Yılmaz karşısına çıkan sayfayı dikkatle okumaya başladı. “Ahî Çelebi Camii’nin banisinin ismi Âhi Mehmet Çelebi’dir. İkinci Bayezid ve Yavuz Selim Han devrinde yaşamıştır. Mesleği tabiplik olup iki defa hekimbaşılık yapmıştır. On ciltten oluşan Seyahatnâme’nin müellifi Evliya Çelebi’nin gördüğü meşhur rüya bu camide geçmiştir. Evliya Çelebi başından geçen eskilerin deyimiyle “beyne’n-nevm ve’l-yakaza” yani “uykuyla uyanıklık arasında” yaşadığı bu hadiseyi şu şekilde anlatmaktadır: “Yıl bin altı yüz otuz, hicri takvimle bin kırk, aylardan Muharrem, mübarek aşure gecesi Kur’an okuyup dualar ettim. Peygamber Efendimiz’i çok özlemiştim. Biraz dinlenmek için yuvarlak yastığıma yaslandım. Uyku ile uyanıklık arasında idim. Bir anda Yemiş İskelesi yakınındaki Ahî Çelebi Camii’nde buldum kendimi. Burası helâl para ile yapılmış bir camidir. İçinde yapılan dualar boşa çıkmaz diye bilinir. Vakit, sabah namazı vaktiydi. Kapıdan kalabalık silâhlı ay parçası yiğitler girdi içeri. Caminin nasıl aydınlandığını anlatamam. Sanki gökten ay kopmuş, sonra bu aya yüzlerce ay ve yıldız daha katılmış da camiyi doldurmuştu. Bu nur yüzlü askerleri hayranlıkla seyre daldım.
Hemen yanıma oturan yiğide sordum:
– Sultanım, siz kimlerdensiniz? İsminizi söyler misiniz?
– Cennetle müjdelenmiş on kişiden, okçuların piri Vakkasoğlu’yum, dedi.
Hemen eline davrandım, öptüm.
– Pekiyi, bu sağ taraftaki nur yüzlüler kim?
– Peygamberler, evliyalar, Peygamber Efendimiz’in dostları, Medineliler, Mekkeliler ve Kerbelâ şehitleri… Mihrabın önünde gördüğün Veysel Karanî, solda duvarın dibindeki müezzinlerin piri Habeşli Bilâl. Şu sancakla gelen al elbiseli askerler de şehit ruhları. Başlarındaki zat ise şehitlerin serdarı Hazreti Hamza’dır…
Böyle böyle cami içindeki bütün cemaati bana tanıttı. Hangisine baktımsa sevinç doldum, can buldum.
– Burada toplanmanızın sebebi nedir?
– Azak taraflarındaki İslam askerleri dara düşmüşler, Tatar Hanına yardıma gidiyoruz.
Biraz sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v.) teşrif edecekler. Sabah namazının sünneti kılınacak. Sonra “Kamet getir.” diye işaret buyurunca sen de yüksek sesle kamet getirirsin. Selâmdan sonra müezzinliği Bilâl ile birlikte yaparsınız, oldu mu? Namaz bitince de Efendimiz mihrapta iken hemen koş. Mübarek elini öpüp “Şefaat Ya Rasûlallah.” de ve yardımını rica et.
Heyecanlanmıştım. Demek burada olduğumu biliyorlardı. Çok geçmedi, cami kapısında apaçık bir nur belirdi. Zaten aydınlık olan cami bir kat daha aydınlandı. Sağında Hz. Hasan, solunda Hz. Hüseyin ile Peygamber Efendimiz (s.a.v.) göründü. “Bismillah” diyerek içeri girdiler. İçeride bulunanlara selâm verdiler. Mihraba geçip sabah namazının sünnetine durdular. Korkudan mı, heyecandan mı bilemiyorum titremeye başlamıştım. Hazreti Peygamber (s.a.v.), Hilye-i Hakani’de anlatıldığı şekilde idi. Hayran hayran seyrediyordum. Selâm verince bana baktı, sağ eli ile dizine vurdu.
– Kamet getir, buyurdu.
