Pek çok ilmî disipline yakınlığınız nedeniyle sormak gerekirse; Epstein davasını tarihî, sosyolojik ve antropolojik kökenleri itibari ile nasıl yorumluyorsunuz? Paganist bir kurgu olabilir mi?
Epstein meselesini değerlendirirken benim aklıma temelde üç tane boyut geliyor. Bunlardan bir tanesi Batı’nın tarihsel kodları, Batı’nın inanç kodları ve espiyonaj faaliyetleri bakımından değerlendirdiğimiz zaman, istihbarat faaliyetleri çerçevesinde kullanılan şantaj ya da casusluk boyutu var. Bu argümanları bir casusluk faaliyeti olarak düşünürsek, Batı’nın bu tip argümanları kullanmasının dayandığı nokta, kendi tarihinden getirdiği birtakım özellikleridir. Mesela Müslüman bir devlette böyle bir casusluk faaliyeti veya bir şantaj aracı olarak zinanın, ahlaksız ilişkilerin kullanılması mümkün olabilir mi? Buradan anlaşılıyor ki Siyonist aklın, ‘Epstein Davası’ denilen ve bir adada kurulan düzenekle aslında ABD’deki gelecek vadeden devlet adamlarına veya belli ülkelerin devlet başkanlarına dönük bir cazibe alanı oluşturulmuş. Aslında onlar burada bir eğlence ortamında olduklarını düşünürken, görüntülerinin ve kayıtlarının alınıp bir hafıza oluşturularak onlara karşı bir şantaj aracı yapılma, çocukların oraya getirilerek bu tip insanlara pazarlanması meselesidir. Her biri ortaya döküldü.
Şu anda bu olaylar konuşuluyor. Hatta ABD’de soruşturmalar, kovuşturmalar devam ederken o malum şahıs intihar süsü verilerek ortadan kaldırıldı. Öyle anlaşılıyor ki burada ortaya dökülen bir rezalet var ve bu pagan bir tarihe sahip, tahrif edilmiş kitaplarla kendisine yol çizen bir inancın mensuplarının bu hezeyanlarını bugün çok daha net bir şekilde görüyoruz.
Çocukların kullanılması paganist yapıdan gelen bir ritüel ortaya koymak için mi yoksa bu kılıf adı altında kendi çukurluklarını ortaya koyabilecekleri siyasi bir argüman olarak mı kullanılıyor ya da bunların hepsi iç içe geçmiş bir durumu mu ortaya koyuyor?
Aslında birkaçının aynı anda işlendiğini düşünebiliriz. Mesela konfordan bahsedelim. Şunu çok iyi biliyoruz ki devletler lüks ve konfora eriştikleri zaman çürümeye de uğruyorlar. Lüks ve konfor, döngüsel tarih çerçevesinde baktığımız zaman yok olan devletlerin en büyük felaket aracıdır. Mesela peynirin en lezzetli aşaması neresidir biliyor musunuz, çürümeden bir önceki aşamadır, biz orayı yiyoruz. Yani bir sonraki aşamada çürüyor. Toplumlarda da böyle bir şey vardır, medeniyetin en lezzetli yeri çürümeden bir adım önceki aşamadır.
Batı’nın tarih ile mitolojiyi iç içe geçiren bir yönü var. Batı’nın kurucu metinlerine, bilinen ilk tarih metinlerini üreten tarihçi Herodot’un anlatılarına baktığımızda sapkın ilişkilerden bahsediliyor. Çocukların bu şekilde kullanılması meselesinin Roma’ya Mısır’dan geldiğini söylüyor ve hatta o dönemdeki bazı kralların âşık olduğu erkekler için şehirler yaptırdığını yazıyor. Batı’nın üç-dört bin yıl önceki Hristiyanlık döneminden önceki hallerini de düşündüğümüz zaman, Batı şu an daha da iyi bir hale gelmiş olabilir. Eğer Herodot’un anlattığı gibiyse her şey, inanılmaz derecede sapkın ve hiçbir ahlaki argümanları yok… Herodot şöyle anlatıyor; “Bu insanlarda hiç kadın mahremiyeti söz konusu değildi, bir kadınla ilişkiye girmek istediğini kafasına koyduğunda hemen yolun ortasında işini halledip devam ederlerdi.” İşin en enteresan tarafı, bu ahlaksızlıkların büyük bir bölümünü de “Tanrı bizden böyle istiyor, yoksa tanrı bizi affetmez.” diye yapıyorlar. Çünkü kendisi bir tanrı inşa etmiş. Kendi dünyalarında, seküler kafa ile tanrı inşa ediyor, sonra o tanrıya kendisi için bir şeyler yaptırıyor. “Tanrı böyle dedi.” diyor ve tarihsel zemine baktığımızda da bütün meşruiyetlerin kaynağı zaten yine inşa ettikleri tanrılarından geliyor. Yani yaptığı ahlaksızlığı da öyle meşrulaştırıyor. Dört bin yıl kadar önce Akad Kralı Sargon da (bilinen ilk darbeci); “Benim bu darbeyi yapmamı tanrılar istedi.” diyor. Ordun ile gittin, bir yeri ele geçirdin ama o insanların gönlünde bir yer edinebilmek ve onların lideri olduğunu onlara kabul ettirebilmek için yaptığın şeyin meşru olduğunu onlara inandırman gerekir. Meşru olduğuna inandırmadığın hiçbir şeyde toplumu kendine çekemezsin ve onlara hiçbir şeyi kabul ettiremezsin. O yüzden de burada meşruiyetler önemli. Bu tip sapkın ilişkilerin kökünde bir meşruiyete dayandırarak devam ettirme vardır. Örneğin, eşcinsel ilişkiler, çocuklarla olan ilişkiler, sokaktaki o hayvani ilişki veya ensest ilişkiler… Kendi kız kardeşleriyle evlenmişler, krallar kendi çocuklarıyla evlenmişler. Batı’nın tarihinde böyle sapkınlıklar var.
