Yazımızın içeriğini anlayabilmek bakımından “algoritma” kelimesinin sözlük anlamları üzerinde durmakta yarar var.
Algoritma sözcüğü, matematiğe çok büyük katkılar sağlamış olan, Özbekistan’ın Harezm kentinde doğan büyük İslam âlimi Ebu Abdullah Muhammed İbn Musa el Harezmi’den gelir. El Harezmi ismini telaffuz edemeyen Avrupalılar “algorizm” sözcüğünü daha sonra “algoritma”ya dönüştürerek kullanmışlardır.
Algoritma, belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol olarak tanımlanabilir. Algoritmik yaklaşımda çözüm için muhtemel yöntemlerden en uygun olan seçilir ve yapılması gerekenler adım adım ortaya konulur. Kısaca, bir amaca ulaşmak veya bir problemi adım adım çözme yöntemi de denilebilir. Eğer öngörülenler söz konusu adımlar takip edilerek yapılmazsa birtakım sorunlarla karşı karşıya kalınabilir.
Algoritmanın temel esprisi; hedeflenen amacın realize edilebilmesi için izlenecek yol ve yöntemde en sağlam en kestirme ve en kolay yolu belirleyerek adım adım o metoda sadık kalmayı, problem çözme ve kilitlenen hedefe ulaşmada belli bir disiplin içerisinde kalmayı, aynı zamanda da rüzgârın önünde savrulan yaprak gibi başıboş ve iradesizliği değil planlı ve bilinçli hareket etmeyi öngörüyor olmasıdır.
Ontolojik olarak varlığımızı sorguladığımızda çok yakıcı hakikatlerle karşılaşırız. Bizim, bu âleme gelişimizde herhangi bir dahlimiz söz konusu olmamıştır. Allah ile hâşâ herhangi bir pazarlığımız olup da ırkımızı, ana babamızı, cinsiyetimizi, memleketimizi, ne kadar yaşayacağımızı, ne tür niteliklere sahip olacağımız gibi hususları belirlemede herhangi bir irademiz söz konusu olmamıştır. Tüm bu nitelik ve özelliklerimiz yaratıcı kudret tarafından belirlenmiş ve bizlere bahşedilmiştir.
Madum (yok) iken mevcut (var) kılınışımız tamamen irademiz dışında belirlenmiş bir lütuftur. Allah‘ın var ettiği sayısız varlık katmanları içerisinde en üst mertebelerde yer tutan insan gibi bir ulvilikte var kılınışımız mazhariyetlerin en yücesidir.
Asgari bir akıl ve zekâya sahip olan her insanın bu dünyaya niçin geldiğini, neden yaşadığını, neden öldüğünü, öldükten sonra nereye gittiğini, bütün bu evrenlerin âlemlerin neden yaratıldığını sorgulaması kaçınılmaz bir gerçeklik olduğu gibi, tüm bu yalın ve yakıcı sorulara makul ve mantıklı bir cevap bulamayan insanların bohem, serkeş, bedbaht bir hayat sürmesi de aynı şekilde kaçınılmaz bir akıbet olacaktır.
“Evren neden var? Ben neden varım? Bütün bu olayların nedeni nedir? ‘Nasıl?’ sorularına imkânlar ölçüsünde cevaplar bulunabilir ancak bunca olayın, varlığın var olma nedeni nedir? Neden doğdum, neden ölüyorum?..”
İşte bu yakıcı soruların cevabı sizi kaçınılmaz olarak bir yaratıcıya götürecektir. “Neden?” sorusuna tatmin edici cevap veremeyenler, ifade ettiğimiz gibi bir ömür boyu serkeş, bohem, bedbaht bir hayat sürmeye mahkûm olacaklardır. Hiç kimsenin hayatla böylesi bir kumar oynama lüksü yoktur.
Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de; “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 51/56) buyurulmaktadır.
Bu ayet-i kerime insanoğlunun ontolojik olarak var olma nedenini en açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Şu halde insana yakışan şey söz konusu bu yaratılış nedeni doğrultusunda kendisine bir hayat dizayn etmesi bilincini taşıyor olması gerektiğidir. Madem kul olmak için yaratıldık, o halde kulluk nedir onun üzerinde durmak gerekir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu varlık sahnesinde hiçbir koordinatımız, yerimiz olmayabilirdi, yahut bir ağaç olabilirdik, taş, toprak olabilirdik, yahut milyonlarca ışık yılı ötede herhangi bir galakside bir metreküp atom yığını da olabilirdik. Ama Allah bizi insan olarak yarattı, akıl verdi, bilinç verdi, peygamberler gönderdi, vahiy indirdi ve insana yaratılış gerçeğini hatırlattı. O halde insanoğlunun bu doğrultuda kendisine bir hayat öngörüp bu minval üzere son nefesini vermesi iktiza eder.