Segah makamında kamet okudum. Bütün cemaat kalktı. Hazreti Peygamber (s.a.v.) cemaate imamlık etti. Müezzinliği Vakkasoğlu’nun öğrettiği şekilde tamamladık. Sabah namazı bitti. Efendimiz mihrapta ayağa kalkmıştı. Vakkasoğlu, beni elimden tutup mihraba götürdü.
– Allah’a ve Rasûlüne âşık bu Evliya Çelebi şefaat diler, dedi.
Dokunsalar ağlayacak gibi idim. Her tarafım titriyordu. Aklım başımdan uçmuştu sanki. Hiç halime bakmadan, haddimi bilmeden Hz. Peygamber’in mübarek ellerine dudaklarımı kondurdum.
Dileğimi söyledim ama heyecandan “Şefaat Ya Rasûlallah!” diyeceğime “Seyahat Ya Rasûlallah!” demişim.
Hz. Peygamber tebessüm buyurdular.
– Seyahat ve ziyareti bu kuluna kolay eyle Ya Rabbi, dediler ve dua buyurdular.
Ardından hep birlikte “Fatiha” okuduk. Orada bulunan herkesin mübarek ellerini öperek hayır dualarını aldım. Kiminin eli misk, kiminin menekşe, kimininki de karanfil gibi kokuyordu.
Hz. Peygamber’in mübarek kokusu ise zağferan ve kırmızı gül gibiydi.
Peygamberimizin arkadaşları, benim için dua ettiler. Önce Hz. Peygamber, ardından diğer mübarekler çıkıp gittiler. Vakkasoğlu okluğunu çıkarıp benim belime sardı.
– Yürü! Ok ve yay ile gaza eyle. Allah yardımcın olsun, dedi.
Sonra bir müjde verdi:
– Burada kimin elini öptüysen onu ziyaret edecek, o diyarları gezip göreceksin. Ancak gezip gördüğün yerleri, oraların güzel özelliklerini yaz. Bundan böyle sen benim ahiret oğlumsun. Hak ve hakikatten sakın ayrılma. Gönlün huzurla dolsun. Ekmek ve tuz hakkını gözet, iyi bir dost ol. İyilerden iyilik öğren. Kimseye bir zararın dokunmasın. Haydi, yolun açık olsun. Önce bizim İstanbulcağız’ı yazmaya başla. Haydi, durma, dedi. Yürü, işin rast gele, dedi.
Sonra da alnımdan öpüp çıktı gitti.
Şaşkın bir halde kendime geldim. Bu hal ne olabilirdi? İçime bir rahatlık, gönlüme neşe dolmuştu. Kasımpaşa tarafına geçtim. Olanları ünlü rüya tabircisi İbrahim Efendi’ye anlattım.
– Cihanı dolaşan bir gezgin olacaksın. Güzel sonuç alacaksın.
Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şefaatine erişecek ve cennete gireceksin, dedi.
Oradan Kasımpaşa Mevlevîhanesi Şeyhi Abdullah Dede’ye gittim.
Ellerini öpüp rüyamı ona da tabir ettirdim. O da aşağı yukarı aynı şeyleri söyledi.
Bana yedi ciltlik bir tarih kitabı verdi. Hayır dualar etti. Eve döndüm.
Bazı tarihleri inceledim ve İstanbul’u yazmaya başladım.”
Böylece Âhi Çelebi Camii, Evliya Çelebi’nin rüyası ile Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) maneviyatta sabah namazını kıldığı ve kıldırdığı cami olma şerefine nail olmuştur. Bu nedenle caminin içerisinde iki adet mihrap bulunur. Bu çift mihrabın birinde nuru temsilen yirmi dört saat lamba yanar, diğeri ise Osmanlılar tarafından Hz. Peygamber’in (s.a.v.) namaz kıldırdığı yerde, imamdan başka kimsenin namaz kıldırmaması için yapılmış küçük bir mihraptır.”