İnsanlardaki gizli tanrıcılık, yani Allah’a isyan eden ve kendi varlığını ortaya koyanlar gibi, bunlar da modern dönemde gizli tanrıcılıklarını mı ortaya koyuyorlar?
Aydınlanma çağında Batı, kutsalla aklın arasındaki ilişkiyi kopardı. Aydınlanma çağı böyle bir çağdır. Aklı tanrılaştırdı, “İnsan aklı her şeye yeter, ilahi olan kaynaktan beslenmesine gerek yok.” dedi. Şimdi ise kutsalı keşfetmek için, uğraşıyorlar. İnsan aklını öne çıkardığınızda bu sefer o tanrılaştırdığı insanın tasallutunda ve ceberrutluğunda çırpınıyor insan. Batı’nın anlayışına göre aklı öne çıkarıp tanrılaştıran boyutundan baktığımız zaman yine paganizme götürüyor. Aslında aydınlanmacılık yine başka bir paganizme bizi götürüyor. Ne kadar akıl varsa o kadar tanrı var. “Benim aklım her şeye yeter.” diye düşünüyor. Bu sefer bilimcilik devreye giriyor. “Bilim bize yeter.” diyor ve bu sefer bilimin tanrılığını ilan ediyor. Böylelikle insanlar başka bir taraftan da bilimin tasallutuna giriyor. Tek hüküm koyucu bilim, bunun dışına çıktığın zaman asla akredite olamazsın. Bir teori üretiyor ve ürettiği teoriyi kesin hüküm olarak görüyor. Biz biliyoruz ki atomun keşfedildiği günden bu yana ne kadar revize ettik, bilim ilerledikçe kendi kendini revize ediyor yani yeniliyor. Onların kanun veya ahkâm niteliğinde olmadığını, sadece bir sonraki bulunana kadar geçerli olduğunu düşünemediğimizde, her evreyi başka bir tanrı mı kabul edeceğiz?
Teslis’te baba, oğul ve kutsal ruh var. Fakat aydınlanma ile tekrar Batı bir şekilde aklın çoğul tanrılı anlayışı ile beraber başka bir çoğul tanrı anlayışına doğru evrildi. Bugün toplum olarak biz de Batı’dan iktibas edip, oradan alıntılayıp Batı’nın arkasından gitmeye başladığımız için her ne kadar kendimizi Müslüman olarak kabul etsek de onun içine sızan şeylerle birlikte toplumdaki arızaları görüyoruz. Şu anki öğretileri ne anlatıyor; “Sen her şeysin, senin hiç kimseye ya da hiçbir şeye ihtiyacın yok.” Hâlbuki benim kültürüm diyor ki “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” Allah insanı öyle bir düzende yaratmış ki insanlar birbirleriyle anlaşırlar, birbirlerine tutunurlar, birbirlerine muhtaçtırlar. Allah ayette “…tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık…” buyurmaktadır. Allah herkese farklı yetenekler vermiş. Birbirimize muhtaç olduğumuzu anlayalım, ayrışmayalım, anlaşalım diye. Mesela ben elbise dikemediğim için terziden bana bir gömlek yapmasını istiyorum. Saçımı kesemiyorum, berbere gidiyorum. Onunla dayanışma içinde olmak zorundayım. Ekmeğimi üretemiyorum, fırıncı ile bir ünsiyet kurmak zorundayım. Kimi filozof oluyor, kimi fizikçi oluyor; kimi kimyacı, biyolog, doktor oluyor ama herkes ortak bir havuza yani insanlık havuzuna hizmet ediyor.
