Gece zorla daldığı uykusundan telefon alarmı en sevdiği şarkılardan olan “Lungo La Strada” müziğini çalınca zar zor tek gözünü açabildi. Bakmadan el yordamıyla uzanıp yatağın hemen yan tarafındaki yerden baktı. Saat altı buçuktu, alarmı kapattı. Telefonu yere bırakırken sıcak yatak cazibesine dayanamayıp tekrar yatağa gömülse de bu uzun sürmedi. Dökük, gıcırdayan somyadan doğruldu. Güçlükle açtığı gözlerini ovuşturarak banyoya gitti. Gece yaşadığı kâbusun izlerini silip kendisine gelmek için yalandan yüzüne yalap şalap iki su çarptı. Aynada kendisine şöyle bir baktı. Kendinden nefret ediyordu. Yatağa pantolon ve gömlek ile girdiği için üzeri kırış kırıştı. Hafif ıslak elleriyle sürterek kırışıklıkları düzeltti. O siyah sık saçlarını taradı. Sonrasında öfke ve isyan patlamasıyla evin dört bir yanına dağıttığı montunu, atkısını, beresini üzerine geçirdi. Botunu giyerken bir yandan da kapıyı kilitledi… Asansörün gelmesini bekleyemezdi. Zaten üç kattı, ne olacaktı? Koşar adım merdivenleri inerken tek hedefi metrobüs durağının yanındaki “Ahi Börek Salonu”ydu. Bu saatte karnını doyurabileceği en sıcak ve temiz yer orasıydı. Tefrişatı lüks bir restoran gibi tertip edilmiş olan “Ahi Börek Salonu” insana kendisini özel hissettirirken kalitesi, temizliği, titiz çalışanları güven veriyordu. Ama her şeyden daha mühimi uygun fiyatları görünce de kazıklanmamanın verdiği huzurla istemsizce “Helal olsun be! Buranın sahibi harbiden adammış.” dedirtiyordu.
Yılmaz mis gibi kokan böreklerin kokularını içine çekerken yüzlerine bakmadan geçip direkt kasaya yanaştı. Sarı renkli iplikle nakşedilmiş buğday başağının altına “Ahi Börek” yazan siyah önlüklü elemana kesik kesik “Bankamatik kartı ile ödeme alıyor musunuz?” dedi. Eleman sakin ve saygılı “Tabii ki alıyoruz efendim.” dedi. Yeni yeni dolmaya başlayan salonda hemen kasanın yanındaki masada çayını içip abone olduğu günlük gazetesini okuyan adam, Yılmaz’ı çaktırmadan göz ucuyla izliyordu. Yılmaz istemsizce her şeyin ucuzunu alma alışkanlığıyla “Bana bir porsiyon küt böreği… Ama şekeri bol olsun… Yanına büyük bardakta çay…” dedi. Boş masaya oturdu. Böreği hızla orkestra şefi kıvamında kesen usta, eline aldığı silindir şekerliği sallayıp üzerine bolca pudra şekeri döktü. Yılmaz gözü dönmüş gibi bu seremoniyi izlerken ağzının suyu akıyordu. Garson bir elinde dumanı üzerinde çay, diğer elinde tabağı getirip önüne koyup “Afiyet olsun.” derken Yılmaz çoktan girişmişti bile. Peş peşe hızla lokmaları indiriyordu. Börekler saniyeler içinde kasırganın savurduğu yaprak gibi toz olup gitmişti, çayın son yudumunu da içerken başını kaldırdı. Elinde karışık böreklerin bulunduğu büyük bir porsiyon ile gazete okuyan adamı gördü. Adam tabağı masaya bırakırken elemanına eliyle getir işareti yaptı. Eleman hemen büyük bardakta muzlu, ballı sütle geldi. Adam “Müsaadenle genç.” diyerek karşısına oturdu. Şefkat dolu bir sesle “Talebe misin?” dedi. Yılmaz ayıp olmasın diye adama bakarken gözü böreklerdeydi. Yılmaz yutkunarak “Evet… Edebiyat fakültesinde okuyorum.” dedi. Adam eliyle buyur işareti yaparken “Bu müessesemizin ikramıdır. Afiyet olsun.” dedi. Yılmaz yemeye başlarken adam “Ben de Eskişehir’de çevre mühendisliği okudum. Çok sıkıntı çektik. Sen böreğini yerken beni de o günlere alıp götürdün… Biz de en ucuz yemeği çoğu zaman doymak için değil, öğünleri geçiştirmek için yerdik. Halini anlıyorum…” dedi. Yılmaz ağzı dolu “Yaa… Üniversitede okuduğunuzu bilmiyordum…” dedi. Adam “Bu zamanda kim, kimi, ne kadar tanıyor?.. Birbirimizden haberimiz yok…” dedi. Yılmaz sütten içerken sandalyede geriye doğru yaslanıp dün geceyi düşündü, bilge bir tavırla “İnsanlık ölmüş…” dedi. Adam düşünceli “Belki ölmemiştir de biz o insanlığı yaşatanları görmek istemiyoruz, görsek de tanımıyoruz veya tanımak istemiyoruzdur. Bilemiyorum.” dedi. Yılmaz kabaran devrimci ruhuyla “Bu kapitalizm insanları vahşileştirdi. Barbarlık günden güne artıyor. Güçlü isen…” eliyle para işareti yapıp “Paran varsa saygı görüyorsun. Gerisi yalan…” dedi. Ruhundaki ariflik yüzünden okunan adam yaralı bir genci tedavi duygusuyla “Haklısın galiba.” dedi. Sonra masanın üzerine bıraktığı siyah renkli, kaliteli ve fantazi kartondan yapılmış bir zarfı kaldırmadan kibarca Yılmaz’a uzatıp “Senin çektiğin çilleri çekmiş bir abin olarak kabul edersen bunu sana vermek istiyorum.” dedi. Yılmaz karnı doyunca neşesi yerine gelmiş, beyni çalışmaya başlamıştı. Eline alıp açarken “Bu nedir?” dedi. Adam “Benim çalıştığım firmalar, bize böyle hediye çekleri, kartları gönderir. Bu da ülkemizde hatırı sayılır, meşhur giyim firmalarından birine ait. Bununla gidip istediğin mağazasından alışveriş yapabilirsin…” dedi. Yılmaz üzerindeki on bin lira yazısını okuyunca gözü iyice açıldı. Bununla neler neler alabilirdi? Beyni bir anda bunun hesabını yaparken tanımadığı bir adamdan böyle bir şey almak ne kadar doğruydu? Gelgitler yaşıyordu. Adam “Buranın adı Ahi Börek… Ahi’nin gönlü, eli, kapısı sadece tanıdıklarına değil, herkese açıktır… Biz bir yandan hem yabancıyız, bir yandan da Adem Babamızdan kardeşiz. İçin rahat olsun…” dedi. Adam bütün kapıları kapatırken ısrarcı bir sesi de vardı. Yılmaz “İyi de beni tanımıyorsunuz. Ya ben istismarcı, üçkâğıtçı biriysem… Bu güzel davranışınız boşa gitmiş olmaz mı? Hele hele yaşadığımız devirde bu yaygın…” dedi. Merhametin her tonu simasına sirayet etmiş adam “Olabilir… O benim değil, senin sorunun. Ben her zaman, her yerde, her şeye rağmen bana yakışanı yaparım… Hem bin istismarcıyı bahane edip gerçek bir mağduru ıskalamak insanlığa sığmaz…” dedi. Yılmaz bu sakin ama bir o kadar yüreği kor ateşler gibi yiğitlik dolu adam karşısında sadece “Teşekkür ederim…” diyebildi. Saatine bakıp “Derse girmeden bir yere uğrayacağım, müsaadenizle.” dedi. Adam “Her zaman beklerim…” dedi. Yılmaz küt böreğin parasını ödemek kasaya yaklaşıp kartı uzattı. Eleman işlemleri yaptı. Yılmaz şifresini girdi. Ödeme tamamlanınca kartını ve fişi alan Yılmaz bakmadan cebine atıp metrobüs durağına yürüdü.