Telefonu elinde, kafasını hafif kaldırıp camiye bakarken “Demek ki Evliya Çelebi’nin o muhteşem külliyatının startı bu mescitte verilmiş.” diye düşündü. Abdest alırken konuştuğu yaşlı amca aklına geldi. “Eeee ben de ekonomi dergisindeki ilk yazımda merhum Kartal Korkmaz’ın hayatını kaleme alma fikrine burada vardım. Buna göre ben ileride büyük bir yazar olacağım.” dedi. Sonra telefonunu kapatıp cebine koyarken okudukları, aklına gelen düşünceler onu heyecanlandırsa da inanmaktan daha çok güzel bir enstantane olarak sadece gönlünde bahar rüzgarları esiyordu. Gerçi tarihe mâl olmuş bir şahsiyete inanmamak da ayıp olurdu. Sabah Âhi Börekçi’sinde yaşadıklarını hatırlayınca hafif gülümseyip “Bunlara inanmak benim için zor olsa da bu Âhi’ler enteresan adamlar.” dedi. Bu birbirine zıt muhayyeleler dünyasına dalmışken vakit namazını eda edip çıkan cemaate umursamazca bakıyordu. Aniden gözleri büyüdü; her bir duyguyu, düşünceyi bir kenara bıraktı, ağzından “Cenk, Cenk Büke” ismi döküldü. Birkaç adım attı, “Sessiz İsyan rock müzik grubunun solisti Cenk…” Şaşkınlık ve sevinçle yanına kadar sokulup hızlıca bir fotoğraf çekilmek için rica edecekti ki müezzinin “Cenaze namazı için saf tutalım.” çağrısıyla durdu. Cenk babasını kaybetmenin acısıyla en ön safta yer almak için kalabalığı yara yara ilerdi. Onun arkasından yere mıhlanmış gibi bakarken sağ omzuna bir el dokunup “Müsaade eder misin delikanlı?” dedi. Başını sağ tarafa çevirince nutku tutuldu. Bir an göz göze geldiği adam ünlü edebiyat dergisi “Mana”nın editörü Musa Güneş’ti. Konuşamadan hemen yol verdi. Sele kapılmış kütük gibi kendisini bıraktı. Nihayet durabildiği yer ikinci saftı. Saflar sıklaşırken soluna bakınca içinden “Bu ne? Ülkenin en mühim iş adamlarından birisi.” Normal zaman bu adamla aynı ortamda bulunmayı bırak nefes almak bile hayaldi. Sonra sağına bakınca neredeyse dilini yutacaktı. “Yok artık!” dedi. Parlamentonun en tecrübeli, tesirli siyasetçisiyle omuz omuzaydı. Bu kişi, fikirlerini hiç beğenmediği hatta tam karşısında olmasına rağmen adaletli tavırları sebebiyle de saygı duyduğu bir şahsiyetti. İmam dünya, ahiret ve imana dair kısa ama etkili bir vaazda bulunurken o içinden “Bu manzarayı rüyamda göremezdim. Görsem bile hayra yormazdım.” dedi. Evet, insanlar tüm renklerin aynı anda bir tualin üzerinde şuursuzca savrulması gibi savrulmuşlardı. Dışarıdan bakınca anlamsız görünüyorlardı. Gönül gözüyle görünce ise sevginin getirdiği birliktelik ile ayrılığın hüzünlü resmi temaşa ediliyordu. Yılmaz, yıllar var ki namaz kılmadığı için çaktırmasa da inceden inceye tedirgindi. İmam ise bu arada namazın nasıl kılınacağını tarif etti. Müezzinin sesli niyet almasıyla birlikte tekbir getirip imama uydu. Her şeye rağmen bir yanlış yapmamak için çocukluğundaki gibi göz ucuyla sağını solunu kontrol ediyordu. Bütün bu hengâmenin arasında aklı muhasebeye devam ediyordu. “Bir yanda Afrikalılar, bir köşede siyah elbiseleri ve gözlükleriyle bekleyen Avrupai tipler, sonra bu ülkenin aynı tastaki çorbasına kaşık sallamayacak şahsiyetler aynı ortamda, aynı safta yan yana? Kafayı yiyeceğim… Sen ne Kartal