Tüm insanların Allah’a şükran borcu vardır. Sayısız nimetlerle en ideal ölçülerde ve mutlu olabileceği koşullarda var edilen insanoğlu Rabbine teşekkür ile yükümlüdür.
Daha önceki yazılarımızda da ifade ettiğimiz gibi ‘Kozmoloji’de, Antropik ilkeye göre Evren’de gerçekleşen tüm olaylar, insanların en ideal koşullarda, dolayısıyla insanların var olmasına izin verecek şekilde gerçekleşir. Diğer bir deyişle Evren, “biz”im var olabileceğimiz en optimal biçimde işlemektedir. Eğer Evren’deki yasalar bu şekilde değil de farklı olmuş olsalardı, o zaman insanlar var olamayacaklardı. Evren’deki yasaların başka türlü olmayıp bu şekilde olmaları tesadüfi değildir, insanları var edecek şekilde “ince ayarlı”dır. Antropik ilke, insanı esas alan bir ilkedir. Bu husus, ayrıca Allah’ın varlığının bir delilidir.
Kısacası “Evren, bizim var olacağımız şekilde tasarlanmış ve dizayn edilmiştir.”
Nasıl ki insanın anatomik varlığı fizik evrende yaşayabileceği en ideal biçimde formatlanmışsa aynı şekilde ruh ve gönül dünyası da ancak “inanma”ya endeksli olarak yaşayabileceği bir şekilde formatlanmıştır.
Tüm bu tespitlerden anlıyoruz ki Yaratıcı Kudret, insanoğlunu inanmaya muhtaç bir biçimde kodlamış ve formatlamıştır. ‘Fıtratımız’ tabiri caizse ‘fabrika ayarlarımız’ ya da bir başka ifadeyle ‘yazılımımız’ bu şekilde dizayn edilmiştir.
Bu demektir ki insanoğlu her halükârda bir şeylere inanmak zorundadır. Yapısı, doğası bunu gerektirmektedir. İnsan “inanma ekseni”nde yaratılmış bir varlıktır.
İnsanın bu temel karakteri ontolojik anlamda bizleri “Allah’ın Varlığı” konusuna götürmektedir. İnanç düzleminde hayat sürebilen insandaki bu yetenek; Allah’ı bulabilmesi ve O’na inanabilmesi için verilmiş bir kabiliyet olmaktadır.
Madem algoritma, belli bir problemi çözmek veya belirli bir amaca ulaşmak için tasarlanan yol olarak tanımlanıyor; o halde amacımızı iyi belirlemek ve algoritmamızı da bu doğrultuda belirlemiş olmamız gerekiyor demektir.
Madem amacımız “kulluk” o halde “kulluk algoritmamızı” nasıl belirleyeceğiz? Can alıcı soru da bu olacaktır.
Allah’a kulluğa kilitlenen bir insan her şeyden önce sağlam ve sahih bir “iman”a sahip olmak zorundadır. ‘Amentü’sü bozuk olan bir insanın yapacağı tüm eylem, amel ve davranışlar buz üzerine inşa yapmaktan öteye anlam taşımayacaktır. Ne kadar sağlam, tahkim edilmiş binalar inşa ederseniz edin, buz eridiğinde tüm icraatlarınız yer ile yeksan olacaktır.
Paradigmanız bozuksa parametrelerinizin sağlamlığının hiçbir önemi olmayacaktır.
Günümüz dünyası hem felsefî hem ideolojik hem de dinî anlamda çok kaotik bir iklim ve ortam içermektedir. Böylesi bir Kesret’te Vahdet’i bulmak ve yakalamak gerçekten çok zordur.
Bir taraftan savaşlar, diğer taraftan salgın hastalıklar, yine uluslararası arenada ideolojik, dinî, mezhepsel ayrılıklar ve farklı düşünceler, insanların neyin doğru olduğu noktasında kendilerine yön bulmalarında büyük zorluklara neden olmaktadır.
Ehl-i Sünnet çizgide bir rota tayin etmek kurtuluş için en sağlam ve sağlıklı yoldur.
Kutluk algoritması öncelikle sağlam ve sahih bir iman sonrasında ilim, salih amel, ihlas, ihsan, güzel ahlak, zikir, fikir, tefekkür… gibi unsurları içermelidir.
Ancak bu sayededir ki bizlere sayısız nimetleri bahşeden Rabbimize karşı kulluk borcumuzu en iyi ve ideal bir şekilde ifa etmiş oluruz.
Şu gerçek asla unutulmamalıdır ki ‘Kulluk’ta bir başka ifadeyle İslam’da imandan sonra en yüksek hakikat ve ilke namazdır.
