Hz. Mevlânâ ve Mûsiki / Dr. Muhammed Yusuf Akbak

Mevlânâ’nın genel düşünce yapısı içinde marifet düşüncesi, varlık anlayışı ve ilâhî aşk terennümünde mûsikini yeri ve rolü nedir? Mevlânâ özelinde, irfanî bilginin aktarım vasıtası olarak musikî o dönemde nelere yol açmıştır?
Mûsiki hayatın her aşamasında bizimle beraber olan bir etkendir. İnsan doğduğu ilk anda mûsiki ile tanışır, kulağına ezan okunarak ismi konulur. Dolayısıyla bu dünyada işittiğimiz ilk ses mûsiki nağmeleriyle bize ulaşır. Günümüzde yapılan bilimsel araştırmalar bebeklerin anne karnındayken işitmeye başladıklarını göstermektedir. Annenin hamilelik zamanlarında dinlediği müzik türlerinin çocuğun ruh hali üzerinde ekili olduğu bilinmektedir. Bu açıdan bakıldığında mûsiki ile tanışmamız bir aşama daha ilerleyerek doğum öncesine ulaşmaktadır. Mevlânâ’ya göre insanın mûsiki ile tanışması bu aşamadan da öncedir. Allah (c.c.) A’râf Suresi’nde ruhlar yaratılıp dünyaya gönderilmeden önce onları toplayıp “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sorduğunu ve tüm ruhların “Elbette öyle! Tanıklık ederiz.” dediklerini bildirmiştir. Mevlânâ’ya göre elest bezminde işitilen bu ses insanın ruhuna tesir etmiştir. İnsan bu andan sonra duyduğu her güzel seste elest bezminde işitmiş olduğu o hitabı aramakta, duyduğu her güzel nağme ruhundaki o ana dair saklı sırları harekete geçirmektedir.
Mevlânâ insanın mûsiki ile birlikteliğinin dünyaya gelmeden evvel cennette de devam ettiğini belirtmiştir. Orada çirkin ses duymak mümkün değildir, cennetin tesiriyle her şey güzelleşmiştir. Cennette güzel seslerle kendinden geçen insan dünyaya gönderilmesiyle o sesten şüpheye düşmüş, musibetlerle karşılaştıkça o sesten iyice uzaklaşılmıştır. İnsanların mûsiki nağmelerini dinlemeye rağbet göstermesi ve güzel sesin insan tabiatındaki gam ve keder ateşini söndürmesi bu yüzdendir. Mevlânâ’ya göre gerçek mûsiki nağmelerinin muhatabı beden kulağımız değil, kalp kulağımızdır. Bu yüzden insan bedenini değil, kalbini ve ruhunu mûsiki nağmelerine yönlendirmelidir. Kişi kalp kulağını kirden arındırdığı ölçüde hakîkate ulaştıran mûsiki nağmelerini işitebilir.
Mevlânâ, mûsikiyi dervişin vecde ulaşmasını kolaylaştıran bir vasıta olarak değerlendirmiş ve semâ âyininin parçası haline getirmiştir. Mevlânâ için mûsiki aynı zamanda elde edilen irfânî bilginin aktarım vasıtasıdır. O, kimi zaman eserlerinde enstrümanların dilinden, kimi zaman semâ âyini esnasında bizzat dile getirerek ilâhî hikmetleri muhatabına ulaştırmıştır. Mesnevî’yi açtığımızda bizi ilk karşılayan ‘ney’dir. Mevlânâ, insanın dünya serüvenini, irfânî bilgileri bizlere ‘ney’in dilinden sunmakta ve eserine “Dinle neyden” hitabıyla başlamaktadır.
Mevlânâ düşüncesinde aşk ve mûsiki bir bütündür. Mûsikî aşktan meydana gelmiştir, âşığı dertlere gark eden de bu dertlerden kurtaran da mûsikidir. Ona göre âşığın gıdası olan mûsiki, cansız varlıklara bile aşk raihasını taşıyarak etki etmektedir. Nasıl ki insanı diğerlerinden üstün kılan aşkıysa bir mûsiki nağmesini diğer nağmelerden üstün kılan da terennüm ettiği aşk notalarıdır. Sevgiliyi anlatan nağmelerin yanında nefsânî arzulara hitap eden nağmeler acıdır. Mevlânâ mûsikiyi sevgiliyi anlatmak ve anlamak için arzu etmiştir. Kendi ifadelerinin anlatımda yetersiz kaldığı noktada en önemli yardımcısı nağmeler olmuştur. Sevilene karşı duyulan aşk bizatihi sevilenin kendisinden ibaret değildir. Sevgiliye dair ne varsa sevgilidendir ve aşkı hak etmektedir. Bu bağlamda Mevlânâ, sevgiliyi anlatan sâzende ve hanendelere, onların kullanmış oldukları sazlara ayrı bir hürmet göstermektedir. Onun düşüncesinde sazlardan süzülen mûsiki nağmeleri aşkın askeridir. Nasıl ki bir ülkenin fethi için askerî güç şartsa kurak gönülleri fethedip yeşertmek için de asker şarttır. Mevlânâ’nın aşk ordusunda mûsiki önemli bir kumandandır.
