Son zamanlarda bireylerin, özellikle de gençlerin zihinlerini en çok meşgul eden meselelerden biri, fiziksel görünümlerine dair memnuniyetsizliktir. Sosyal medya platformlarında sürekli karşılarına çıkan filtrelenmiş, kusursuz beden imgeleri; estetik normları adeta yeniden şekillendirmiştir. Bu da birçok kişiyi, kendi bedenlerine dair algılarını sorgulamaya ve hatta reddetmeye itmektedir. Beden imajını beğenmeyen bireyler, çoğu zaman bu içsel çatışmayı giderebilmek adına çeşitli estetik müdahalelere yönelmektedir. Güzelleşme arzusu, kimi zaman bir öz güven meselesine, kimi zamansa toplumsal kabul görme çabasına dönüşmekte; bunun uğruna ciddi zaman, emek ve maddi kaynak harcanmaktadır. Fiziksel görünüm bir tercih meselesi olmaktan çıkıp adeta bir zorunluluk haline gelmiştir.
Oysa geçmişte güzellik algısı bugüne oranla daha farklıydı. Her toplumun kendi içinde şekillenen, kültürel, dinî ve coğrafi unsurlarla harmanlanan çok boyutlu bir estetik anlayışı vardı. Doğallık, yaş almanın getirdiği izzet, bedenin değil; yüzün ve bakışların yansıttığı derinlik güzellik olarak kabul görürdü. Kadim zamanlarda insanın dış görünümünden çok, iç dünyasının ve ahlaki duruşunun güzel olması yüceltilirdi. Fakat zamanla, özellikle dijital çağın etkisiyle bu anlayış yerini daha standart, tek tipleştirici ve yüzeysel bir güzellik anlayışına bıraktı. Küresel medya, moda endüstrisi ve sosyal medya, toplumlara belirli bir beden ölçüsünü, cilt tonunu, yüz oranını ideal olarak dayattı. Böylece güzellik, kişinin yaratılışındaki çeşitliliği yücelten bir kavram olmaktan çıkıp erişilmesi gereken bir norm haline geldi. Bu değişim, bireyin hem kendisine yabancılaşmasına hem de bedeni ile gereğinden fazla hemhal olup yaşam gayesinden sapmasına ve sadece maddi değerler üzerine bir hayat inşa etmesine neden oldu.
Kişinin bedenine yabancılaşması, bireyin sadece aynadaki yansımasına değil; benliğine ve değer algısına da zarar vermeye başladı. Kendini eksik, yetersiz ve “düzeltilmesi gereken bir proje” olarak gören kişi, zamanla öz güvenini yitirmekte; sürekli başkalarıyla kıyaslayan, onay bağımlılığıyla yaşayan biri haline gelmektedir. Oysa insan, fıtratı gereği çeşitlilik içinde güzeldir. Her beden, her yüz, her yaşın kendine ait bir hikmeti, bir asaleti vardır. Ne var ki çağın dayattığı bu dar kalıplar, fıtratın sesini bastırmakta; kişiyi kendi özünden, yaratılışındaki incelikten uzaklaştırmaktadır. Güzelliği sadece dış görünüşe indirgemek, ruhun ihtiyaçlarını yok saymak gibidir. Bu yüzden modern güzellik anlayışı, dışarıdan parlatılmış ama içeriden yorgun bir insan manzarası bırakıyor ardında.
İnsan, yaratılışı itibariyle güzeldir ve güzelliğe meyillidir. İnsanda var olan güzel olma isteği ve güzelleşme çabası aslında fıtrî bir yöneliştir. Allah (c.c), Kur’an-ı Kerim’de; “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4) buyurmaktadır. Ayette geçen “ahsen-i takvim” yani en güzel biçim, insanın hem bedensel hem de ruhsal bakımdan en mükemmel bir yapıda yaratılmış olduğu anlamına gelmektedir.
İnsanın estetik duygusu, yani güzeli ayırt edebilme, ondan haz alma ve ona yönelme kapasitesi, aslında yaratılışla birlikte ona kodlanmış bir özelliktir. Tıpkı acıkmak, sevmek, korkmak gibi, estetik duygusu da insanın fıtratında vardır.
