanması, Yoğun Manipülasyon, Görünür Olma Arzusu, Hayat Paradigması Eksikliği, Bilinçaltının Etkisi, Anlam Yitikliği, Sekülerizm, Pozitivizm ve Pragmatizm, Nesnellik Dayatması, Küreselleşme Ekseninde Medeniyetsizleştirme ve Köksüzleştirme, Kaygı, Reaktiflik, Atalet, Cinsiyetsizleştirme, Kıtlık Zihniyeti, Kutuplaşma, Kayırmacılık, Ödünç Güç, Muhabbet Yoksunluğu, Şikâyet Hali.
İkinci bölümde ise insanların maddi bakış açısını zayıflatacak, onların manevi boyuta geçişi için farkındalık oluşturacak çözüm önerileri sunulmuştur. Bu çözüm önerileri şu şekildedir:
Kalp Yolunda Olmak, Tasavvufu Anlamak, Bolluk Zihniyetine Sahip Olmak, Dostluk Bağlarını Güçlendirmek, Proaktif Olmak, Yenilenmeye Açık Olmak, Hayat Paradigmasını Keşfetmek, Kendi Eksikliklerinin ve Kusurlarının Farkında Olmak, Şükür Odaklı Olmak, Orta Yolu Tutmak, Fıtrat Üzerine Yaşamak, Kültür Temelli Bir Algı İnşa Etmek, Karizmatik Güçten Faydalanmak, Güzel Ahlakla Donanmak, Akli ve Manevi Tarafı Bir Tutmak, Konuşma Adabına Uymak, Öğretmenlik Ruhunu İnşa Etmek
Çözüm önerileri buradakilerle sınırlı olmayıp manevi yanımızı güçlendiren birçok alternatif yol olduğunu da burada belirtmekte fayda var.
Çaba bizim, sonuç Allah’ındır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.