Kalabalık Yığınlarından Gerçek Topluma / Klinik Psikolog Fidan Demir

Toplum; aynı toprak parçası üzerinde yaşayan, bir amaç uğruna bir araya gelen insanların oluşturduğu bir bütündür. İnsanların bir arada, toplum içinde yaşaması hem fıtratın gereğidir hem de zorlu dünya hayatında birlikte mücadele edebilmeleri için gereklidir. Bir insan düşünün ki doğduktan belli bir süre sonra annesi onu kimsenin olmadığı bir yere terk etsin ve o kişi tek başına büyüyüp yaşasın veya bir kişi belli bir yaştan sonra “Ben artık insanlardan uzakta yaşayıp tek başıma öleceğim.” desin. Bu mümkün müdür? İnsanlardan darbe yiyip bunalan kişiler bunu zaman zaman düşünseler de gerçekleşmesi pek de mümkün görünmemektedir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. İnsan insana muhtaçtır. Hayvanlar âleminde bile aynı türler yaşamlarını ve nesillerini devam ettirebilmek için bir arada yaşarlar. Hatta sadece aynı türler değil, farklı hayvan türleri de yaşamda tutunabilmek için birbirlerine muhtaçtır. Birbirlerinden yararlanır. Belgesellerde sıkça görürüz. Bazı büyükbaş hayvanların sırtlarında kuşlar vardır. O hayvan sinek ve parazitten kurtulmak için kuşları kovalamaz. Kuşlar da hem beslenmiş hem de o hayvanı sineklerden korumuş olur. Bazı hayvanlar yumurtadan çıkar çıkmaz annenin varlığına bile ihtiyaç duymadan hayat içinde yerlerini alır. Anne olmasa da kendi türleri ile birlikte yaşar. Bazı hayvanlar da annenin bakımına, sevgisine, şefkatine insan yavrusu gibi ihtiyaç duyar. Yeryüzünün halifesi olan insanoğlu, bir aile içinde dünyaya gözlerini açar. Her şeyi anne, baba ve aile içindeki bireylerden ve yakın çevresinden öğrenir. Ailenin yapısına ve içinde bulunduğu toplumun değerlerine göre karakteri şekillenir. Toplumun ahlaki yapısı, normları ve değerlerine aykırı hareket etmez, ettiğinde de nasıl bir yaptırımla karşılaşacağını bilir. Toplumun yazılı olan ve yazılı olmayan kurallarına ve bu kuralları ihlal ettiğinde karşılaşacağı cezaya razıdır. Kabul etmediğinde ise o toplumdan doğal olarak dışlanır. Tıpkı oyunu bozan bir çocuğun durumu gibi. Ya oyunun kurallarına uyacak ya da oyundan atılacak.
Geçmiş zamanlara kısa bir yolculuk yapalım. Yaşadığımız toplumda mahalle kültürü yaygındı. Komşuluk ilişkileri kuvvetli ve herkes komşusu ile güven içinde hayatlarını sürdürmekteydi. Herkes birbirine evini, çocuğunu rahatlıkla emanet ederdi. Bir çocuğun yanlış bir davranışına şahit olunduğunda herkes onu uyarırdı. Kimse “Beni ilgilendirmiyor!” diye düşünmez ve çocuğa müdahale ederdi. Komşular, ellerinde ne varsa onu birbirleriyle paylaşırdı. Ticaretle uğraşanlar işini hakkıyla yapıp harama bulaşmamaya gayret ederdi. İnsanlar camiye gittiklerinde dükkânlarını kilitlemezlerdi. Geniş ailelerde dede ve ninelerle büyüyen çocuklar saygı, sevgi ve merhameti yaşayarak öğreniyorlardı. Bir ustanın yanına çırak olarak verilen çocuklar hem meslek öğreniyorlardı hem de manevi bir eğitim içinde oluyorlardı. Usta, çırağının tüm davranışlarından sorumluydu. Onu her yönden yetiştirmekle görevliydi. Manevi değerler ve güzel ahlaklı olmak insanların önceliklerinin başında geliyordu.
Şimdilerde ise maddiyatın ön planda olduğunu, dinî ve ahlaki değerlerin hiçe sayıldığını, bireyselliğin ve bencilliğin arttığını, sevgi ve saygının azaldığını, aile kurumunun itibarsızlaştırıldığını, kendi toplumumuzun değer yargılarının önemsenmediğini ve başka toplumların değerlerine özenildiğini, birisinin yaptığı bir yanlışta, gözlerimizi kapatıp “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” psikolojisinde olduğumuzu görüyoruz. Sokakta bir çocuğu, genci uyardığımızda “Bana annem babam bile karışmaz, sen kim oluyorsun!” tepkisiyle karşılaşıyoruz. Maalesef anne babalar bile müdahale edemiyor ve o gençlerimiz toplumsal kuralları hiçe sayarak hayatlarını yaşadıklarını ve özgür olduklarını sanıyorlar.