Kormaz’mışsın be? Sanki Birleşmiş Milletlerin Türkiye şubesi…” diye düşünürken cebindeki titreyen telefon ile birlikte imam tekbir getirince namaza geri döndü. Bildiği duaları okumaya devam etti. Sonunda imam selam verdi. Helallik istenip Fatihalar okundu. Nihayet avlu tekrar hareketlendi… Cenaze omuzlar üzerinde götürülürken müezzin “Muhterem cemaat, Kartal Kormaz abimiz Eyüp Sultan mezarlığında defnedilecektir. Araç mevcuttur.” diye anons etti. Yılmaz bir yandan telefonunu cebinden çıkartıp kontrol ederken mezarlığa gidip gitmemek arasında tereddüt ediyordu. Çünkü kendiyle olan pazarlığı cenaze namazı kılmaya kadardı. Cenk Büke’yi görünce mezarlığa gitme fikri ağırlık kazanmaya başladı. Onunla orada görüşebilirdi. Yürürken telefonunu açınca arkadaşından gelen mesajı gördü, eve doğru yöneldi…
Soğuk kendisini iyiden iyiye hissettirirken duraktan eve yürümenin verdiği üşümeyle birlikte büzüşüp apartmana girdi. Hızlı hızlı soluk alarak ikinci kattaki dairenin kapısının önüne geldi. Anahtarı ile kapıyı açınca temizlik kokusunu zerrelerine kadar hissetti. Buna bir de mutfaktan gelen mis gibi yemek kokuları eklenince neşesine diyecek yoktu. Ballı kaymak olmuştu. “Samet hoş geldin.” derken sesindeki sevinç tınısı evin her yerinden hissediliyordu. Mutfak neşesi ağır basan gür ses cevap verdi, “Hoş bulduk. Kanka, sesime doğru gel…” Kıyafetlerini bile çıkartmadan havayı koklaya koklaya mutfağa geçip kollarını yana açıp apartmanı inletircesine “Kanka.” dedi. Samet elinde kepçe olduğu halde dizini hafif kırıp güreşçinin rakibini kucaklaması gibi Yılmaz’ı kucaklayıp “Candan öte can gardaşım… Ben dağları aşıp, karlı yolları ezip geldim. Sen yoksun, sabahtan beri gözüm yollarda.” dedi. Yılmaz gülerek “Haklısın ama sebebini söyleyince sen de bana hak vereceksin.” dedi. Samet geri çekilip Yılmaz’ın gözlerinin içine baktı. “Yoksa bu karda kışta gösteri mösteri mi yaptınız?” dedi. Yılmaz iç çekerek, “Yok be oğlum… Bu yıl daha o şerefe nail olamadık.” dedi. Samet sağ elini yumruk yapıp Yılmaz’ın sağ omuzuna hafiften vurdu. “Tabii oğlum, sen bizim gibi tıp mı okuyorsun? Okulun daha kolay, tadını çıkart…” Yılmaz gülerek, “Aynen kanka.” derken Samet’in elindeki kepçeyi alıp çorbaya daldırarak “Ooofff Mahluta Çorbası… Şimdi ne iyi gider…” Kepçeyi bırakıp fırının kapağına açtı… Gözleri büyüdü, ağzını şapırdatıp “Anam anam, kağıt kebabı…Vallahi midem günler sonra bayram edecek…” dedi. Yılmaz arkadaşının yüzüne bakıp içten “Vallahi kral adamsın… Yalnız, sen doktor değil şef olmalısın… A sınıf olursun…” dedi. Samet vecd halinde elleriyle tarif ederek “Seviyorum oğlum… Çeşit çeşit malzemeleri tek tek işleyip, onları zamanında belli oranlarda bir araya getirip insanı kendinden alan lezzetleri ortaya çıkartmak beni mutlu ediyor…” dedi. Yılmaz “Zaten ben de sırf sen mutlu, mesut olasın diye yiyorum…” dedi. Kahkaha attılar… Samet elini yumruk yapıp hafiften arkadaşının sağ omzuna dokundu, “Hadi çabuk ol, yoksa ben hepsini bitireceğim…” dedi. Yılmaz mutfaktan geri geri çıkarken işaret parmağıyla masayı gösterip “Kral, üzerimi değiştirip hemen geliyorum. Sofra bende…” dedi.