Semâdaki sembolik anlamlar üzerine neler söylenebilir?
Semâ âyininde sembolik anlamlar semâhâneye girerken başlar. Semâhânenin yapısı daire şeklindedir, bu şekil kâinatı temsil eder. Şeyh efendinin postu diğer postlardan farklı olarak kırmızı renktedir. Bu post Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin makamını temsil eder. Mevlânâ Hazretleri güneş batarken, gökyüzünün kızıla boyandığı esnada Allah’a kavuştuğu için bu renk benimsenmiştir. Tarikata yeni girenlerin postlarının rengi siyahtır. Siyah renksizliğin rengidir, bütün renkleri içinde bulundurur. Postun baş tarafı mihrabı, beş köşesi beş vakit namazı temsil eder. Dervişin başındaki sikkesi mezar taşını, giydiği tennuresi kefenini, sırtındaki hırkası kabrini temsil eder. Sağ tarafı görünen ve bilinen madde âlemi, sol tarafı mana âlemidir. Posttan sağa doğru hareket yücelikten düşüklüğe gidiş, hatt-ı istivanın sonundan posta doğru hareket, düşüklükten yüceliğe varıştır. Ney, insan-ı kâmili temsil eder. Ney’in üflenmesi, İsrafil’in sûr’u üflemesidir. Semâzenlerin ayağa kalkarken yere el vurmaları hem olmanın, hem de sûr’u işitikten sonra kabirden kalkmanın sembolünü taşır. Şeyhin destarının ucundan sol tarafa doğru sarkan taylesan, akılla kalp arasındaki bağı sembolize eder; bu aynı zamanda akılsızlar ve aşksızlardan derviş olamayacağını ifade eder.
Semâzenin semâ esnasında yukarıya bakan sağ eli duayı temsil eder. Sol eli aşağıya dönüktür. Bu, “Hak’tan alırız, halka veririz; hiçbir şeyi kendimize mal etmeyiz; biz yokuz; görünüşte var olan, vasıtalık eden bir suretten başka bir şey değiliz.” anlamına gelir. Kollar açılınca semâzen Arap alfabesindeki lamelif harfine benzer. Gövdesi ise bu lamelifin ortasına çekilmiş bir elif harfini andırır. Böylece semâzen “Varlığım yok, gerçek varlık Hakk’ındır.” demiş olur.
Semâ âyinindeki birinci selâm insanın Allah’ı ve O’na kulluğunu idrak etmesini, ikinci selâm insanın Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymasını, üçüncü selâm insanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesini, dördüncü selâm mânevî yolculuğunu, mi‘racını tamamlayan insanın yaratılıştaki vazifesine, kulluğuna dönüşünü temsil eder.
Mûsiki, Mevlânâ’nın kendi cemiyet ortamına kendi çağına kattığı bir olgu mu? Devamında Mevlânâ’dan sonraki semâ meclislerine dair neler söylenebilir?
Mûsiki Mevlânâ’dan önce de tasavvuf kültürü içerisinde mevcuttur. Sadece Mevlevîlikte değil diğer tarikatların bir kısmında âyin esnasında mûsikinin kullanıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla Mevlânâ’dan önce mûsiki tasavvuf düşüncesi içerisinde vardır. Hatta ilk dönem tasavvuf klasikleri içerisinde mûsiki üzerine tartışmalar yapılmış, bölümler oluşturulmuştur. Ancak Mevlânâ’nın mûsikiye yönelik olumlu tavrı Mevleviyye tarikatının bu alanda farklı bir yere konumlanmasına neden olmuştur. Mevlevîhânelerden birçok mûsikîşinas yetişmiş pek çoğu devrinin önde gelen isimleri arasında zikredilmiştir. Mevlevî âyinleri mûsikînin en sanatlı eserleri olarak değerlendirilmiştir.