Şehrin çeperlerinden merkezine doğru akışın başladığı sabahın bu erken saatlerinde bile ciddi bir mücadele ile metrobüste oturacak bir yer bulabildi. Kartı cüzdanına koymak için elini cebine attı. Kartla birlikte fiş de geldi. Göz ucuyla okuyunca beş lira çekilmişti. Uzun zamandır isyan modundaki gönlünün yumuşadığını hissetti. Gözü hafiften nemlenirken adamın sözlerini hatırladı “Her şeye rağmen kendini yakışanı yapmak.” Yılmaz “Zor be babalık… Sen türünün son örneğisin…” dedi. Yaşadığı bu olay karşısında her ne kadar şaşırıp sevinse de “Bu devirde kim tanımadığına karşılıksız yardım eder? Bu işte de mutlaka bir hesabı, bir hinlik vardır!” düşüncesi beynini kemiriyordu. İstihzai bir gülümseme ile cep telefonunu eline alıp sosyal medyayı açtı. Ciddi sayıda bildirim gelmişti. Kartal Korkmaz için yaptığı “Bir eliniz yağda, bir eliniz balda. İmkânlar lebiderya; konuşmak, bilmiş bilmiş öğütler vermek kolay… Gelin de bir de hayata sıfırdan değil, bizim gibi eksiden başlayın da ben sizi göreyim… Dertten tasadan haberiniz yok…” yorumuna beğeniler patlamıştı. Hatta bazıları üşenmemiş destek yorumları yazmışlardı. Destek yorumları neşesini iyice yerine getirmişti. Nihayet aktarmaları dahil iki saatlik bir yolculuktan sonra Beyazıt’a ulaştı… Önce vakfa uğrayıp bursun durumunu öğrenip oradan okula geçecekti. Girişinde “Sebil Han” yazan beyaz mermerle çevrili, kapısı kurşun kaplı tarihî binadan içeri girdi. Fakat bir tuhaflık vardı. Burası ne zaman gelse hep cıvıl cıvıldı. Şimdi ise neredeyse çıt yoktu. İkinci kata çıktı. “Zahidler Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı” yazan kapının önüne vardı. Zile bastı, kısa çaldı. Ama açan yoktu. Bu kez ısrarcı uzun uzun birkaç kez daha çalarken içinden “Bunlar da kof çıktı.” diye geçiriyordu. Katta çay dağıtan çaycı çırağını gördü. Yılmaz “Genç, bakar mısın?” dedi. Çaycı “Buyur abi…” dedi. Yılmaz “Vakıf kapandı mı?” diye sordu. Çaycı “Kapansa bu kadar üzülmezdik. Vakfın en büyük destekçisi ama ismini hep gizli tutan baba adam Kartal Korkmaz amca vefat etmiş. Herkes cenazesine katılmak için Ahi Çelebi Camiine gitti.” dedi. Yılmaz gözleri büyümüş hayret ile “Sen kim dedin?” dedi. Çaycı üzgün “Kartal Korkmaz amca…” dedi. Yılmaz “Kartal Korkmaz… Hani şu iş adamı olan?” diye sorarken telefondan da resmi açıp gösterdi. Çaycı nemli gözlerle telefona bakarken “Evet, evet ta kendisi.” dedi. Yılmaz’ın başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Ter bastı, ayakta durmakta zorlandı. Hâlbuki dün gece internette adama neler neler saydırıp yazmıştı. Meğerse aylardır o adamın verdiği bursu yiyormuş… Büyük bir mahcubiyet ve utanma duygusuyla yere çöktü, kaldı. Çaycı tepsiyi bırakıp omzundan tutarak “İyi misin ağabey?” dedi. Yılmaz eliyle tamam işareti yapıp “İyiyim, iyiyim…” dedi. Çaycı “Su vereyim…” dedi. Yılmaz ruhunu, vicdanını rahatlatmak için cenaze törenine katılma kararı aldı. Gerçi namazı kılmasını pek bilmezdi ama internetten bakar, öğrenirdi. Yılmaz “Cenaze namazı