Toplumu oluşturan en küçük ve en kıymetli yapı birimi ailedir. Aile hayatının bozulması ve dinî değerlerden uzaklaşmak bizim sonumuzu getirecektir. Özentiler, maddi beklentiler, çiftlerin birbirini tanımaması, evlilikten beklentilerin sadece dünyalık çıkarlarla sınırlı olması aile içinde geçimsizliklere ve akabinde boşanmalara neden olmaktadır. Buhranlı bir ailede yetişen çocuğun da sağlıklı bir gelişim sürdürmesi beklenemez. Nesillerimizin gitgide yozlaştığını görüyoruz. Bunun en büyük sebebi aile içinde çocukların ahlaki değerlerle yoğrulmaması, medya ve sosyal medyanın olumsuz etkilerine maruz kalmalarıdır. Her fırsatta çocukların ve gençlerin gidişatının ne kadar kötü olduğundan bahsediyoruz. Onları suçluyoruz. Eğer bir suçlu varsa çocuklar ve gençler değil, toplumdaki tüm yetişkinler sorgulanmalıdır. Ahlak dışı içeriklere sahip dizilere, filmlere, eşcinselliği savunan yapımlara, oluşumlara toplum olarak tepki göstermedikçe bunların dikenleri dönüp dolaşıp bize batacak ve bizi zehirleyecektir.
Toplumda söz sahibi olan sanatçılar, liderler, önemli ve sevilen kişiler de toplumu yönlendiren; insanların düşünce ve duygu dünyasına etki eden kişilerdir. Bir toplumu etkilemek ve yönlendirmek istiyorsak liderlerinden başlamalıyız. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de tebliğ görevini yerine getirirken kabile reisleri ile iletişim kurmuş ve onları İslam’a davet etmiştir. Çünkü o toplumun lideri İslamiyet’i benimserse halkı da benimseyecektir. Toplumun önde gelen kişilerinin ahlaki bakımdan üstün olmalarının önemi burada daha iyi anlaşılmaktadır.
İnsanlar su gibidir, girdiği kabın şeklini alırlar. Kimlerle birlikte zaman geçiriyorsak, hangi ortamlarda bulunuyorsak oranın atmosferi ve insanların auraları bizi de etkiler. Ahlaki değerlere dikkat edilmeyen bir ortama girildiğinde oranın olumsuz havasından etkilenmemek mümkün değil. Sürekli yalan söylenen, dedikodu yapılan bir yerde kişi kendini ne kadar korumak istese de bir süre sonra yalan söylemeye, dedikodu yapmaya başlayabilir. Kendisi yapmasa bile ortamın olumsuz havasından etkilenebilir. Bu nedenle doğru ve dürüst insanların yanında zaman geçirmek önemlidir. Toplum insanların davranışlarını değiştirme ve şekillendirme gücüne sahiptir. Şimdilerde toplumdan ziyade başıboş topluluk yığınları ile karşı karşıya gelmekteyiz. Hakkı, doğruyu, güzeli anlatmak yerine, nerede çocuklarımızın ve gençlerimizin ahlakını bozacak çalışmalar varsa oraya yönelim var. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78) Zaten kalbimizle de buğz etmiyorsak o kötü davranış bize normal görünmeye başlar. Bir süre sonra biz de aynı davranışı yaparken buluruz kendimizi.
Doğruların yanlış, yanlışların da doğru görüldüğü bir devirde yaşıyoruz. Efendimiz (s.a.v.) “İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.” (Tirmizî, Fiten,73) buyurmuştur. Ahir zamanda doğru yolda olmak o kadar zordur ki elinde ateş tutmaya benzetilmiştir. Hakkı konuşan insanların başına türlü zorluklar gelmektedir. Ancak sabredip “iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme” görevine devam edenler gerçek kazancı elde edecektir. “Başkasından bana ne!” diyemeyiz. Çünkü “emr-i bi’l maruf neyhi ani’l münker” Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ümmetine farz kılınmıştır. İşte bu nedenle evlerimizde oturup sadece ibadetlerimizi yapmak bizi kurtarmayacaktır. Çevremizdeki gönlü yaralı ve yolunu kaybetmiş ruhlara Allah’ın ayetleri ve peygamberin sünnetleriyle ışık tutmayı vazife bileceğiz. “Bana ne!” dediğimizde; elinden tutmadığımız, kayıp giden kişilerin yanlış davranışları dönüp dolaşıp bize de zarar verecektir. Aynı toplum içinde yaşadığımız herkesle bir bağımız vardır. Yaptığımız olumlu ve olumsuz her davranış çevremizdeki insanları doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir. Aynı şekilde onların yaptıkları da bizi etkilemektedir. Bu durumda olaylara gözümüzü kapatıp “Beni ilgilendirmiyor!” demek akılsızlık olur.
Toplumumuzun ayağa kalkıp yeniden şahlanabilmesi için kişilerin silkinmesi, yapılan yanlışlardan dönülmesi ve ülkemiz için, insanlık için güzel hayallere, hedeflere sahip olunması, atılması gereken ilk adımdır. “Ben” düşüncesinden “biz” duygusuna geçtiğimizde, dinî ve kültürel değerlerimize sahip çıktığımızda, yeniden birlik olduğumuzda, özümüze döndüğümüzde gerçek bir toplum olmanın huzurunu tadacağız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.