Her insan, kendine bakmak, temiz ve düzenli görünmek ister; bu, hem bedenine duyduğu saygının hem de sosyal ilişkilerde kurduğu özenli iletişimin bir yansımasıdır. Ancak bu çaba, sınırını aştığında kişiyi kendine yabancılaştıran bir baskıya dönüşebilir. Psikolojide bu durum, “beden dismorfik bozukluğu” olarak tanımlanır: Kişi, bedeninde var olmayan kusurları takıntı haline getirir ve sürekli düzeltmeye çalışır. Artık güzelleşme bir tercih değil, zorunluluk gibi hissedilmeye başlanır. İşte tehlike de burada başlar. Güzellik, bir ölçüde içsel dengeyle bağlantılıdır; kişi kendine öz şefkatle yaklaşıyorsa, küçük dokunuşlar dahi ona iyi gelir. Fakat eğer bu çaba sürekli eksiklik hissinden, kıyaslamadan ve onay arayışından besleniyorsa güzellik bir özgürlük değil; zincir haline gelir. Dinî perspektiften bakıldığında da bu denge çok açıktır: Hz. Peygamber (s.a.v.), “Allah güzeldir, güzelliği sever.” (M265 Müslim, Îmân, 147) buyurur ama aynı zamanda gösterişten, kibirden ve yaratılışın değiştirilmesinden sakındırır. Yani güzelleşmek Allah’ın hoşuna gider ama O’nun yarattığını yetersiz görmek, işte o içsel çizgiyi aşmaktır.
Çin halkının eski tarihlerde daha çok uyguladığı, günümüzde de örnekleri görülen Lotus ayaklar, kadınların zarif görünmek için uyguladığı yöntemlerden biridir. Onlara göre küçük ayak, zarafetin simgesidir, ancak güzellik adı altında ömür boyu sakat kalma tehlikesi de vardır. 19. Yüzyılda ince belli olmak isteyen kadınların kullandıkları korseler, iç organlarının tahribine yol açabilecek kadar sıkı bağlanmıştır. Günümüzde de ince belli olmak, güzellik göstergelerinden biri kabul edilmektedir. Hatta ince belli görünmek adına kaburgalarını aldıranlar bile mevcuttur. Estetik ameliyatlar öyle bir hal almıştır ki bazı uygulamalar, diğerlerine kıyasla masum bile kalmaktadır. Göz rengi değiştirme, boy uzatma gibi uygulamalar kişinin ömür boyu engelli kalmasına neden olacak kadar tehlikeli olabilmektedir.
Güzel olma arzusu, estetik olanı sevme, kendine özen gösterme isteği, insan doğasına yerleştirilmiş bir özellik olarak kabul edilir. Ancak bu duygu, sınırları aştığında kişinin hem ruh sağlığını hem de sosyal ilişkilerini sarsacak boyutlara ulaşabilir. Bazen bir insan gerçekten fiziksel olarak güzel olduğu halde, kendini yetersiz, çirkin ya da eksik hissedebilir. Bu çarpık algının temelinde çoğu zaman çocukluk yıllarında yaşanmış, görünüşle ilgili olumsuz deneyimler yatar. Eğer bir çocuk, büyüdüğü aile ortamında dış görünüşüyle ilgili onay ve kabul görmemişse, güzelliği takdir edilmemiş, hatta tam tersine fiziksel özellikleriyle alay edilmiş ya da aşağılanmışsa zihin dünyasında “Ben güzel değilim.” inancı kök salar. Bu çocuk, çevresinden değer ve sevgi görmek için kendini değiştirme yollarına başvurur. Kaşlarını jiletle şekillendirmeye çalışır, saçlarını izinsiz keser, yaşına uygun olmayan abartılı makyaj malzemeleri kullanmaya başlar. Tüm bu çabalar, aslında bir “kendini kabul ettirme” mücadelesinin dışa yansımasıdır.