nerede dedin?” Çaycı “Ahi Çelebi Camiinde, öğlen namazından sonra…” dedi. Ağır ağır çöktüğü yerden doğrulurken doğruları yanlışları birbirine girmiş, dünyası başına yıkılıyordu. Yılmaz “Teşekkürler genç adam.” dedi. Yüzyılların acı tatlı yaşanmışlıklarını sinesinde barındıran hanın kapısından çıkarken kendisini zamanda ileri geri yolculuk yapmış gibi hissediyordu. Nerede duracağını, neyi nasıl düşüneceğini bilmez bir halde okuluna doğru yürümeye başladı. Tek yapabildiği vicdanlı her insan gibi Kartal Bey için yazdığı o sosyal medyadaki nahoş yorumları silmekti. Üşüyen ellerine ve karda kayıp düşmek pahasına da olsa cebinden hızla telefonunu çıkartıp atom bombasından daha tesirli o yalan yanlış yorumlarını hızla alıp verdiği nefesinin eşliğinde yok etti… Derin nefes aldı. O an vicdanı bir nebze rahatlarken zaman-mekân dinlemeyen vicdan muhasebesi tüm şiddetiyle devam ediyordu. İçinden bir ses çığlık çığlığa “Yılmaz, bu sana ders olsun bir daha tanımadığın insanlar, içeriğini bilmediğin olaylar için olur olmaz yorumlar yapma… Yapma ki yakıcı vicdan azabı kazanına düşme…” dedi. Ama aklı en gür seslere, pişmanlığın, mahvolmuşluğun azabına rağmen bildiği yolda ilerlemekte, bayrak açmakta gecikmemişti. “Ne yani üç, beş kuruş yardım ediyor diye başka haltlarını görmezden mi gelelim?” dedi. Eriyen kar sularının çıkardığı şapur şupur seslerin arasında aklına da yanlışsın deme cesaretini gösteremeyip ancak baskılamak için “Sadece vicdan terazisine vurmadan da karar verme! Şu an içinde en azından tek yapabileceğim cenazesine katılıp hatalarımı sildirebilirim.” diyebildi.
Sınıfa girip herkesten ve her şeyden kaçmak, görünmez olmak için amfinin en arkadaki sote yerine montunu kamuflaj gibi kullanarak oturdu. Tüm istediği sakince dersi dinleyip sonra da cenazeye katılmaktı. Ama yüreği yaşadığı olaylardan kopamıyor, devamlı muhasebe yapıyordu. Her şeyden ve herkesten kaçabilirdin ama kendinden asla… Çaktırmadan ortamı süzdü, sonra telefonunu çıkartıp utangaç bir tavırla internete “Abdest nasıl alınır?” diye yazdı. Çıkan videoyu sessizde izlemeye başlayınca aklına rahmetli dedesi geldi. Kendisinin namazı, abdesti öğrenmesi için ne çok uğraşmış, tatlı diller dökmüştü. Küçüklük ne güzeldi! Saf ve çıkarsızdı. Öğrenilenleri akıl unutsa da yürek hep muhafaza ediyordu. Bir anda dedesinin öğrettiği her şeyi hatırladı. Hafif bir tebessüm ile bu kez “Öğlen namazı nasıl kılınır?” diye arattı. Sonrasında ise cenaze namazı ile ilgili videoları izledi… Düşündü, taşındı aynı anda iki namazı peş peşe kılmak bünyeye ağır gelecekti. En mantıklı olanı cenaze namazını kılmak diye düşündü… Artık tek eksiği kalmıştı. Bu “Ahi Çelebi Camii” neredeydi? Eğer uzak ise bu karda kışta gitmeye değer miydi? Bu kez haritalardan yerini araştırınca Eminönü’nde çıktı… “İyi ya… Tramvay ile Eminönü durağında inip sonra az biraz yürünecek, en fazla on, on beş dakika, sıkıntı yok.” dedi. Sonra geri doğru yaslanıp işittiği ama duymadığı dersi dinlemeye devam etti.