Tahrif edilmiş İncil, tahrif edilmiş Tevrat… Bunların ortaya çıkardığı bir şey daha var, o da şu; insan fıtratına muhalif, insan fıtratına aykırı bir yaşam biçimini dayattılar. Bu da başka bir sapıklığı üretti. Kiliselerde çocuklara tecavüzler ettiler. Vatikan bile bu gerçeği kabul etti. Din adamına ömür boyu evlenemezsin dediklerinde bu insan fıtratına savaş açmaktır. İnsan beden ve ruhtan meydana gelmiş ve birtakım ihtiyaçları söz konusu bir canlıdır. Bu ihtiyaç eğer dinin tanımladığı alan içerisinde -İslam inancında olduğu gibi- yürütülmezse papaz okullarınızda din çerçevesinde bir sürü sapkın ilişki empoze edilir. Kiliselerin alt taraflarındaki iskeletleri gördük. Öldürülüp gömülmüş veya oralara atılmış bir sürü ceset var. Allah’ın yarattığı fıtratla savaştıklarında ortaya çıkan sonuç budur. Hayatımızda neyin nasıl şekillendiğine karar veren şeyler yasalar, kurallar ve kaidelerle ilgilidir. O kurallar bizi sürükleyebiliyor. Bir şeyin önünü kestiğimizi zannediyoruz ama arka taraftan öyle bir enerji var, öyle bir akış var ki başka bir tarafı patlatıyor. Oysaki bizim yapmamız gereken şey bu akışı düzenlemektir, regüle etmektir. Yaratılış yasasına göre bunu regüle etmez de önüne seti koyarak kesersek mutlaka bu bir yerde patlayacaktır. Patlamaması imkânsız… Sürekli akan o enerji nereye gidecek, durması mümkün değil. Bir yeri patlatacak, darmadağın edecek, yok edecek, felaket ortaya çıkaracak. Bizim inancımızın aslında birçok şeyi nasıl güzel şekillendirdiğini, tanımladığını, bize ne kadar büyük nimetler sunduğunu o sosyolojik patlamalardan daha iyi anlayabiliyoruz. Burada ilahi nizamı görebiliyoruz. Onların tanrı olarak perspektifini çizdikleri zeminden baktığımızda bir yerden patlak veriyor ve bozulmalar oluyor. Ama bizim inandığımız Allah’ın, gönderdiği elçilerle, kitaplarla, ehl-i sünnet çerçevesinde, insanı kâmilleştirdiğini ve ne kadar büyük bir nimet bahşettiğini bu sapkınlıklara da bakarak anlayabiliyoruz. İslam inancını kullanan ve hata yapan, İslam’ı doğru anlamayan/yaşamayan, şiddet ve sapkınlık üreten insanlar var. Ama bu İslamiyet’in değil, kişilerin sapkınlığıdır. İslam, orta yol dediğimiz o dengeyi sağlayan bir dindir. İslam inancında böyle bir patlama ve sapkınlık asla göremezsiniz.
O zaman tekrar başa dönersek Jeffrey Epstein olayı nedir?
Epstein olayı, genel çerçevesini, tarihsel perspektif ve inanç boyutunu çizdiğim zeminde bugünkü somut hizmet ettiği şey iktidarların restorasyonu, devletlerin yönetimlerinin ele geçirilerek kumanda edilebilmesi için kullanılan istihbari bir araçtır. İstihbarat faaliyetlerinde espiyonaj faaliyetleri açısından kullanılan bir boyut, CIA gibi ve CIA’in aklını oluşturan o siyonist anlayışlar gibi Evanjelist anlayışların bugün dünyada zulüm üreten yapılar olduğunu söyleyebiliriz. Teoman Duralı Hoca, dünyayı yönetenlerin İngiliz ve siyonist ittifakı olduğunu söylüyordu. Tabii bunlara Amerika’yı da katmamız gerekiyor. Dünyada yaşanılan çilenin, acının, gözyaşının yani bizi üzen vakaların, Orta Doğu’daki bu şiddetin altında yatan en önemli şeylerden birisi Evanjelik ve siyonist ittifakıdır. Çünkü bunlar eskatolojik olarak dünyaya bir son biçme ya da apokaliptik metinler diye tabir edilen yine dünyanın sonuyla ilgili tasavvurlar, tasvirler yapan inançlar çerçevesinde bu iki tane yapı hedef birliğine varmışlardır. Yahudilere göre Hristiyanlar kâfirdir. Hristiyanlar Eski Ahit, Tevrat’ı kabul ettikleri halde Yahudiler Yeni Ahit olan İncil’i kabul etmezler. Peki nasıl oluyor da bugün Hristiyanlar ile Yahudiler bir araya gelip de bu mücadeleyi veriyorlar? Burada Püriten diye tabir edilen Hristiyanlığın daha seküler, Protestan inançları içerisinden çıkmış, Evanjelik bir Hristiyan anlayışı var. Bu Hristiyan inancının, eskatolojik anlayışında şöyle bir şey var: “Armageddon yaşayacağız, Yahudilerle Hristiyanlar arasında bir savaş çıkacak ve bu bin yıllık huzur ve sükûnet dönemi olacak. Eğer siyonistler Süleyman Mabedini inşa edemezlerse bu savaş olamayacak. O savaşa geçebilmemiz için Yahudilerin mabedi inşa etmesi lazım. O yüzden de siyonistlere destek olmalıyız ki onlar orayı inşa edebilsinler. Sonra da biz onlarla hesaplaşmamızı ortaya koyalım ve bin yıllık o huzur dönemi ortaya çıkabilsin.” Bu nedenle ittifak oluyor. Hristiyanların anlayışına göre Armageddon’da Yahudilerle de bir hesaplaşma var. Hesaplaşmanın yapılabilmesi için önce mabedin inşa edilmesi gerekiyor.