Üstelik mesele yalnızca aileyle sınırlı kalmaz. Sosyal medya, bu yetersizlik hissini daha da derinleştirir. Filtreli yüzler, kusursuz bedenler, parıltılı yaşamlar her gün ekranlardan üzerimize boca edilirken genç bir bireyin, özellikle de benlik algısı yeni şekillenen bir ergenin, “Ben de böyle olmalıyım.” baskısını hissetmemesi neredeyse imkânsız hale gelir. Güzellik artık bir ihtiyaç değil, bir zorunluluk gibi sunulur. Hatta güzelliğin ölçüsü bile kişinin kendi gözünden çıkar, başkalarının beğenisiyle şekillenir.
Medya ve sosyal medya platformları, son yıllarda güzellik algısını tek bir kalıba indirgemekte ve bu kalıbı sürekli yeniden üretmektedir. Tek tip güzellik vurgusu tesadüf değil, planlı bir yönlendirmedir. İnce beden, simetrik yüz hatları, kusursuz bir cilt ve belli ölçülere sahip olmak gibi belirli kriterler, güzelliğin evrensel ve vazgeçilmez unsurlarıymış gibi sunulmaktadır. Bu durumun temelinde ekonomik çıkarlar yatmaktadır. Tek tip güzellik algısı, bireylerde yetersizlik hissi oluşturarak çeşitli ürün ve hizmetlere yönelimi artırmakta, bu da güzellik ve bakım endüstrisinin büyümesine olanak sağlamaktadır. Kozmetik ürünlerden estetik operasyonlara kadar uzanan bu geniş sektör, sürekli olarak bireylere “daha güzel olabilecekleri” fikrini aşılayarak tüketimi teşvik etmektedir. Ayrıca “Güzel ve bakımlı olan kişi başarılıdır.” mesajı da verilerek bireylerin daha çok tüketime yönelmesi amaçlanmaktadır.
Bu tek tipleştirme süreci yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyokültürel bir manipülasyon aracıdır. Medya, özellikle genç bireylerin onaylanma ve kabul görme ihtiyacını kullanarak fiziksel görünüm üzerinden bir değer sistemi inşa etmektedir. Bu durum, bireyleri içsel benliklerinden uzaklaştırarak dış görünüş temelli bir öz güven anlayışına sürüklemektedir. Kişisel farklılıkların törpülendiği, bireyselliğin görünüm standardına feda edildiği bu ortamda, kişinin kendi bedeniyle kurduğu ilişki bozulmakta; bu da hem ruh sağlığını hem de toplumsal dengeyi olumsuz etkilemektedir. Oysa insanın değeri yalnızca dış görünüşünden ibaret değildir; Allah’la olan duygusal yakınlığı, manevi değerleri, olumlu benlik algısı kişinin gerçek anlamda iyi oluş halini belirleyen esas unsurlardır.
Çocukluk dönemi, bireyin beden algısının temellendiği ve benlik saygısının inşa edildiği en hassas evrelerden biridir. Bu süreçte ebeveyn tutumları, çocuğun kendini nasıl gördüğünü ve nasıl hissettiğini doğrudan etkileyen önemli faktörler arasında yer alır. Aile içinde sergilenen tutarlı, kabul edici ve şefkatli yaklaşımlar, çocuğun dış görünüşüne yönelik olumlu bir bakış geliştirmesine katkı sağlar. Özellikle çocuğun sadece fiziksel özellikleri üzerinden değil; aynı zamanda yetenekleri, çabaları ve karakter özellikleri üzerinden de takdir edilmesi, değer algısının çeşitlenmesine ve tek bir ölçüte indirgenmemesine yardımcı olur.