Allah’ın bizlere sunmuş olduğu nimetler sayılmakla bitmeyecek boyutlardadır. Bu sayısız nimetlere karşı şükran hislerimizin ifade ediliş tarzı ise namazdır. Bizler el bağlayarak, eğilerek, yerlere kapanarak; vermiş olduğu sayısız nimetlere karşı Rabbimize olan teşekkür borcumuzu ifa etmiş oluyoruz namaz kılmak suretiyle. Bu tezahürü de en kâmil manada Efendimiz’de (s.a.v.) müşahede ediyoruz: Ayakları şişinceye, ağlamaktan neredeyse göz pınarları kuruyuncaya değin namaz kılması karşısında yöneltilen “Neden kendini bu kadar hırpalıyorsun Ya Resulallah?” sorusuna karşılık verdiği cevap; en büyük, en güzel insanın Rabbimiz karşısındaki duyuş ve duruşunu özetleyen, muazzam bir kulluk manifestosu gibidir: “Ben teşekkür eden bir kul olmayayım mı?”
Namaz en üst düzeyde kulluk tezahürüdür. Kulluk ise Hak katında en yüksek makamdır.
Kulluk algoritmasında göz önünde bulundurulması gereken önemli bir husus da “nefs” olgusudur. Nefs, kullukta kul ile Allah arasında engel ve perde olabilen, o nedenle de problem çıkaran bir mekanizma olduğu için çözüm algoritmasında mutlaka dikkate alınması gereken bir unsurdur.
Daha öncelerde de ifade ettiğimiz gibi nefs denilen olgu gerçekten çok enteresan bir hakikat bariyeridir… İnsanoğlunun bu dünyaya geliş gayesi nefsi adam etmek, terbiye etmektir. Ayet-i kerimede; “Nefs, kötülükleri emredicidir.” buyurulmaktadır. İnsan dünyaya geldiğinde ilk etapta hamdır, terbiye edilmemiştir. Müminler günah işlerken emmare sıfatı ile günah irtikâp ederler.
Bizlerin, nefsimizi adam etmemiz gerekiyor. Kur’an-ı Kerim’de ifade edilen birtakım nefs mertebeleri söz konusudur. Nefs skalasının ilk basamağı nefs-i emmare, sonra levvamedir. Ondan sonra mülhime, mutmainne, radiye, merdiye şeklinde sıralanır ki bunların hepsi Kur’anî tabirlerdir. Bu aşamalardan geçilmediği müddetçe insanların hakikati kavraması mümkün değildir.
Nefs-i emmare içimizdeki düşmandır, dış iş birlikçisi ise şeytandır. Şeytanın insan vücudunda iş birliği yaptığı mekanizma nefs’tir. Eğer siz o nefsi ıslah eder, öldürürseniz ki nefsi öldürmekten kasıt nefsi yok etmek değildir. “Ölmeden önce ölünüz” sırrı gereği nefsin sıfat değiştirmesidir. Tabir-i diğerle nefsin üst mertebelere doğru yolculuk yapmasıdır. Allah dostu dediğimiz insanlar işte bu mutmainneliği yakalamış kişilerdir.
Bizler ihlasla ibadet yapar, nefsimizle mücadele ve mücahede yaparsak Allah’ın ilahî sigortaları devreye girecektir. “Siz bildiklerinizle amel ederseniz ben size bilmediklerinizi öğretirim.” buyuruyor Rabbimiz. Onun için kulluğa ihtiyacımız var. Allah’a yakınlaştığımız nispette ferasetimiz, basiretimiz açılacaktır. Böylelikle “Furkan” denilen hakkı batıldan ayırma keyfiyeti inkişaf etmiş olacaktır. Böylelikle nefs-i emmare mutmainliğe dönüşecek, kalb de aynı şekilde mutmainneye inkılab olacaktır. Akıl da selim olacaktır.
Kulluk algoritmasında bir diğer önemli husus da “ahlâk” konusudur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuruyor.
Egosunu terbiye etmemiş insanlarda; kibir, riya, ucup, hased, cimrilik, korkaklık, yalancılık, gazap, merhametsizlik, nifak, hainlik, bencillik, sevgisizlik… gibi çok çeşitli maraz ve ahlâksızlıklar söz konusu olabilir. İnsanlar bu hastalıklarını; tevazu, ihlas, diğerkâmlık, cömertlik, cesaret, doğruluk, merhamet, adalet, sadakat… gibi güzel ahlâklara dönüştürmezlerse maazallah aldanan, savrulan ve kaybedenlerden olması kuvvetle muhtemel olacaktır.
Güzel ahlâka aslında insanın vicdanı, doğası, fıtratı, yazılımı ya da fabrika ayarlarıyla buluşması da denilebilir.
