Hepimiz Ne Kadar Normaliz?.. / Dr. Metin Serimer

Büyüklüğün Kapısı Çocukluğun Kilidiyle Açılır…
Herkesin “birey” olarak bir hikâyesi var. Nasıl büyüdüğü ve büyütüldüğü, hangi ortamlarda çocukluğunun geçtiği, olaylar karşısında nasıl tepki verdiği gibi pek çok durum, aslında yetişme şartlarımızın bizde bıraktığı izlerle çok yakından alakalı. Mağduriyetler, ekonomik şartlar, göçmen bir geçmişe sahip olmak, çocukluk travmaları (dayak, taciz, akran zorbalığı vb. her ne olursa olsun) halihazırdaki tepkilerimizi, düşüncelerimizi, duygulanma biçimimizi etkiliyor. O nedenle psikologlar, 3-10 yaş arasını “taşa yazı yazmak” şeklinde, kalıcı izler bırakan gelişme dönemi olarak tanımlarlar.
İnsanın yine bebeklikten başlayan bir hikâyesi de var ki, “ödipal” ya da “preödipal” başlığı altında değerlendiriliyor. Ve bu dönem çok farkedilmese de insan denen canlıda ileriki yılların ruh halini belirleyici daha derin izler bırakıyor. Preödipal ya da ödipal oluşuna göre “kendilik bozukluklarına”, “bölünme” dediğimiz daha ağır ve karmaşık durumlara yol açabiliyor.
Bu gelişmeler adeta bize yüklenen programlar gibi, bir bilgisayara yüklenen programla nasıl işlem yapılabiliyorsa, bizler de artık gelişimimiz esnasında bize yüklenen ve bizi yapılandıran o programla hareket etmeye başlıyoruz. Aslında her şey yolunda gitseydi bizlerde gelişecek “kendilik” olgusuyla, bir şeyler yolunda gitmediğinde gelişecek “kendilik” olgusu o nedenle çok farklı. Olması gereken şey, çocuğun kendini gerçekleştirmesi dediğimiz merak etme, anlamlandırma, ayrışma, bireyselleşme, kendi kararlarını kendi verme, içsel sorgularını yapabilme, sorumluluk alma gibi ana eksen yapıları çocuğun başarı ile geçerek devam ettirmesi…
Bebeklik ve çocukluk yıllarımızda bize bakım veren anne-baba, bakıcı unsurların her biri onlarla olan ilişkilerimizin bizi şekillendirdiği bir dünya sunuyor bize. Onların bizdeki etkileri “nesne ilişkileri” dediğimiz bir dünyayı içimizde imar ediyor, yapılandırıyor. Biz aynı zamanda bizi şekillendiren bu unsurlara “öteki” diyoruz. Çünkü bir “biz” varız, bir de “onlar” yani ötekiler… Onlara olan bağlılığımızın derecesinin de bir süreç halinde adeta “epigenetik” bir açılım gibi, “priori” bir bilgi gibi zamanı gelince şekillenen ama iyi ya da kötü şekillenen kaçınılmaz bir hikâyesi var. Kısacası o dönemdeki ilişkiler kaçınılmaz bir biçimde bizi şekillendiriyor. Hatta anne ve baba gibi bakım veren unsurlara olan bağlılığımızın şekli ve derecesi bizi normal yapmaya yettiği gibi hastalıklı bir yapının oluşmasını da sağlayabiliyor ya da önünü açıyor. Bugün herhangi bir yaşımızda ortaya çıkan iç dünyamızla ilgili rahatsızlıkların, sıkıntıların yukarıda bahsettiğimiz dönemsel durumlar dışında hiç şüphesiz genetik bir alt yapısı da var. Yani genetik unsurlar da bu işin tuzu biberi oluyor. “Ama insanların genetik yatkınlıkları, şizofreniye veya herhangi bir psikotik duruma yatkınlıkları tek başına hastalık değildir! Herhangi bir psikolojik rahatsızlık yatkınlığı sadece ve sadece zekâ fazlalığı, duygu taşkınlığı veya her türlü algı yeteneği fazlalığı anlamına gelir.”2