Görünüşe dair yapılan yorumların küçümseyici ya da karşılaştırmalı olmaması, çocuğun kendi bedenine duyduğu saygının korunmasında önemli rol oynar. Medya ve çevresel etkilerin yoğun olduğu bir dünyada, ebeveynlerin bu dış etkenleri dengeleyecek bir yaklaşım içinde olmaları, çocuğun gerçekçi ve sağlıklı bir beden algısı geliştirmesine zemin hazırlar. Ayrıca çocuğun kendi bedeniyle ilgili söz hakkına sahip olması, sınırlarının tanınması ve mahremiyetinin korunması, bedenine dair güvenli bir bağ kurmasına imkân verir. Bu bağlamda, çocukla kurulan iletişimin koşulsuz sevgi ve saygı temelli olması, onun hem fiziksel görünümüne hem de genel varoluşuna yönelik olumlu bir tutum geliştirmesini destekler.
Ebeveynlerin, çocuklarının sağlıklı bir beden algısı geliştirmesi sürecinde dikkat etmesi gereken bazı ince ama etkili noktalar bulunmaktadır. Özellikle dijital çağın etkisiyle birlikte, çocukların sosyal medya içerikleriyle çok erken yaşta tanışması, beden algısını ciddi biçimde şekillendirmektedir. Bu noktada ebeveynlerin, çocuklarının dijital dünyayla kurduğu ilişkiyi tamamen yasaklamadan, bilinçli bir şekilde yönlendirmesi oldukça önemlidir. Çocukların ne izlediği, kimleri takip ettiği, hangi içeriklerle karşılaştığı göz ardı edilmemelidir.
Aile içindeki bedenle ilgili söylemler de bu sürecin parçasıdır. Özellikle yemek, kilo, cilt, saç gibi konular konuşulurken kullanılan kelimeler, çocuk zihninde kalıcı izler bırakabilir. Örneğin, ayna karşısında yapılan olumsuz yorumlar ya da başkalarının fiziksel özellikleri hakkında küçümseyici ifadeler, çocuğun kendi bedenine bakışını da etkileyebilir. Ebeveynlerin kendi bedenlerine saygılı bir dille yaklaşması ve bunu örnek olarak yansıtması, çocuk için güçlü bir model oluşturur.
Ayrıca çocukların dış görünüşten çok, içsel değerlerle övülmesi, örneğin; merhameti, sabrı, çabası ya da dürüstlüğüyle takdir edilmesi, onların kendilik değerini görünümle sınırlı tutmalarının önüne geçer. Medyada sürekli idealize edilen güzellik imgelerine karşı çocuğa alternatif bakış açıları sunulabilir; farklılıkların kıymeti, yaratılışın çeşitliliği ve insanın değerinin yalnızca dış görünümle ölçülemeyeceği gibi insana ve fıtrata saygı temelli düşünceler birlikte konuşulabilir. Bütün bunlar küçük adımlar gibi görünse de çocuğun ileriki yaşamında kendini kabul etme sürecine büyük katkılar sağlayacaktır.
Güzellik, çağımızda her zamankinden daha çok dış görünüşle ölçülür hâle gelmişken; insanın sureti ön plana çıkarılmış, sîreti ise ihmal edilmiştir. Oysa insanı gerçekten değerli kılan; yüz hatları, bedensel oranları ya da estetik müdahalelerle elde edilen dış görünüm değil; kalbinin temizliği, niyetinin sahihliği ve ahlakının güzelliğidir. İzafî, geçici ve sürekli değişen güzellik ölçütlerine körü körüne bağlanmak yerine, Allah’ın değer verdiği ahlakî ve ruhî değerlere yönelmek insanı asıl anlamda güzelleştirir. “Allah Teâlâ sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 33)
Bugünün dünyasında vitrinler alabildiğine dolu; filtrelenmiş yüzler, süslenmiş profiller, şişirilmiş imajlar… Fakat gönüller bir o kadar boş, yorgun ve kimlik arayışı içinde. Gerçek huzur, dışarıda değil, içeridedir; görünende değil, görünmeyende saklıdır. Kalbi mamur olmayan bir insanın en mükemmel beden bile onun ruhunu taşımakta yetersiz kalacaktır. Bu sebeple güzelliği ararken yüzümüze değil, önce gönlümüze ayna tutmak gerekir. Asıl güzellik, yaratılışın sahibine yönelen, O’nun değer verdiğini değerli bilen bir kalpte zuhur eder.