Yılmaz montunu çıkartıp eski somya yatağının üzerine savurunca cebinden bir kartvizit düştü. Eline aldı. Bu, camide o ihtiyardan aldığı karttı. Somyanın üzerine oturup mesaj yazmaya başladı. “Halil” yazdı, daha sıcak olması için “Bey mi, amca mı?” diye düşündü. Kafasını sallayıp “Halil amca, ben bugün abdest alırken tanıştığın gencim… İsmim Yılmaz… Eğer uygunsanız Kartal Korkmaz Bey’in hayatını bir dergi için kaleme alacağım. Sizinle bu konuda görüşmek isterim…” yazarak mesaj attı. Hızla üstünü değiştirip ellerini yıkadıktan sonra mutfağa geçti… Samet sofrayı çoktan kurmuştu. Yılmaz yüzün ekşitip, “Ama kanka, bu oldu mu şimdi?” dedi. Samet eliyle çabuk işareti yapıp, “Hadi oğlum hadi, beni her zaman bu kadar iyi kalpli bulamazsın… Üstelik bulaşıklar senin elinden öpecek, ona göre…” dedi. Yılmaz telefonu gözünün önünde bir yere bırakarak yemeğe gömüldü.
Tripleks villanın çatı katını kendisine çalışma odası, daha çok da kütüphane yapan Halil Uzungider, huşu içinde Kur’an okuyordu. Sayfanın sonuna gelince “Sadakallahül Azim” dedi. Kur’an’ı kapatıp öperek yüksekteki yerine saygı ile kaldırdı. Sonra koltuğunda geri yaslanıp telefonuna gelen mesajları okumaya başladı. Çoğu başsağlığı için gelmişti. Sıra Yılmaz’ın mesajına gelince dikkatlice okudu. Duvarda asılı olan Sabuncu Han’ın önünde bin dokuz yüz seksen beş senesinde esnafla birlikte çekilmiş fotoğrafa baktı. Bakışını ayakta hemen arkasındaki Kartal Korkmaz’a odaklayıp “Aziz dost, sen hayatı hep sessizce yaşadın. Ölümün bile sessizce birilerine iyilik yaparken uzak diyarlarda oldu. Riyadan korktun, insanların minnet duygusuna kapılmasını istemedin, Allah katında kim kimden daha kıymetlidir bilinmez, diyerek hep tevazuyu seçtin… Dedikocularla uğraşmaktan imtina edip yaptıklarının fahş edilmesinden hoşlanmadın… Ama senin gibi bir adamın hayatı, yaptıkları, zihniyeti bilinmez ise dünyadaki şovmenler, dalkavuklar kendisini adam diye bu millete yutturacaklar. Bu saatten sonra yaptıklarının bilinmemesi asıl fitne sebebidir. Kusura bakma seni, yaptıklarını herkese, her yerde anlatacağım…” dedikten sonra cevap yazmaya başladı. “Delikanlı, seni yarın sabah saat yedide, iş yerimde kahvaltıya bekliyorum. Adresim, Sabuncu Han… Numara dört… Tahtakale…”
Yılmaz kebapları hızlı hızlı gömerken Samet, “Doğru anlamış mıyım? Bir gün boyunca aç bitap burada pinekledin. Gece yarısı sokağa çıktın. Baktın, bursun yarısı yatmış. Ama bankamatik bozuk, yine paran yok. Büfeci kartla satış yapmıyor, veresiye de vermiyor. Sen isyanlarda aç aç sabahladın… Bursun niye yarısı yatmış diye vakfa git… O da ne? Sana burs veren adam meğerse sabaha kadar sosyal medyada gömdüğün adammış. Sonra sırf vicdan için cenaze namazına katılıyorsun.” Bu arada Yılmaz’ın telefonuna mesaj geldi, okurken bir yandan başını evet manasında sallıyordu. Samet “O da ne? Cenazede ülkenin en tanınmış iş adamı, sanatçısı, siyasetçisi, yazarı çizeri, çeşit çeşit milletten insan orada. Şimdi de sen bir de o adamın hayatını kaleme alıp yazarlık kariyerine başlayacaksın…” dedi. Yılmaz “Unutma bir de Âhi Börekçisi’nin sahibi var. Hem börek ikram etti hem de on bin liralık kıyafet alışveriş kartı verdi. Samet “Ne o, mesaj kızdan mı?” dedi. Yılmaz “Hayır. Camide tanıştığım ihtiyardan… Kartal Korkmaz’ın hayatı için kendisiyle söyleşi yapacağım. Adama bak, hem beni kahvaltıya bekliyor hem de kartını verdiği halde ne olur olmaz diye adresini de tekrardan yazıp göndermiş…” dedi. Samet, “Tuhaf, çok tuhaf, bu işin sonu nereye varacak, çok merak ediyorum…”
(Devamı Gelecek Ay)