Bir yandan, dinî metinler ve bu alanda çalışan insanlar şunu da söylüyor: Süleyman Mabedi, Orta Doğu’ya şiddet getiren en temel şeylerden bir tanesi… Bütün bu çabalar bunun için… Aynı zamanda Biden’i ya da Trump’ı kendi avucunun içine alamayan siyonizm İsrail’e hizmet ettirebilir mi? Süleyman Mabedinin Yahudiler için başka bir boyutu daha var. Mabet inşa edilmezse Yahudiler yapmaları gereken dinî emirlerin yüzde altmışını neredeyse yapamıyorlar. Kurban kesmek, bazı cezalandırmalar Süleyman Mabedi yapılırsa gerçekleşecek.
Tabiri caizse Hristiyanlar köprüyü geçene kadar yardım ediyorlar. Yahudilerin bunun farkında olmamaları mümkün değil. Şu anda işlerine geldiği için bu çıkar ittifakı ortaya çıkıyor. Çünkü biz şunu biliyoruz, tarih boyunca Yahudilerle Hristiyanlar arasında hep bir düşmanlık vardır. “Batı’nın tarihi siyonizm üzerine kurulmuştur.” diye söylenir. Tarihte Yahudileri Avrupa’dan sürdüler, katlettiler. Ona rağmen Yahudilerle dost olabilirler mi? Anlaşmaları veya birbirlerine hoşgörüyle bakabilmeleri, tarihsel arka planda mümkün değildir. Püriten kol, burada bir dostluk varmış gibi bize gösteriyorsa çok yanıltıcı ve sahte bir dostluk anlayışıdır. Tamamen çıkarlarına hizmet edecek bir zeminden dolayı Evanjelik yapı siyonistlere destek veriyor. Epstein gibi birtakım şantaj araçları da tamamen o çerçevede birilerinin ipini ellerini almak için kozdur…
Epstein olayı halen devam ediyor mu? Hukuki bir zeminde ele alınıyor mu?
Adam intihar etti ve mevzu bitti. Bu zeminde ABD’de dava süreçleri yürüyordu, adam zaten hapisteydi, orada intihar ettiği söylendi ve öyle anlaşılıyor ki üstü kapatılmaya çalışılıyor. ABD’nin hukuk çerçevesi içerisinde, konunun üzerine gitmek isteyen birileri olabilir fakat bu işin ABD’nin devlet yapısını zayıflatacak bir sonucu ortaya çıkacağı için bunun hakkıyla yürüyecek bir dava olmadığı kanaatindeyim. Bu konuyla ilgili mağdurların bir çabası var ama gerçekler ortaya döküldüğünde ABD’nin dünya nezdindeki itibarını sarsılıyor. O yüzden de tüm bunların komplo teorisi olduğu inancını geliştirerek bir şekilde itibar suikastına uğratıp üstünü kapatacaklardır diye inanıyorum. İkiz Kuleler ile ilgili gerçeklerin komplo teorileriyle yıpratılması gerçeği gibi bunlar da bir şekilde ABD’nin kitle iletişim araçlarındaki hâkimiyeti, sosyal medya araçlarının kumandasının elinde olmasının da verdiği güçle kapatılacaktır. ABD imaj üretmede bir sorun yaşamıyor. Biz gerçeği biliyor olsak da öyle anlaşılıyor ki kendi toplumunun nezdinde ve özellikle de Batı toplumunun nezdinde ABD’nin böyle bir imaj inşa etmesi zor değil. Şu anda davanın durumunu bilmiyorum fakat o davanın bir neticeye varamayacağı hakkındaki düşüncem bâkidir.