Semâ âyinleri Mevlânâ döneminde günümüzde olduğu gibi belli bir düzen çerçevesinde icra edilmemiştir. Mevlânâ’dan sonra Sultan Veled ve Ulu Arif Çelebi döneminde de bu şekilde devam etmiştir. Ancak, cuma günleri namazdan sonra Mevlânâ’nın kabrini ziyaret etmek ve onu anmak maksadıyla insanların bir araya gelmesi ve Mevlânâ’nın eserlerinin okunduğu toplantıların düzenlenmesi, âyinin bir düzen halinde ortaya çıkmasına sebep oluşturmuş ve semâ meclislerine belirli bir düzen verilmeye başlanmıştır. Semâ âyinine bugünkü şeklini Pîr Âdil Çelebi vermiştir. En son şekillendirme ve bazı ayrıntı düzenlemeleri ise Afyonkarahisarlı III. Ârif Çelebi’nin 1642’de vefatı ile çelebilik makamına geçen ve Ferruh Çelebi’nin torunu olan Pîr Hüseyin Çelebi tarafından yapılmıştır.
Günümüzde semâ âyini bazı değişikliklerle icra edilmektedir. Normalde semâhânelerde icra edilen âyinler günümüzde çok sayıda kişinin izleyebileceği salonlarda yapılmaktadır. Semâyı icra eden mutrip heyeti ve semâzenler, tekkede yetişen dervişlerden ziyade devlet kadrolarında bu iş için görevli kimselerden oluşmaktadır. Âyinden önce cemaatle kılınan namaz ve Mesnevî sohbetleri yapılmadan semâ âyinine başlanmaktadır. Her ne kadar ilk formuna nazaran bazı değişiklikler olsa da günümüzde Mevlevîlik ve semâ kültürüne hâkim olan kimseler tarafından aslına uygun şekilde âyinler düzenlenmeye gayret edilerek katılımcılara Mevlânâ ve Mevlevîlik anlatılmaya, âyinin ruhu aktarılmaya çalışılmaktadır.
Yaşadığımız dönemde semâ âyinine dair yanlış düşüncelerin ortaya çıktığı da görülmektedir. Öncelikle semâ bir âyin, zikirdir. Bir dans gösterisi, sahne şovu olarak sergilenmesi hatalıdır. Toplu organizasyonlar ve düğünlerde aslından çok uzak, âyin ruhuna aykırı yapılan gösteriler âyin hüviyeti taşımamaktadır. Bu noktada işi ehline teslim etmek en uygun davranış olsa gerek.
Mevlânâ’nın mûsiki ve semâ karşıtlarına karşı tavrı ne olmuştur?
Mûsiki ve semâya hem Mevlânâ döneminde hem de sonraki süreçte karşıt görüşler olmuştur. Mevlânâ, doğumdan vefata kadar hayatın her alanında mûsikiyi kullanmış, ona değer vermiş, onu eleştirenlere karşı da var gücüyle mücadele etmiştir. O, bu mücadeleyi karşıdaki muhatabın anlayış seviyesine göre yürütmüştür. Mûsiki karşıtı bir fakihe fıkıh literatüründen, muhaddise hadislerden deliller sunarak mûsiki ve semâyı savunmuştur. Kimi zaman sözlü olan bu tartışmalar kimi zaman mektuplaşmalarla olmuştur. Bazen de rüyalar ve kerâmetler vasıtasıyla Mevlânâ’nın muhatabına ulaştığı nakledilmiştir. Sözün yetersiz kaldığı yerde Mevlânâ muhatabını tavırlarıyla ve fiziksel açıdan zorlayarak semâ ve mûsiki meclislerine dâhil etmiş, onlara anlayacakları şekilde hakikatleri göstererek ikna etmeye çalışmıştır. Kişi bilmediğinin düşmanıdır ve tatmayan bilemez düşüncesi gereği Mevlânâ, bu zoraki tavrı takınmış olmalıdır. Nitekim Mevlevî kaynaklarından Menâkıbu’l Ârifîn’e baktığımızda zorla da olsa semâ meclisine dâhil olan kimselerin, semâ ve mûsiki karşıtı düşüncelerinden vazgeçerek Mevlânâ’nın müridi oldukları görülmektedir. Mevlânâ’dan sonra mûsikî ve semâya karşı tepkiler devam etmiştir. Özellikle on yedinci yüzyılda semâ ve mûsikiye karşı gösterilen tavır zirve noktaya ulaşmıştır. Bu tartışmalar Sivâsîler-Kadızâdeliler tartışması olarak kaynaklara geçmiştir. Ancak Mevlevî ve diğer tarikat çevreleri tarafından gerekli tepkiler verilerek savunma sergilenmiş ve mûsikiye karşı sergilenen hürmet devam etmiştir. Bu tavır neticesinde Mevlevîhânelerden yıllar boyu birçok bestekâr ve sâzende yetişmiştir.