Saat on iki otuzu gösterirken tramvaya doğru yola çıkacakken abdesti okulda alayım diye düşündü. Fakat bu çok büyük bir hata olurdu. “Oğlum Yılmaz seni gören mören olur. Hakkında yerli yersiz dedikodular çıkar.” dedi. En iyisi soğuk da olsa camide almaktı, yapacak bir şey yoktu… Kararlı adımlarla yürüdü. Caddeye adımını atar atmaz şimdiye kadar çok ender yaşadığı o bombardımanın ortasına düştü. Evet, daha önce bir kaç kez bunu yaşamıştı. Geri adım atarak bu hengâmelerden kurtulmuştu. İstikrarlı atılan her adımda savaş büyüyordu. İçindeki o bastırılmaz ses kulaklarını patlatırcasına “Senin camide ne işin var? Hayatında utanılacak birçok günahın var…” Günah kataloğu kısa videolar halinde gözünün önünden geçmeye başladı. Neredeyse nefes alamayacak hale geldi. Her adımında balyozun öldürücülüğü artıyordu. “Hadi bugün camiye gittin. Allah senin gibi bir günahkârın namazını kabul edecek mi? Hem yarın yine aynı günahları işlemeye devam edince daha çok günah yazılmayacak mı?” Neredeyse dizlerinin bağı çözülecek, olduğu yere çöküp kalacaktı. O sesin zaferine az kalmıştı. “Hem niyetin saf değil. Allah rızası bunun neresinde? Sana burs verdiği için yani para için gidiyorsun. Çıkarcısın… Üstelik sadece bu da değil, yazdığın birkaç anlamsız yorumun verdiği vicdan azabından kurtulmak için gidiyorsun. Evine git, güzelce guslünü al, bir Fatiha üç İhlas oku, gönder. Hem riya karışmaz hem de Allah kabul eder.” Yılmaz duraksadı, geri okula doğru döndü. “Evet… Doğru… Ben ne kadar şerefsiz, adi bir adamım. Üç kuruş burs ile birkaç kötü yorumun vicdan azabından kurtulmak için cenaze namazını kılıp dua edeceğim. Bari bu işi temiz yapayım… En iyi gece evde duamı yapar, gönderirim. Delikanlılığa yakışan bu…” dedi. Geri doğru yürümeye başlayınca içinin ferahladığını hissetti. O an Hatay’dan dönen arkadaşının mesajı telefonuna düştü. Antakya’nın o meşhur acılı ekmeğinden getirmiş, fotoğrafını Yılmaz’a atıp altına da “Delikanlı adam dünya yıkılsa sözünü tutar.” yazmıştı. Yılmaz “Teşekkürler.” yazıp gülen emoji ekleyip gönderirken yine duraksadı. “Ulan Yılmaz! Sen iyice şaşırdın! Verdiği sözden dönmek hangi delikanlılık kitabında yazıyor? O cenazeye katılmaya karar verdin… Şimdi geri dönmek ne?” dedi. Yüzü düşüp içindeki sesler daha da artarken en mahrem bilgilerle karşısına çıksa da ayağını sürüye sürüye yoluna devam etti. Tramvaya binip boş koltuğa yorgun bir savaşçı gibi yığıldı, kaldı. Başını cama dayayıp dışarıyı anlamsız gözlerle seyretti. Eminönü istasyonuna gelince geri dönmemenin kararlığıyla ilerlerken gitme diye bastıran çığlıklara da kapılmamak için şuurunu ve aklını bıraktı, kendisini akışına bırakan su gibi boşluğa bırakıp Ahi Çelebi Camiine doğru yürüdü.