Güzel ahlâk ve davranışlar her zaman her toplumda itibar ve saygı nedenidir. Güzel ahlâk ve davranışlara önem ve değer veren toplumlar, sağlam temeller üzerine bina edilmiş demektir. Kalıcılık ve süreklilikleri de o ölçüde uzun olur. Yeri gelmişken güzel bir davranış örneğini bir anekdot olarak aktarmadan geçmeyelim:
Sinema tarihinin ünlü komedyeni Charlie Chaplin anlatıyor:
“Küçük bir çocukken babamla bir sirk şovunu izlemeye gittik. Bilet sırasında uzun bir kuyruk vardı ve önümüzde anne-baba ve altı çocuktan oluşan bir aile vardı. Fakirlik hallerinden belliydi, elbiseleri eski ama temizdi. Çocuklar sirkten bahsederken çok mutlu görünüyordu. Onların sırası gelince, babaları gişeye geçti ve bilet fiyatını sordu. Gişe çalışanı ona bilet fiyatını söyleyince adam kekelemeye başladı ve dönüp karısının kulağına bir şeyler fısıldadı.
Mahcubiyet yüzünden kolayca okunuyordu. Birden babam cebinden 20 dolar çıkardı ve yere attı. Sonra da eğilip yerden aldı ve adamın omzuna dokunarak şöyle dedi:
‘Paranız düştü beyefendi.’
Adam babama baktı ve gözleri dolarak:
‘Teşekkür ederim efendim.’ dedi. Onlar içeri girdikten sonra babam beni elimden çekti ve kuyruktan çıktı. Çünkü babamın adama verdiği 20 dolardan başka parası yoktu. O günden beri babamla gurur duyuyorum. O iki dakika benim hayatımda izlediğim en güzel gösteriydi.”
Yine çeşitli kaynaklarda geçen ve aşağıda aktardığım başka bir örnekteki Hazreti Hasan ve Hz. Hüseyin’in yanlış abdest alan bir kişiyi uyarı yöntemleri de nezaket, zarafet ve güzel ahlâkın ayrı bir şahikasıdır:
“Peygamber Efendimizin mübarek torunları Hasan ile Hüseyin, câmi avlusunda durmuş; şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı. Hasan bir ara kardeşi Hüseyin’e:
– Bak, dirseklerini iyice yıkamadı, dedi.
– Evet, görüyorum, bazı yerler kuru kalıyor.
– Bunu ona söylemeliyiz, abdest sırasında yıkanması farz olan yerlerde iğne ucu kadar kuru bir yer kalsa abdest olmaz, abdest olmayınca tabii namaz da olmaz.
-Ama nasıl söyleyeceğiz? İşte bak, ayaklarında da aynı ihmali yaptı. Parmak aralarını ovuşturmadı, suyu topuklarına değdirmedi bile. Haydi, gidip kendisine söyleyelim. Hüseyin:
– Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan yanlışını anlatmanın bir yolunu bulmalıyız. Birden aklına geldi:
– Tamam, dedi sevinçle; buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:
– Efendim, sizden bir ricamız var, dedi.
– Söyleyin bakalım çocuklar.
– Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda dursanız da yanlışlarımızı söyleseniz. Adam memnun memnun güldü:
– Tabii, dedi. Başlayın bakalım. İki kardeş abdest almaya başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama bulamıyordu. Kendi abdestini düşündü. Hasan ile Hüseyin gibi dikkat göstermediğini anladı. Abdestleri bitince saçlarını okşadı:
– Yanlış sizde değil çocuklar bende. Kusurlu benim. Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gibi abdest alacağım. İşte başlıyorum. Yeniden suyun başına çöktü ve bir güzel abdest aldı.”
Bir daha bu dünyaya geri dönme gibi bir lüksümüz olmadığına göre her halükarda en üst düzeyde kulluk sergileyip Allah’ın rızasını elde ederek diğer tarafta en üst mertebelerde ödüle layık olmanın yollarını aramak gerekir.
İmam Gazali’nin sorulan bir soruya verdiği cevap, aslında kulluk algoritmamızın nasıl olması gerektiğini bir çırpıda özetleyen harika bir cevaptır. Soruyorlar: “Dünyadaki önem ve öncelik sıralamamız nasıl olmalıdır?” Gazalinin verdiği cevap müthiş bir algoritma harikası aslında: “Kendinizi mezarda düşünün, oradan dünyaya bakın.”
Dünyaya geri gelme gibi bir imkânımız olsaydı öncelikler skalasındaki sıralamamız derhal değişir, bu doğrultuda kulluk algoritmamız da otomatik dizayn olurdu.
Şu gerçek asla unutulmamalıdır ki ölüm, kesinlikle bir hiçlik ya da yokluk değildir. Sadece bir boyut değiştirmedir. Adeta uykudan uyanmak gibidir.
Yazımızı bir ayet meali ile sonlandıralım:
“Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (En’âm 6/32)