İnsan denen canlının psikolojik yapılanması ya da hasta oluş süreçleri çok özet bir yaklaşımla böyle… Klinik Psikolog Tuba Karacan’ın “Herkes Evine Dönmek İster” adlı kitabının insana söylediği hakikat, bu konuda güzel bir kaynak…
Çocukta temel güvenin oluşturulması çok önemlidir ve çocuk yetişirken bu anlamda “iki arada bir derede” bırakılmamalı. Çocuklarımızla ilişkilerimizde onların iyiliği için kendi davranışlarımızı ve bilincimizi birbiriyle uyumlu hale getirmeli ve çocukta güvenli bir bağlanma stili oluşması için çaba harcamalıyız. Psikiyatrist Tahir Özakkaş bu konuda şunları söylüyor:
“Bununla ilgili laboratuar çalışmaları yapılıyor. Annesi odayı terk ettiği zaman çocuğun dikkati annesine yönelir, biraz kaygılanır. Sağlıklı bir çocuk, anne odaya geri geldiği zaman yatışır, oyununa devam eder. Dışarıdan birisi geldiği zaman yabancılar, o yabancıya karşı önce bir tepki duyar, daha sonra yabancıya yaklaşabilir. Güvensiz bağlanma stili içerisindeki çocuklar, anne odadan çıkar çıkmaz kıyameti kopartırlar, bir türlü sakinleşmezler, anne odaya gelse dahi sakinleşmesi uzun sürer. Odaya bir yabancı geldiği zaman öfkeleri, kızgınlıkları ve korkuları da artar.
Kayıtsız tip dediğimiz tipte çocuk anneden o kadar kopmuştur ki annenin odadan çıktığını fark etmez bile. O kadar dünyadan kopuktur ki ilgisiz bir annenin çocuğudur. Bu tip güvensiz bağlanma stili dediğimiz alt tipler var. Kayıtsız tip, ikircikli tip, tepkisel tip… Bu alt tiplere bağlı olarak bir yere gidersiniz. Genellikle borderline kişilik bozukluğu veya örgütlenmesinin bağlanma stili, güvensiz bağlanma stilidir. Anne ile bebek arasında kapsayıcılığının olmayışına bağlıdır. Güvenli bağlanma stilinde temel güven duygusu çocuğa yerleşir, çocuk kendini çok iyi hisseder. Annesinin dönüp geleceğine dair içsel, zihinsel imgesi, içselleştirilmiş nesne imgesi, seven, koruyan, kollayan bir anne vardır. Dışarıdaki gerçek anne gidecek ama içerideki anne sağlam yerde durmaktadır. Ama içerideki anne zayıfsa zaten çocuk her an anne tarafından terk edileceğine dair kaygıyla anneyi takip etmekte, anne odayı terk ettiği andan itibaren de korktuğu şey başına gelmektedir. Onun için ikide birde sevgilisine telefon eden, sevgilisini arayan, “Burada mısın, başka kadın var mı hayatında?” diyen, soran kızımızın derdi “annem odadan çıktı mı çıkmadı mı”, hep peşine düştükçe düştü, anne odadan çıktı, sevgilisi de onu terk eder.”3