Camiye doğru yaklaştıkça kara kışa, zorlu şartlara rağmen her marka ve modelden araçların neredeyse çift sıra uzunca bir kuyruk oluşturduğunu gördü. İnsanlar ise dört bir koldan sel gibi akın ediyordu. Bu bölge için bu çoğu zaman alışılageldik bir durum sayılır, kabul edilebilirdi. Ama bu kez farklı olan şey her yaştan, her gelir grubundan ve kültürden insanın yüreklerinin aynı acıyla kavrulup aynı hüznü paylaşmalarıydı. Bu solunan havaya bile sinmişti. Ciğerlerinize sinen şey bir dostu, kardeşi, ağabeyi, iyi bir insanı apansız kaybetmenin şokuydu. Tutulan matem ise asıl gidişiyle hayatınızda meydana getirdiği doldurulmaz boşluk ile ölenden daha ziyade kalanlar içindi. Yılmaz artık yalnız değildi. Kendisini tahminin üzerindeki bu kalabalığa teslim etti. Ayakları onu şadırvana götürdü. Abdest için sıraya girdi. Yan tarafında sırada bekleyen yetmişine merdiven dayamış yaşlı amca ona tanımaya çalışan gözlerle bakıp “Akrabası mısın?” dedi. Yılmaz konuşmaktan imtina edip kısaca “Hayır.” dedi. Yaşlı adam “Çalışanı mısın?” dedi. Yılmaz bir tonda yüksek sesle “Hayır.” dedi. Adam bu kez “Baba dostu mu?” dedi. Yılmaz yine “Hayır.” dedi. Amca inatçıydı. “Sen cenazeye tevafuken mi katıldın?” dedi. Yılmaz bu işin sonun gelmeyeceğini anlamıştı, bu muhabbet bitsin tonunda “Ben burs verdiği bir öğrenciyim bey amca.” dedi. Amca her ortamda, şartta kendisini konuşmaktan alamayan vasıfta biriydi. Adam “Ben de Tahtakale’de esnaftan komşusuyum. Daha doğrusu dosttuk… Kendisini çok iyi tanırım… Senin gibi binlerce gencin elinden çaktırmadan tutmuştur.” derken Yılmaz bir yandan önündeki abdest alanı kollayıp bir yandan da bu sonu gelmeyecek muhabbetin bitmesi için “Belli ki ayaküstü harcanmayacak kadar çok kıymetli hatıralarınız var…” dedi. Adam “Yaa ya… Keşke bir yiğit çıksa da ben anlatsam, o kaleme alıp yazsa, uçup gitmese.” dedi. Yılmaz bu kez her şeyi unutup adama tüm dikkatiyle baktı. Gözleri ışıl ışıl parlarken “Amca sen bana telefonunu verir misin? Sonra sana ziyarete geleyim.” dedi. Yaşlı adam itina ile cüzdanından bir kartvizit çıkartıp uzattı, “Mutlaka bekliyorum.” dedi. Sonra da boşalan çeşmeden abdest almaya başladı. Yılmaz ne için gelmiş, ne bulmuştu? İçinden “Hayat gerçekten sürprizlerle dolu. Kartal Korkmaz’ın hayatını iş adamları dergisi için kaleme alabilirim.” diye düşündü… Hazır böyle konuşkan bir adam varken bu zor da olmazdı. Biraz da sağında ve solundakilere bakarak hızla abdestini alıp dışarıda öğle namazını kılanların çıkmasını beklemeye başladı. Paranın kokusunu almanın verdiği sıcaklıkla beklerken telefonundan ismini ilk defa duyduğu bu cami hakkında bilgi sahibi olmak için internetten bilgi toplamaya başladı.(DEVAMI GELECEK AY)