Mevlânâ’nın tesir halkasına dair neler söylenebilir?
Mevlânâ hem kendi dönemine hem kendinden sonraki dönemlere derin etkiler bırakmıştır. Kendi döneminde oğlu Sultan Veled bu tesirin en net hissedildiği isimlerin başında gelir. Sultan Veled’in hem yaşam tarzında hem de eserlerinde Mevlânâ’ya dair izleri görmek mümkündür. Sultan Veled’in tüm hayatında olduğu gibi eserlerinde de Mevlânâ’nın etkisi açıkça görülür. Sultan Veled, Dîvan’ını ve İbtidânâme’sini yazmasında Mevlânâ’nın tesiri olduğunu, babasına her hususta çok benzediğini, eser telif etme konusunda da onun yolunu takip etmek istediği için bu eserlerini meydana getirdiğini söylemiş ve “Ne kadar gücüm yettiyse, elim erdiyse kendimi o hazrete benzetmeye çalıştım, ama o hazretin öyle makamları, öyle mertebeleri vardı ki onlara erişmeye imkân yok.” demiştir.
İbnü’l Arabî’nin en önemli takipçisi ve üvey evladı Sadreddin Konevî yine Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde etkilediği önemli şahsiyetlerden bir tanesidir. Konevî’den önce vefat eden Mevlânâ, cenaze namazını Konevî’nin kıldırmasını vasiyet etmiştir. Bu, Mevlânâ’nın ona göstermiş olduğu sevgiyi, saygıyı ve o zamanki ilim adamları içerisinde Konevî’nin nasıl bir konumda olduğunu gösteren en güzel delildir. Konevî’nin Mevlânâ’nın hatırasını yüceltmek adına “Menzilin belirtileri olmaksızın gerçekle yorumu birbirinden kim ayırabilir? / Tahkik tarzınaki nükteyi, ey sırları keşfedebilen, söyler misin kim çözebilir? “ beytini söylediği nakledilmiştir.
Meşhur sûfî şâir Yunus Emre de Mevlânâ etkisinde kalan isimlerdendir. Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla Mevlânâ ile görüşmüş ve ondan etkilendiğini açıkça dile getirmiştir. Mevlânâ’nın sohbetinde bulunmanın kendisine vermiş olduğu huzuru şu şekilde aktarmıştır: “Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı / Anun görklü nazarı gönlümüz aynâsıdur.” O, bir gazelinde Mevlânâ’nın sohbet meclislerini tarif ederken enstrümanların da kullanıldığına değinerek şu ifadeleri kullanmıştır: “Mevlânâ sohbetinde sâzıla işret oldı / ‘Ârif ma‘nîye taldı çün biledür ferişde.” Bir başka yerde de Mevlânâ’nın evliyâ içerisindeki makamından, sözlerinin güzelliğinden ve yararlı nasihatlerinden şu şekilde bahsetmektedir: “Fakîh Ahmed Kutbü’d-dîn Sultân Seyyid Necmü’d-dîn / Mevlânâ Celâlü’d-dîn ol Kutb-ı cihân kanı.”
Tasavvufî zümrelerin yanı sıra Mevlânâ saray ahalisi ve devlet adamları üzerinde de etkili olmuştur. Mevlânâ’nın Konya’ya gelişinden vefatına kadar devleti yöneten sultanların hepsi ona karşı saygı ve sevgide kusur etmemişlerdir. O, Sultan Alâeddin (1220-1237) ve Sultan II. İzzeddin Keykavus’a (1246-1262) mürşid ve dost olmuştur. Mevlânâ’ya sık sık ziyaretlerde bulunup bazı konularda fikir danışan II. İzzeddin Keykavus ondan nasihat istemiştir. Mevlânâ, ona oğul diye hitap etmiştir. Özellikle Sultan Rükneddin’in (1249-1254, 1257-1266) ve hanımı Gumac Hatun’un (ö. 683/1284) Mevlâna’ya büyük bir itimat ve muhabbeti olmuştur. Devlet erkânından Muîneddin Pervâne de Mevlânâ’ya karşı hürmet beslemiş, birçok semâ meclisi tertib etmiştir.
Günümüzde de hâlâ gerek İslam gerekse Batı dünyasında Mevlânâ’nın etkisi hissedilmektedir. Mevlânâ üzerine yazılan şiirler, Mesnevî şerh ve tercümeleri, semâ âyini besteciliği, düzenlenen bilimsel toplantılar ve telif edilen eserler insanların gönlünde Mevlânâ sevgisinin canlı olarak durduğunu, Mevlânâ’nın sözlerinin çağlar ötesine hitap ettiğini gösterir niteliktedir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.