Bowlby’nin yaptığı yayınlarda “Parkta gezinti yapan anne ve çocuğu” örneğinde “çocuk gider, dolaşır, anne ile arasında belli bir mesafe vardır ama hep anneyi görmek ister. Problem, anne gözden kaybolduğunda ortaya çıkmaya başlar. Ama o biraz uzaklaşır, arkasına döner bakar anne orada, rahatlar. Anne orada yoksa asıl kaygı o zaman başlar.” der. “Kısacası buna bir tür “yakıt alma” deniliyor. Çocuk önce anneye yapışıktır, dokunur. Daha sonra yavaş yavaş dokunmadan 1 metre uzaklaşır. Bakar anne orada, yakıtını alır, görsel yakıttır bu. 5-10-20 metre gider. Her çocuğun o uzaklaşma gücü, yakıt alma ihtiyacı farklıdır. Anne bakışıyla tanka yakıt, benzin yükler. Bakar, “Buradayım, merak etme devam et.”, bu bakışı aldığı zaman bir 5 metre daha gider. Ama anne tedirgin ise, “Başına ne gelecek bunun, düştü düşecek.” şeklinde mesaj verir, hiç oraya elektrik, yakıt göndermezse bu çocuk/güvensiz bağlanma/stili içerisindedir.”4
Yukarıda bahsedilen çocuğa bakım veren unsurlarla, özellikle anne ile yaşanan “bağlanma” problemleri, iç dünyamızda yapılandırılmış nesne ilişkileri gereği, bizlerin, hayata tutunurken olaylar karşısında verdiğimiz duygusal tepkilerin, davranışların çocukluğumuza dayalı temellerini oluşturuyor. Gelişimsel duraklama açısından konuya bakıldığında “Eğer gelişimsel duraklama yani bakım veren kişilerin zamanında çocuğun ihtiyaçlarını karşılamaması, çocuğun o ihtiyacı olan libidinal kaynağı bulamaması karşısında erken dönemlerde, dokuzuncu onuncu aylarda bu ihtiyaç kesiliyorsa buna narsisistik kişilik bozukluğu ismini veriyoruz. Bu on iki, on üçten itibaren yirmi dördüncü aya kadar olan sürede kesiliyorsa daha çok şizoid ve borderline kişilik örgütlenmesi meydana gelir. Bu borderline, şizoid ve narsisistik kişilik örgütlenmelerinin bir tarafında bakım veren kişilerin çocuğun ihtiyaçlarını anlayıp anlamama, vermeme patolojisi olduğu gibi, bir tarafında da bakım veren kişilerin kendi bireysel patolojilerinin çocuğa aynı şekilde aktarılması söz konusudur. Yani burada şöyle bir şey var, ya fiziki gerçekliğe bağlı olarak anne kaybı söz konusudur, ölümü söz konusudur, depresyon söz konusudur, annenin hastalığı söz konusudur, annenin fiziki yorgunluğu söz konusudur, annenin kocasıyla problemleri söz konusudur, annenin bir yakının kaybetmesinden dolayı yası söz konusudur. Eğer anne zayıf ve güçsüz ise bu dönemler çocuğa olduğu gibi patoloji olarak yansıyabilir… Güçlü anneyse zaten bunların hepsini yönetecek kapasitelere sahiptir ve çocuğu sağ selamet, sağlıklı tam kendilik- tam nesne ilişkilerine kadar götürebilir. İkinci olarak da annenin kendi patolojisi vardır, kendilik bozukluğu vardır. Ya borderline bir tiptir, ya narsisist bir tiptir ya da şizoid bir tiptir.”
Ne dersiniz, aslında kendi problemlerini aşabildikleri ölçüde, anneler layıkıyla çocuklarını büyütürse, anneler için “doğal terapistler” diyebilir miyiz? Benim kanaatim, psikiyatrinin koruyucu hekimlik mantığı anneler üzerinden kurgulanmalı…
1. Tahir Özakkaş. Bedenim Nasıl Ruh oldu? Sf.50. Psikoterapi Enstitüsü Eğitim Yayınları. 11. Dönem Serisi.
2. Şenel İlhan Beyefendi. Sohbetler.
3. Mahler ve Kernberg’in Gelişim Kuramları. BPT 2013 Ders Notları. Sf.19. Tahir Özakkaş, Ahmet Çorak, Betül Sezgin, İhsan Yamlı.
4. Mahler ve Kernberg’in Gelişim Kuramları. BPT 2013 Ders Notları. Sf.19. Tahir Özakkaş, Ahmet Çorak, Betül Sezgin, İhsan Yamlı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir